Ana Sayfa Blog Sayfa 393

İnsanlığın sonuna dair bir film: İkinci Kattan Şarkılar

2

Her şeyin bir zamanı var mottosu son zamanlarda iyice zihnimize kazınmış durumda. Fakat bu zaman anlayışı günümüzde daha çok zamansızlığı ve sistemin taleplerinin yerine getirilmesi üzerine bir mekanizmaya sahip. Kişiler arası ilişkilerin temellerine dahi sızan bu düşünce, insanları bir birliktelik içinde olmaktan uzaklaştırıp “önce beni düşün, benimle ilgilen” gibi emir kontrol mekanizması içine sürüklemiştir. Bu da bize bu iç içe geçmiş yaşamda aslında hiçbir şey için zamanımızın olmadığını göstermektedir.

İsveçli yönetmen Roy Andersson’un İkinci Kattan Şarkılar filmi 2000 yılında gösterime girmiş ve Cannes’da jüri özel ödülü kazanmıştır. Filmde geçen zaman yaklaşık olarak 90’ların sonu olsa da sanki Roy Andersson zaman olarak insanlığın sonunun filmini çekmiştir.

Öyle bir şehir düşünün ki insanları çürümeye yüz tutmuş, her türlü hareket, tepki ve zihinsel yeti körelmiş durumdadır. Bütün bunların sonucunda insanlar kendi varlıklarına bile yabancılaşmışlardır. Filmde kimi zaman işten atılmak istemeyen bir insanın haykırışına, kimi zaman borsa yüzünden iflas eden bir insanın sitemine kimi zaman ise golf kulübünü satmak zorunda olan bir insanın acı çekişine tanık oluruz.

İşleri yolunda gitmeyen bu insanlar sürekli bir yakınma içerisindedirler, fakat sonunda bu insanlar kendilerini ”kutlu olsun işinin başında olana” mesajıyla olumlarlar. Ancak yaşamlarının temelini oluşturan bu mesaj aslında insanların olası bir işsizlik anında ortaya çıkan boş zaman ve boşa yaşanmışlık hissini ortadan kaldırmak üzerine söylenmiş bir sözdür. Bu da bize filmde çalışma üzerinden ortaya çıkan efendi köle ilişkisini yansıttığı gibi, kölenin artık kendi başıboşluğunu dindirmek için efendisini kendi özgür iradesiyle arzuladığını göstermektedir. Öyle ki bu düzende hiçbir şey için oturup dinlenmeye vakit yoktur.

Var olan zaman, medeniyetin devamı için satın alınmıştır. Satın alınan zaman üretime katkı sağlamak için değil, bir şeyler yapmış olmak ve uzanan zamanı kolay yoldan tüketmek içindir.

İnsanlığın sonuna dair bir film: İkinci Kattan ŞarkılarÖte yandan kargaşanın hâkim olduğu şehirde trafik tamamen durmuş bir vaziyette. Trafik bu dünyaya saplanmışlığın zamanın durduğunun bir görüntüsüdür. Trafiğin ilerlememesi artık insanlığın da ilerlemediği, keşfedecek bir şeylerin kalmadığı, hayale, metafiziğe, kültüre, bilime dair her türlü düşüncenin sonuna gelindiğine bir işarettir. Öyle ki insanlar tıkanmaya rağmen araçlarına saplanıp kalmışlar.

“En kötü kafes bile dışarıdan daha güvenlidir”

Sahip oldukları araçları kendileriyle bütünleşmiş bu yüzdende trafikte araçların yol üzerinde birkaç metre dahi ilerleyememesine rağmen kimse araçlarından inip yürüme cesareti gösteremiyor. Bunun da artık alışılmış bir yaşam tarzı olduğunu görürüz filmde. Daha da acısı insanlar bu son düşüşün son parçalanmışlığın zevkini tatmak isteyen bir haldedirler.

Artık akış kendi ritmini bulmuş, sonunda medeniyetin gidip gidebileceği son yere dayanmıştır. İçinde bulunan zaman insana acı verdiği gibi insanın kendisini de bu acının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Yani insanların kendileri adına kurtulma şansı olsa dahi onlar, bilinçli bir şekilde bunu reddedip kafeste yaşamaya devam edeceklerdir. Çünkü insan için içgüdüsel olarak en kötü kafes bile dışarıdan daha güvenlidir.

Yine de, filmde anlatmadığım, anlatmaya karşılık bulamadığım onca şey var. Ama eğer bu aralar farklı bir filme yer vermek istiyorsanız İkinci Kattan Şarkılar tam size göre bir film.

İyi seyirler.

Afrika fil nüfusu 415 bine geriledi: Sorumlusu avcılık

Afrika’da, son on yıl içersinde yapılmış olan en kapsamlı fil sayımının sonuçları açıklandı. Uluslarası Doğa Koruma Birliği’nin (IUCN) raporuna göre kıtadaki filleri sayısı, son on yıl içersinde 111 bin civarında bir düşüş yaşadı. Raporda bu düşüşün, Afrika fil nüfusu konusunda son 25 yılda görülen en büyük düşüş olduğu belirtiliyor.

Wildlife In Kruger National ParkNesli Tehlike Altındaki Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretiyle İlgili Sözleşme’nin (CITES) 17. Taraflar Toplantısı’nda açıklanan rapora göre  Sahra Altı Afrika’da yapılan sayımda kalan fillerin yüzde 70’ine yakını, Afrika’nın güneyinde yaşıyorlar. Fil kıyımının en çok görüldüğü doğu bölgesi ise 86 bin file ev sahipliği yapıyor. Rakamlar, ülkedeki fillerin yüzde 60’ının son 10 yılda yok olduğunu gösteriyor.

En büyük sorumlu: Fildişi avcılığı

CITES toplantısında konuşan Ginette Hemley, durumun fildişi avcılarından ve fildişi talebinden kaynaklı olarak daha da kötüye gittiğini söyledi. WFF Afrika Fili Programı Lideri Lamine Sebogo, fil kıyımını sona erdirmek için başta Orta Afrika ülkeleri olmak üzere yetkilileri, kaçak avcıları, avcılığı yöneten baronları ve yaban hayatı ticaretine karışmış yolsuzluğu durdurmaya çağırdı.

Afrika Fil Koalisyonu (AEC) Temmuz ayında yapmış olduğu açıklamada, durumun bu şekilde devam etmesi halinde kıtada 25 yıl içinde hiç fil kalmayacağını belirtmiş; dolayısıyla da Avrupa Birliği Komisyonu’ndan fildişi ticaretinin yasaklanmasına yönelik adımları desteklemesini istemişti. Ancak Avrupa Komisyonu yayınladığı metinde nüfusuna sahip ülkeleri, bu nüfusu devam ettirilebilecek bir şekilde kontrol altında tutmaya teşvik etmenin daha iyi olacağını söyledi.

Kaynak: Bianet, WWF

ZAD saflarında Türkiye’den bir asi eko-gezgin: Sadık Çelik

1

Sadık Çelik ile ZAD ve ekolojik hareketler üzerine uzun uzun söyleştik. Bakalım Sadık Çelik kim ve ZAD Hareketi nedir? Yolları nasıl kesişti?

sadik-celik-18

Röportaj verdiğiniz için çok teşekkür ederiz. Kendinizden ve ZAD hareketine yönelik aidiyet duygunuzun gelişim sürecinden söz edebilir misiniz?

Uzun bir zaman sonra nihayet Gaia Dergi ile söz söze gelebildim. Aslına bakarsanız iki aydır Bask ülkesi Navarraa dağları boyunca yürüdüğüm patlak çatlak ve yorgun ayaklarımın tozuyla karşınızdayım desem daha doğru olacak sanırım. Bunca zaman beni sabırla bekleyen Gaia Dergi’ye de ben teşekkür ederim.

Kendimden söz etmeyi pek sevmemekle birlikte, yaşadığım dünyayı mahveden karşı dünyaya ilişkin söyleyecek elbetteki pek çok sözüm var. Doğup büyüdüğüm uğruna yarı çocuk hapse atıldığım-ız -coğrafyaya dair ne çok iyi güzel yaşanmışlıklarımız varsa, tersine orantılı kötü, acı verici, korkutucu ve ürkütücü pek çok hikayemiz de var kuşkusuz. Ancak söze nereden başlamalı sorusuna ben yine de mümkün mertebe kendimden öte bir yaklaşımla cevap vermek istiyorum.

İsyanın atardamarı İstanbul

Kısaca çocuktuk, dere tepe düşe kalka büyüdük, olgunlaştık diyelim. Büyümek demişken, İstanbul’a dair de bir iki laf etmem gerekir sanırım. İstanbul pek çok açıdan benim bugün durduğum ya da duramadığım şehirlerle ülkelerle olan ilişkimde önemli bir yer tutmakta hala. Bu bir aidiyet duygusu olarak algılanmamalı yalnız. Aidiyet duygusunu çok oldu terk eyledim. Çünkü artık bir yere, bir aileye, bir evliliğe, bir eve, bir iş yerine, bir okula, bir köye, bir şehre, bir ülkeye… ait yaşamak istemiyorum hayatımı. Ben hiçbir şeye bağlanmadan yaşamak istiyorum. Ancak yine de bu zorlu serüvenin sıklıkla ve devamlı olmasa da geri dönüşümlü bir atar damarı olduğunu itiraf etmeliyim.

sadik-celik-1

Bu isyanın atar damarı İstanbul’dur. İstanbul benim için dünyanın neresinde olursam olayım bir vefa şehridir. Ondan çok şey öğrendim; gecenin, güneşin, rüzgârın, yağmurun ve karın dört iklim yedi tepe denizle, insanlarla ve sokak hayvanlarıyla bir başka ahenk olduğu çocukluk ve gençlik yıllarım boyunca hep onunla sevindim, onunla üzüldüm, onunla öfkelendim, onunla sevdalandım, aşık oldum, kavgalara atıldım, hapis yattım, onunla koştum, onunla düştüm, onunla ayağa kalktım ve nihayet onunla büyüdüm, onunla yıllandım. 2000’li yıllara doğru o çok sevdiğimiz şehri, İstanbul’un doğal ekolojik dokusunu hızla kaybettiğimizi anladığımda ise, 2003 sonbaharında İstanbul’a bir veda busesi bırakıp uzak diyarlara yol aldım. Yaklaşık on iki yıldır Avrupa diyarlarında kendimce asi eko-gezgin bir hayat yaşıyorum.

sadik-celik-2

sadik-celik-3

Ekolojik yıkıma karşı “Başka bir dünya mümkün!”

Ekoloji hareketiyle ilk olarak, 2011 yılında Hollanda’da bir arkadaşımın kütüphanesinde tanıştım; Murray Bookchin‘in “Ekolojik Bir Topluma Doğru” adlı eserini büyük bir heyecanla, soluksuz, bir çırpıda okuyuverdim. “İşte dünyayı başka bir evreye taşıyacak olanlara yeni bir ilham kaynağı” dediğim bu kitapla ekoloji hareketine ilk adımı da atmış oldum. Bookchin’in son derece mütevazı ve mücadele ile iç içe geçen öngörülerini eko-anarko bir sentezle somutlaştırması arayışçı kimliğime doğrudan bir etki yaptı diyebilirim. Bu nedenledir ki son dört yıldır doğrudan ZAD (Zone A Defendre) ekoloji hareketinin içinde yer almaktayım.

sadik-celik-5

Ekolojik yıkıma karşı “Başka bir dünya mümkün!” diyerek kendimce bir saf tuttum. Okudum, dinledim, izledim, araştırdım, tartıştım, gözlemledim ve nihayet deneyledim. İlk olarak 2013 sonları Fransa Sivens-Testet baraj projesine karşı direnenlerin ZAD imzasıyla sosyal medya üzerinden yaptıkları çağrı üzerine çizmelerimi, sırt çantamı ve yüreğimi alıp gittim ve onlara “Düşlerimle ve yüreğimle birlikte bu mücadelede ben de varım.” diyerek ZAD Testet’deki baraj projesine karşı mücadeledeki yerimi aldım.

sadik-celik-6

Testet’deki ZAD kolektifini mücadele içinde tanımak benim için çok önemli bir deneyimdi ve daha sonraki ZAD NDdL, ZAD Keelbeek (Belçika), Hambach Forest (Almanya), S.O.S Halkidiki (Yunanistan), Kuzey Ormanları Savunması (İstanbul), HES ve Yeşil Yola Dur De (Samistal), Cerattepe Geçilmez (Artvin), Siyanürle Altına Hayır (Ordu-Fatsa), Bask Ülkesi İşgal Köyleri gibi birbirinden uzak, fakat birbiriyle doğrudan ilintili farklı mücadele alanlarındaki dayanışma yolculuklarıma da esin kaynağı oluşturdu.

sadik-celik-7

“İnsanlık durumundan haydutluk durumuna geçilmiştir.”

sadik-celik-8

Doğrudan çevreyi merkeze alan siyasal bir pratik olarak yeşil siyasete ilişkin düşüncelerinizi, ideallerinizi bizlerle paylaşabilir misiniz?

Başta da dediğim gibi ben aidiyet duygusunu reddeden biriyim ve yaşam alanımı bir yerle, bir şehirle, bir ülkeyle ve dahi bir kitapla falan sınırlamıyorum. Dünyadaki bütün korunması ve savunulması gereken doğal güzergahları öz yaşam alanım olarak görüyor ve bu alanlara yönelik tehdit ve saldırılara karşı mücadele etmeyi de doğal bir refleks olarak görüyorum. Çünkü;

“Bu toplumun tahrip gücü insanlık tarihinde eşi olmayan bir düzeye erişmiştir ve bugün, neredeyse sistematik olarak tüm canlı dünya ve onun maddi temelleri üzerinde duygusuz bir yıkım aracı olarak kullanılmaktadır. Hemen her bölgede hava ve akarsular kirletilmekte, toprak çoraklaştırılmakta ve aşındırılmakta, yabanıl yaşam tahrip edilmektedir. Kıyı bölgeleri ve hatta deniz dipleri yaygın kirlenmeden kurtulamıyor.”

(Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru)

Bu liste, gündelik hayatın bütün anlarında yaşanan vahimlikleri düşünürsek daha da detaylı devam edip gitmektedir bugün. Ancak biz şimdilik bu detaylara girmeyelim derim. Çünkü buna ne bu röportajın kapsamı ne de sayfalar yeter. Kesin olan şu ki yeryüzü; ilişkili olduğu bütün varlıklarıyla insan eksenli, doğal olmayan bir zorlamayla yenilenemez ve ölümcül bir evreye doğru itilmektedir. İnsanlık durumundan haydutluk durumuna geçilmiştir.

sadik-celik-9

Yeryüzünde masum olan yalnızca toprak, su, bitkiler ve geride kalan hayvan çeşitliliğidir. Var olanları korumak, kollamak, onarmak artık yetmemektedir. Kapitalistlerin sözde iklim konferansları ise, kendini aklama ya da ömürlerini biraz daha uzatacak yeni arayışlardan başka bir şey değildir ve sahtedir. Yaşam bilinçli özgür bireylerin, grupların kolektif dayanışmaları, radikal alternatif yaşam projeleri dışında yeryüzünün geleceğine dair hiçbir somut yaşamsal çaba görülmemektedir. Marksistlerin ve türevlerinin doğal dünyadan bihaber politik stratejileri ise bir kara mizah malzemesidir artık.

sadik-celik-10

Sonuç olarak doğal dinamikleri büyük ölçüde kırılan, yalnızlaştırılan yeryüzü bir haydutlar cehennemine dönüşmüştür. Her gün daha büyük savaşlarla, talanlarla, yağmalamalarla, katliamlarla dövülmekte ve örselenmekte olan bu cehennem aralığında kendine yeni bir döngü aramaktadır adeta.

Yeryüzü için her kıtada, her alanda topyekun dayanışma!

Ekolojik kriz üretmeyen yeşil bir küresel siyaset düşüncesinin pratikte ivme kazanabilmesi noktasında ZAD hareketinin etkinliğini ve uluslararası zeminde de gitgide yayılan eko-mücadeleci hareketlerin farklılıkları kuşatan çoğulcu ve dayanışmacı yapısını nasıl konumlandırıyorsunuz?

İklim dokusu periyodu olağandışı tepkileriyle büyük felaketler silsilesi oluşturmaktadır. Biyosferin bu trajik sancıları karşısında yalnızca izlemekle ya da bakıp geçmekle yetinen, görmezden gelen ya da ibretlik bir aymazlıkla yangına körükle giden bu iğrenç, hırslı, hırçın, bencil ve duygusuz insanlık halinden çıkılmadıkça yeryüzünde iyi, güzel, mutlu, neşeli ve birbiriyle ahenkli hiçbir yaşam bütünlüğünden söz edemeyeceğiz. Geriye yalnızca bir şey kalıyor; yeryüzü için her kıtada, her alanda topyekun dayanışma.

sadik-celik-11

Bireysel, grupsal bütün yeryüzü dostlarının bugünden yarına sonsuz bir enerjiyle küçük büyük demeden sistem dışı alternatif, kolektif, otonom yaşam pratiklerini, deneylerini hayati bir ısrarla birleştirmeleri ve “Başka bir dünya mümkün!” şiarı etrafında büyütmeleri gerekiyor. Bu nihai durum biz eko-anarkolara ve diğer bütün ZAD bileşenlerine göre yeryüzünün tek ve son umut kaynağıdır.

sadik-celik-12

ZAD hareketi ve dünyanın diğer yerlerindeki benzer dost eko-hareketler sancılı ekolojik yeni çağın yenilenebilir döngüsü, potansiyel motor gücü olacaklardır. Ancak ekosistemin düşmanları bu yeni umudun da düşmanlarıdır; ZAD hareketi ortaya çıktığından beri Fransa’nın pek çok bölgesinde yıllardır büyük bir mücadele sürmektedir. ZAD Notre Dame des Landes’daki havaalanı projesine, Testet ve Sivens Ormanı’nı yok edecek baraj projesine, Agen hızlı tren projesine, Center Parcs de Roybon projesine ve yine ayrıca Belçika Keelbeek’de mega hapishane projesine karşı mücadele vermektedir. Bu mücadelelerin en uzun süreli ve en prestijli olanı kuşkusuz ZAD NDdL otonomudur.

Nantes havaalanı projesi ve dünyası ile mücadele

Bugün biz bu röportajı yaparken bile ZAD NDdL otonomu kuşatma altındadır ve muhtemelen bu hafta sonu otonomu tahliye harekatı başlatacaklardır. Çünkü son bölgesel referandum üçkağıdından sonra bölgedeki tüm köylerin sakinlerinin eylül ayına kadar bölgeyi boşaltmaları için tebligatlar göndermişlerdi. Ancak tüm sakinler bu kararı tanımayacaklarını bildirmişlerdi. Son durum Kedistan‘da aktardığımız gibi; 8 Ekim’de ZAD otonom bölgesinde “Nantes havaalanı projesi ve dünyası ile mücadele” ve “Sopalarımızın şarkıları çınlasın! Havaalanına hep birlikte engel olalım” pankartı altında büyük bir randevu verilmişti ve düzenlemeler uzun süredir -tehditlere inat- halen sürüyor.

Programda yürüyüş, şenlik ve her parçası yaz boyunca onlarca marangoz tarafından ZAD’da hazırlanan bir hangarın montajı var. Bu önemli tarihte bir araya gelebilmek için, Fransa’nın her yerinden otobüsler ayarlandı ve ülke dışından gelecek katılımcılar da var. Bir süredir Notre Dame des Landes ZAD otonom bölgesinin tahliyesinin içinde bulunduğumuz dönemde başlayacağı söz konusuydu. Son günlerde belirleyici işaretlerin gözlemlenmesine yoğunlaşılmıştı, ZAD’ın korunma stratejileri ve direniş lojistikleri de birçok toplantının ana konusu olmuştu.

Geçtiğimiz günlerde cep telefonlarımıza bir uyarı geldi. Uyarıda bölgedeki bütün otellerin 25 Eylül tarihinden itibaren özel müdahale ekipleri için toptan rezerve edildiği, üç ilçedeki bütün okullara 26 ve 27 Eylül tarihleri için tatil emri geldiği ifade ediliyor, direniş için desteğe ihtiyaç olacağı belirtiliyor ve yola çıkmak için haberin teyidinin beklenmesi öneriliyordu.

sadik-celik-13

Notre Dame des Landes ZAD otonom bölgesinde derin meydan okumalar var

ZAD’ın sitesi son yayınlarda, gözlemlenen bilgileri merkezinde topluyor, bildirecekleri telefon numaralarını veriyor ve sosyal medyada yayınlanan bilgilerin teyit edilene dek dikkatli değerlendirilmelerinin gerektiğini -altını çizerek- paylaşıyordu. Yine sitede bildirildiği gibi, birçok farklı kaynak polis müdahalesinin 27 Eylül’den itibaren başlayabileceği görüşünde birleşiyordu. Ne büyük tesadüftür ki bu tarihi de içine alan üç gün boyunca -26, 27 ve 28 Eylül- Nantes kenti, dünyanın bütün ülkelerinden katılımcıların geldiği “Climate Chance” iklim değişikliği ile mücadele girişimini misafir edecek. (Konuyla ilgili güncel habere buradan ulaşabilirsiniz.)

sadik-celik-17

Mevcut toplumsal/siyasal düzenin normları ve pratikleri üzerinde, tabandan dönüştürücü nitelikli hareketler aracılığıyla -ve yerel unsurları da güçlendirerek- ekolojik kriz ile baş edilebileceği yönündeki öneriye ilişkin fikirlerinizi, ZAD hareketinin sunduğu entelektüel ve pratik bağlamda nasıl dile getirirsiniz?

ZAD taşıdığı umut ölçeğinde elbette önemli bir deneyim sunuyor insanlığa. Elimizde sihirli bir değnek yok; fakat birlikte nelerin başarılabildiğinin ve başarılabileceğinin anahtarları var. Notre Dame des Landes ZAD otonom bölgesinde derin meydan okumalar var. Devasa meydan okumalar… Yeni tarımcılık şekillerinden yeni yaşam şekillerine, yeni konut inşa etme şekillerinden yeni birlikte karar verme şekillerine kadar pek çok yaşamsal noktadaki alternatif deneylerimiz gündelik hayatımıza her gün yeni bir umut taşımaktadır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki bugün ekolojik ve ekonomik kriz yaşayan dünyayı altüst edecek bir bakış açısı var. Bu hepimizin önünde açılan bir ufuk.

sadik-celik-21

Kapitalizm, yeryüzünün birinci dereceden mahvedenidir

Rutinden bıkmış olanların, artık emek sömürüsüyle, maaşla yaşamak istemeyenlerin, adalet tarafından, polis tarafından ve devlet tarafından ezilenlerin, bir çıkış kapısı arayanların… Burada bir çıkış kapısı gerçekten var ve somut. Burayı yakından görmek, tanımak ya da omuz vermek isteyenlere; “Gelin birlikte bu umudu, bu kendinize ait özgürlük alanını büyütelim, koruyalım” diyoruz. ZAD otonom bölgesinde sürdürülen mücadele ve siyasi proje konularında bilgilenmek isteyenler Kedistan adlı sitemizden ZAD filmini Türkçe altyazılı olarak izleyebilirsiniz. Ayrıca ZAD ve Nantes havaalanı projesi ile ilgili Türkçe yazılara da buradan ulaşabilirsiniz.

sadik-celik-19Ekolojik kriz ile mücadele noktasında, kurumsalcıların dile getirdiği gibi, reformist bir bakış açısının önerilmesine yönelik eleştirilerinizden bahsedebilir misiniz?

Dünya ölçeğindeki büyük ekolojik yıkımın geldiği boyutu düşündüğümüzde bu duruma karşı kısmi iyileştirilebilir çabalarla, önermelerle çözüm bulunamayacağı çok açık. Ekolojik yıkımın vahameti bizlere sıradan çevreci yaklaşımlarla dünyayı yağlayarak, cilalayarak kurtaramayacağımızı haykırmaktadır. Dolayısıyla kurumsalcıların dünyayı tamir etme, iyileştirme projelerini çok yetersiz ve hatta samimiyetsiz bulmaktayız. Kapitalizm, yeryüzünün birinci dereceden mahvedenidir ve dolaylı ittifakları aracılığıyla kendini aklama çabasındadır. Kurumsalcıların önermelerinin bu çaba ile doğrudan bir ilintisi vardır. Bu ayrımı COP21 sürecinde Paris’te çok net bir duruşla yaşadık.

sadik-celik-23

ZAD ve diğer anti-kapitalistler bir blok halinde hareket ederken, COP21 çevresinde kümelenen bu kurumsalcı “Reformist ve burjava eksenli çevreciler” -Onları bizim “Yetmez ama evet”çilere benzetiyorum biraz- kapitalist haydutların sahtekarlıkla dolu organizasyonlarının takipçisi ve bizlere yönelik saldırıların da sessizce izleyenleri oldu. Bu net konumlanıştan da anlaşılacağı üzere bu kurumsalcıların dünyayı mahvedenlere karşı söyleyecekleri tek bir karşı sözü, duruşu yoktur. Haydutların onlara verdikleri icazetleri ölçüsünde konuşabiliyorlar ancak.

sadik-celik-24

Eko-feminist yaşam biçimi

sadik-celik-25ZAD hareketinin, doğanın sömürülmesi ile kadının sömürülmesi arasındaki bağlantıya dikkatleri çeken eko-feminizme yönelik bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doğanın sömürülmesi ile kadının sömürülmesi arasındaki bağlantı ve eko-feminizm önerimiz, ciddiyetle üzerinde durduğumuz, tartıştığımız bir konu. ZAD otonomu kadınların, eko-feminist yaşam biçimi ile gündelik hayatın baş köşelerinde üreten ve yoğun inisiyatif gücü kullanan yoldaşlarımız olduklarını söylemeliyim. Barikatlardan ev yapımına, bostandan tamirhaneye, fırına, kolektif mutfağa, çocukların eğitimine ve kendi atölyelerine kadar pek çok alanda inisiyatif güçleriyle kadınlar öne çıkmaktadır. Hiçbir kimseden, hiçbir erkekten, hiçbir otoriteden icazet almadan ve kimsenin himayesinde olmadan, kendi yeni özgürlük alanlarının manifestosunu yazmaktadırlar.

sadik-celik-58

sadik-celik-32Pozitivist nitelikli araçsal akıl kategorisinin çizdiği insan-doğa karşıtlığına, insan merkezli bir kozmolojiye karşı eko-merkezci bir bakış açısı sunan ZAD hareketinin, küresel ekonomik yapıdaki eşitsizlik ile ekolojik kriz arasındaki bağlantıya dikkat çekerek daha yerel bir üretimin yapıldığı ve bu üretimin doğayı sömürmediği, aksine doğayla uyumlu olduğu yeni bir emek-üretim ilişkisi tayin etme çabası içinde olduğu ifade edilebilir mi?

Evet, doğayla uyumlu yeni bir emek-üretim ilişkisi tayin etme çabası içinde olduğumuz doğrudur. ZAD otonom bölgesinde hayvancılıktan tarıma, tarımdan inşaata uzanan doğayla uyumlu bir üretim faaliyeti yürütmekteyiz. Çünkü pazar ve kâr için değil, otonomi için üretiyoruz. Otonominin gündelik zorunlu hayati ihtiyaçları dışında fazladan bir üretim yapmıyoruz. Toprağa, suya, bitkilere, ağaçlara, hayvanlara ve bütün canlı varlıklara saygı temelinde bir emek-üretim ilişkisidir bu.

sadik-celik-30

sadik-celik-41

“Başka bir dünya mümkün!”

Yaklaşık dört yıldır Fransa, Almanya, İspanya ve Türkiye ekseninde süregelen alternatif eko-dönüşüm yaşam pratiği deneyimlerinizden ve insan-doğa ilişkisinin eko-merkezci bir bütünlük ile yeniden ele alınabilmesi doğrultusundaki ZAD hareketinin sosyolojik ve politik bakış açınız üzerinde ne tür etkilerde bulunduğundan bahsedebilir misiniz?

Basque’li arkadaşların Navarra dağlarında eski terk edilmiş köylerin Fransız ve Basklılar başta olmak üzere başka ülkelerden gelen gönüllü eko-komüncüler tarafından işgal edilerek yeniden yaşam alanına dönüştürüldüğünden söz etti. Bu çok ilgimizi çekmişti derken, ZAD hareketinin esin kaynağı olduğu bu yeni deneyi yerinde görüp incelemek ve karşılıklı dayanışma ve deney aktarımı için yola çıkmaya karar verdik.

ZAD’a gelen Basque’li arkadaşlardan gerekli bilgileri alıp biri kadın üç ZADcı olarak, Bask ülkesi Navarra dağlarına doğru yola çıktık. Toplam yedi köyden oluşmaktaydı bu yeni komün deneyi. Ancak biz faal olan, yerleşim konumu ve altyapısı; alternatif su, elektrik, kanalizasyon ve restorasyon çalışmaları büyük ölçüde tamamlanmış olan Aiz Kurgi, Aiz Kuren ve Uli Alto adlı otonom komünlere gidecektik ilk etapta. Uzun, dik, engebeli ve sert coğrafi özellikler taşıyan görkemli Navarra dağları bizi bütün o yaban ve hırçın dokusuyla ve kokusuyla kabul eyledi.

Yaklaşık üç haftalık dayanışma ve inceleme serüvenimiz bittiğinde birbirine yakın bu dağ komünlerinde bambaşka bir deneyi yaşama şansına sahip olmuştuk. O sert ve yaban Navarra dağları, bağrında sonsuz bir özgürlük ve kolektif bir ruh taşıyan cıvıl cıvıl insanlarıyla “Başka bir dünya mümkün!” şiarının yaşama dönüştürüldüğü, son derece özgün özellikler taşıyan bir deneyimdi.

sadik-celik-59

sadik-celik-57

Ateş, su ve çamurla örtüşen ilişkisinden ötürü direnişin biricik sembolü: Zadistler

ZAD yaşam tarzı, kültürel bir refleks olarak birbirinden uzak bu farklı coğrafyalarda kimi nüanslar, farklılıklar ve özgünlükler içerse de gündelik yaşam ritmi aynıydı. Giyim kuşam, yeme içme, eğlenmek, çalışmak, tartışmak vb. aynı ruhsal bilincin ürünüydü.
Yakın bir gözlem olarak coğrafi özelliklerin, insan-doğa-hayvan ilişkisinde önemli bir yer tuttuğunu ve yaşamı hangi tarz ve renkte olursa olsun karakterize ettiğini; Navarra dağlarındaki bu yeni başka dünyanın çocuklarını kendi özgün dokusuyla biyolojik ve ruhsal olarak nasıl dönüştürdüğünü, yani onlara kendi dağlarından, havasından, suyundan, güneşinden, yağmurundan ve rüzgârından nasıl bir şeyler kattığını; kartal, at ve yaban keçileriyle nasıl karakteristik ve ruhsal bir benzerlik oluşturduğunu, gündelik rutinde, kolektifte, mutfakta, ahırda, tarlada, bahçede, bostanda, derede, dağda ve ormanda gözlemledim.

Bu son derece özgün fizyolojik ve sosyolojik durumu ZAD Fransa otonomlarıyla karşılaştırmam gerekirse, Fransa coğrafyasının, ruhsal ve sosyolojik konumlanışın daha çok orman, su ve toprak dokusuyla örtüşen karakteristik özellikler taşıdığını, hayvan-insan ilişkisi bakımından da semenderin çok özel bir benzerlikle zadistlerin ateş, su ve çamurla örtüşen ilişkisinden ötürü direnişin biricik sembolü olduğunu söyleyebilirim.

Bilindiği üzere, semenderler sulak alanda dere yataklarında yaşarlar ve ateşe son derece dayanıklıdırlar. Navarra dağlarına kurulan otoritesiz yeni tip özgür yaşam kolektifleri, içerdiği politik muhteva gereği anti-kapitalist, anti-otoriter, anti-faşist, anti-seksist, anti-maçoist ve anti-cinsiyetçi bir özelliğe sahip. Navarralı özgür kadınlar bu yeni tip özgür yaşamda tıpkı Fransa ZAD eko-feministleri gibi öz inisiyatifleriyle yaşamın bütün alanlarında, yenilenebilir yaratımların baş rolünü oynamaktadırlar.

sadik-celik-56

Başka bir pedogoji

sadik-celik-54

Bask ülkesi özgür erkekleri ise, İspanyol maçoizminin derin etkileri düşünüldüğünde bu eril dünyanın dışında bambaşka bir karakter ve yaşam tarzı sergilemekteler. Gündelik hayatın iş bölümünde kadınlarla karşılıklı saygı ve sevgi esasına dayalı bir dayanışma ve birliktelik sürdürmekteler. Çocuklara gelince onlar biyolojik anne ve babalarının klasik anne-baba rollerinin dışında, komünlerdeki her yetişkinin sorumluluğunda ”Başka bir pedogoji” anlayışıyla doğa-hayvan-insan eksenli bir pedagojinin kollarında özgür bireyler olarak büyümekteler. Ne mutlu onlara! Darısı yeryüzünün bütün çocuklarının başına, diyelim.

sadik-celik-48Sonuca gelirsek, yaşadığım bunca deneyimlerden yola çıkarak şöyle bir öngörüye ulaştığımı düşünüyorum. Ekolojik dünya krizinin baş mimarı kapitalizmin bu son evresinde Navarra dağlarında kurulan özgür eko-yaşam deneyleri, taşıdıkları özgün reel dinamikleri ve mücadeleleriyle Fransa ZAD ve Almanya Hambach Forest’teki özgür eko-yaşam deneyler ile iç içe geçecekler ve korunabildikleri oranda yakın gelecekte dünyanın pek çok yerinde sistemden kopuşları hızla tetikleyeceklerdir. Kapitalizmin doğaya, hayvanlara ve insanlara verebileceği hiçbir gelecek ve yarın yoktur.

sadik-celik-51

sadik-celik-47Bu röportajı da sağ salim bitirdik. Şimdi sırada ZAD NDdL otonomunu savunmak var. Bugünler kritik günler; bu son savunma hattında bütün özgür yaşam alanları için direneceğiz!

Dayanışmayla kalın.

sadik-celik-49

sadik-celik-46

sadik-celik-43

sadik-celik-42

sadik-celik-40

sadik-celik-37

sadik-celik-36

Direnişin ortasındaki notalar: İNHA

Toplumsal mücadelenin her öğesini bir bir notalara dökmeye çalışan, sanatı başlı başına başkaldırı ve devrimci bir hareket gören İNHA, 2016’nın ilk gününde “Direnişin Ortasındayım” klibini sosyal medyada yayınlayarak yeni yılı kutladı. Onlarla İNHA, müzik ve toplumsal mücadele hakkında sohbet ettik.

İNHA nedir, nasıl kuruldu?

İNHA aslında İnadına Haber’in kısaltması. Gezi’de devrimin televizyonlardan yayınlanmayacağını anladıktan sonra sokağın haberini sosyal medya üzerinden insanlara ulaştırmaya başladık. Sosyal medyanın bazı sınırlılıklarını ve yetersizliklerini gördüğümüz noktada inadinahaber.org’u kurduk. Aramızda gitar çalan bir arkadaş vardı. Bas çalan, davul çalan, söyleyen de varmış. Haberle anlatmaya çalıştıklarımızı müzikle de anlatabilir miyiz deyip düştük yola. İnadına Haber mücadeleyi başka kitlelere yaymayı hedef almıştı, İNHA da bunu müzikle yapmaya çalışıyor. Ayrıca zaten direniş ve sanatı da ayrı düşünmek haksızlık olurdu. Sanatı başlı başına bir başkaldırı ve devrimci bir hareket olarak algılamak gerek. Sanatın özünden gelen bu gücü de değerlendirmek, topluma anlatmak aktarmak istediklerimizi daha kalıcı ve etkili hale getirebilmek için elimizdeki tüm olanakları kullanmak istedik aslında.

İlk iki şarkınızı dinledik. İkisinde de anlatmak istediğiniz bir şeyler var, İNHA tarzı hep böyle mi devam edecek?

Kafamız ona gidiyor, sürekli bir hikaye anlatmak, ters giden “bağzı şeylere” dikkat çekebilmek istiyoruz. İnsanlara da bir şeyler verebilmek, harekete geçirebilmek istiyoruz. Kişisel sohbetlerimizde bile siyaset konuşuyoruz, ne yapılabilir, nerede müdahil olunabilir diye kafa yoruyoruz. Muhabbetimiz çekilir gibi değil yani. Hepimizin aklına “bağzı şarkılar” geliyor, kendimiz yapıyoruz, bir yerden duyuyoruz ve bazen diyoruz ki: “Evet bu şarkı tam İNHA’ya göre.” Bu yoldan yürüyeceğiz gibi görünüyor, ama geleceği kesin bilen kimse var mı?

Başka şarkılarınız da var mı? Onlar da aynı konulara mı temas ediyor?

Mutfakta birkaç şarkı daha pişiyor. Hepsi farklı noktalardan direnişe temas ediyor. Hayatımız direnmek ve yaşanan haksızlıklara başkaldırmak üzerine zaten, temas etmemesi a’normal olurdu değil mi?

Aslında bir gündem, bir tarihi olay, bir konu canımızı sıkıyor biz de onu şarkı yapıp duyuruyoruz. Ya da tam tersi bir şey bizi umutlandırıyor, mutlu ediyor onu da notalara dönüştürüyoruz. Bu yüzden farklı konulara değinmemiz mümkün değil gibi.

Rock müzik ve direniş teması nasıl kuruluyor? Dünyada bunun örnekleri ya da örnek aldığınız birileri var mı?

Direniş üzerinden bakıldığında 1960’lardan başlayan bir protest müzik geleneği var. Aslında tam da o yıllarda daha yeni yeni olgunlaşmaya başlayan Rock sound’u ve temaları ile birlikte harmanlanmış diyebiliriz protest müzik için. “Rock” derken eğlencelik “Rock’n Roll”u kastetmiyoruz tabii ki. Özellikle 1960 ile 70’lere İngiltere’de ağır sanayide çalışan emekçi kesimin yaşam koşullarını aktarma isteğiyle şekillenen ve köklerini de Afrika’dan dünyaya köle olarak yayılan insanların, seslerini duyurmak için kullandıkları Blues’dan Heavy Metal’e bir skala var burada. Ezilenlerin evrensel sesi bazen bir Blues ezgisiyle derdini insanların ruhlarına dokundururken pek çok zaman da başkaldırı ve isyanın demirden yumruğu oluveriyor Hard Rock ile Heavy Metal. Bu amaçla sesi ve enstrümanlarını bu yola adayan Bob Dylan’dan Joan Baez’e, John Lennon’dan Tom Waits’e, Black Sabbath’dan U2’ya, Rage Against The Machine’e o kadar çok örnek var ki gerçekten de saymaya kalksak ayrı bir yazı dizisi olur.

inha-direnisin-ortasindayim-1Müzikal anlamda etkilendiğiniz müzisyenler kimler?

Genel anlamda İNHA içerisinde her birimiz ayrı bir müzikal geçmişe sahibiz. Bu nedenle çocukluktan veya gençlikten beri bir arada bulunan gruplardaki gibi ortak bir etkilenim söz konusu değil bir anlamda. Ortaklaştırmaya çalıştığımız müzikal kavramlar ise, hissettiğimiz rahatsızlıkların, duyguların ve isyanın insanlara en güçlü şekilde nasıl ulaştırabileceğimiz üzerine. Bunun için de özel bir takım isimlere gerek yok aslında. Bir başkaldırıyı Ahmet Kaya’nın yolundan veya Cem Karaca’nın vurgusundan etkilenerek ifade edebiliriz, altyapısında ise Pink Floyd ile Deep Purple sound’unu harmanlayabiliriz. Öyle yerli yabancı takıntılarımız da yok, “müzik evrenseldir” klişelerimiz de. Müziğin kendisi bir evrendir, bizim amacımız da bu evrenin her türlü tınısını ve enerjisini insanlara aktarabilmek.

İlk videoyu sosyal ağlardan yayınladınız, başka klipler de gelecek mi? Süreç nasıl ilerliyor? Videoda ilginç çekimler var bunlardan da bahsetmek ister misiniz?

Başka klipler de gelecek diye umuyoruz, işten güçten fırsat bulabilirsek… Bu iş-güç konusu önemli, sürecin epey yavaş işlemesine yol açıyor. Sonuçta hepimiz başka alanlardan ekmek yiyoruz.

Klipte bilinçli olarak yüzümüzü kapattık. Öncelikle İNHA sadece an itibariyle grupta bulunan kişilerin toplam ismi değil, bir kolektif sanat üretim sürecinin adı, yani bugün biz varız, yarın başkaları olur ve müzikle direniş devam eder. Ayrıca yüzün kapatılması iç güvenlik yasasıyla eylemlerde yüzünü gizlemenin direkt vurulma nedeni haline getirilmesine bir tepki.

İlk klipteki videolar sokakta kendi çektiklerimiz. “Kendi” derken sokağın haberini yapan, başkalarına taşıyan tüm kişilerden oluşan bir “biz”i kastediyoruz. Müzik de görüntüler de sokaktan, hayattan, hatta hayatın tam ortasından denebilir. Eminiz ki o sokaklarda nefes almış, ses çıkartmış herkes de kendinden birçok şey bulacaktır.

Rock bir performans müziği, sizi nerelerde dinleyebiliriz?

Bizim şarkılar pek barda çalınıp göbek atılacak cinsten değil. İNHA olarak konserlerde, müziğe de yer veren eylemlerde çalacağız gibi görünüyor ki bu işin doğası gereği insanların erişemeyeceği sahnelerden çok insanların içerisinde olmamızı gerektiriyor. Bu yönde birtakım çalışmalarımız ve girişimlerimiz de sürüyor bu aralar. Öyle bir durumda sosyal medyadan, haber kanallarımızdan, bir şekilde ilgilenen kitlenin haberi olur.

inha-2Belki biraz da esinlenme ve şarkıya dönüştürme sürecinden bahsetmek istersiniz. Bir şarkı nasıl oluşuyor ve nasıl kayıt alınıyor?

Birisi Erkan Oğur’u “Besteleriniz ne kadar güzel” diye övmüş, Erkan Oğur da “Çalınmıştır kulağımıza bir yerlerden” demiş diye rivayet edilir. Şarkı, bazen bir fikir olarak, bazen söz, bazen müzik olarak yaşadığımız hayattan kulağımıza çalınıyor. Önce kişilerde, sonra grupta pişiyor, olgunlaşıyor, yapılanıyor… Bir noktada “Tamam, oldu bu, daha fazla kurcalarsak b.ku çıkar” diyoruz. Şarkı olmuş oluyor. Gerisi teknik detaylar ve rötuşlar.

Dediğimiz gibi canımızı sıkan şeylerden bahsediyoruz. Yazdığımız veya okuduğumuz bir haber, gördüğümüz bir fotoğraf, katıldığımız bir eylem, yaşadığımız bir olay bizi etkiliyor. Bazen hisler yoğunlaşıyor, yazılama oluyor, bazense enstrüman eşliğinde birimizin evinde şarkıya dönüşüyor. Sonra biraz önce söylediğimiz gibi herkesin katkısıyla son halini alıyor.
Kayıtları evde, kolektif çabamızla yapmayı tercih ediyoruz. Derdimiz çoğunlukla sistemin dayattıklarıyla ve sistemin ta kendisiyle olduğundan mümkün olduğunca sistemin dışında kalmaya çalışıyor, teknik olarak kendi kendimize yetmeye çabalıyor ve sınırlarımızı zorluyoruz. Öyle ahım şahım profesyonel ekipmanlarımız yok, sahip olduklarımızı sırtlanıyor, bulamadıklarımızı da oradan buradan ödünç alıp bir eve kapanıyoruz. Ortada bir sürü kablo, cihaz ve bolca kaos falan. Yapabildiklerimizi analog, olamayanlarını da dijital olarak tek tek kanal kayıt yapıyoruz. Eli bilgisayar tutan arkadaşlar mix mastering işlerini hallediyor.

Not: Fotoğraflar Seyr-i Sokak arşivinden kurgulanan “Direnişin Ortasındayım” klibinden alınmıştır.

İNHA’nın Facebook sayfası için lütfen tıklayın.

Erciyes Yüksek İrtifa Kampı: Doğanın içinde geçen şahane bir hafta

Türkiye’de Triatlon’u tanıtmak, yüksek irtifadaki yarışmalara uyum, Kuşadası Triatlonu ve Gloria Ironman gibi yarışmalara hazırlık amaçlı düzenlenen Erciyes Yüksek İrtifa Triatlon Kampı 10-17 Eylül tarihleri arasında Kayseri Erciyes’te gerçekleştirildi.

Triatlon Antrenörü Cahit Burak Korel’in düzenlemiş olduğu kampta Triatlon Milli Takım antrenörlerinden Mert Onaran ve Alper Köksoy, spor eczacısı Ayşegül Birlik; bilgi ve tecrübelerini kamp boyunca antrenmanlar, seminerler ve workshoplar aracılığıyla sporcularla paylaştılar. Ben de bu organizasyonda sporcu diyetisyeni ve sporcu olarak yer aldım. Açıkçası amacım sadece spor ve iş yapmak değil; bunları yaparken doğanın merkezinde de olmaktı.

İç Anadolu’nun en yüksek dağı olan Erciyes Dağı yerbilimciler tarafından “Uzaklaştıkça yakınlaşan, yakınlaştıkça uzaklaşan dağ” olarak tanımlanıyor.

Erciyes Dağı, 3916 metre ile Aladağlar Dağ Sırası’nın en yüksek zirvesine sahip. Erciyes taraflarına gittiğinizde gözünüze ilk çarpan da bu zirve oluyor. Bu dağın dikkat çekici başka bir özelliği ise zirvesindeki oksijen azlığı. Deniz kenarında yaşayanlar için iyi bir uyum çalışması olan kamptaki antrenmanlar en yüksek verimle gerçekleştirildiler; her sporcu ile birebir ilgilenen antrenörler, her akşam kritikler yaparak gelecek yarışmalara hazırlık bağlamında önemli konulara değindiler.

Kampta bisiklet, koşu ve yüzme antrenmanları yapıldı. Bisiklet antrenmanları pürüzsüz ve neredeyse araçsız uzun bir yolda gerçekleştirildi. Koşu antrenmanları göl kenarında; yüzme antrenmanları ise kalınan otelin havuzunda yapıldı.

Bisiklet ile yokuş antrenmanları
Bisiklet ile yokuş antrenmanları

Kamplarda, antrenmanların dışında  bir ilk gerçekleştirildi. Beslenme ve diyet uzmanı gözetiminde sporcuların vücut analizleri yapıldı, yorumlandı. Triatlon’da beslenme eğitimleri verildi. Ayrıca Türkiye’ye spor eczacılığını tanıtan önemli bir isim olan eczacı Ayşegül Birlik, sporcuların besin takviyeleri ve medikaller konularında bilgilendirmeler yaptı. Antrenörlerden Mert Onaran ve Cahit Burak Korel, triatlon yarışmaları ve antrenmanlarına dair tecrübelerini paylaştılar. Kamptaki bütün sunumlarda triatlonda beslenmenin yanı sıra antrenman bilgisi temelinde her konu ayrı ayrı ele alındı.

soldan sağa - Triatlet İlker Yorgancıoğlu, ben, Triatlon Milli Takım antrenörü Mert Onaran, triatlon ve IRONMAN antrenörü ve kampı düzenleyen Cahit Burak Korel, fotoğrafın alt kısmı - Triatlon Federasyonu Alt Yapı Sorumlusu Alper Köksoy
Soldan sağa – Triatlet İlker Yorgancıoğlu, ben, Triatlon Milli Takım antrenörü Mert Onaran, triatlon ve IRONMAN antrenörü ve kampı düzenleyen Cahit Burak Korel, fotoğrafın alt kısmı – Triatlon Federasyonu Alt Yapı Sorumlusu Alper Köksoy

Erciyes; kış sporları, dağcılık faaliyetleri ve diğer doğa sporları ile ilgili olarak tam bir outdoor cenneti. Kayak pistleri, kros parkurları, dağ bisikleti ve downhill alanları  keşfedilmeye ve gezilip görülmeye değerler. Kayseri Erciyes A.Ş.’deki yetkililerden öğrendiğimiz kadarıyla dağcılık faaliyetleri için de çalışmalar devam etmekteymiş; kayalarda tırmanış rotaları çizilmeye başlanmış. Ayrıca Erciyes’te Hisarcık, Hacılar, Develi, Tekirkapı arasında bir bisiklet ve ATV rotası var. Buralarda müthiş manzaralar mevcut.

Sporcuların vücut analizleri ve vücut ölçümlerini yaparken
Sporcuların vücut analizleri ve vücut ölçümlerini yaparken

Erciyes’ten bahsederken değinmemiz gereken bir başka konu: Erciyes, pek çok kış turizmi merkezine göre daha ucuz. İnsanların sıcak karşılaması ise tekrardan gitmek için bir başka neden. Biz kamp ekibi olarak Erciyes’ten çok güzel diyaloglar eşliğinde ayrıldık. Eğer kendinizi doğanın içinde bulmak istiyorsanız, Erciyes’e en az bir defa uğramalısınız.

Bisiklette drill antrenmanları
Bisiklette drill antrenmanları
Tekir Gölü kıyısında koşu antrenmanları
Tekir Gölü kıyısında koşu antrenmanları
Erciyes doğa sporları ve kış sporlarına elverişli bir doğaya sahip.
Erciyes, doğa sporları ve kış sporları için elverişli bir doğaya sahip.

Shakespeare yaşıyor: İzmir 4 Ekim günü Shakespeare’i anıyor

1

Ölümünün 400’üncü yıl dönümünde dünyaca ünlü edebiyat dehası Shakespeare sanat çevresilerinde değişik etkinliklerle anılıyor.

Shakespeare İzmir’de, Yaşar Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü ve British Council işbirliği ile hazırlanan “Shakespeare Yaşıyor” temalı konferans ile anılacak.

shakespeare-live4 Ekim Salı günü 10.00 – 18.00 saatleri arasında Yaşar Üniversitesi Selçuk Yaşar Kampüsü’nde düzenlenecek olan konferans üç oturumdan oluşacak:

İlk oturumda Türkiye ve Birleşik Krallık’tan birer konuk açılış konuşması yapacak. İkinci oturumda “Walking Cities” programıyla ilgili konuşma gerçekleştirilecek. Son oturumda ise Yaşar Üniversitesi ve Türkiye’nin dört bir yanından katılan üniversitelerin konuşmacıları yer alacak.

Katılım ücretsiz, simültane çeviri yapılacak

Girişlerin ücretsiz olduğu konferans boyunca İngilizce-Türkçe, Türkçe-İngilizce simültane çeviri ve işaret dili çevirisi de yapılacak.

Edebiyat ve Shakespeare severlerin kaçırmaması gereken bu konferansa tüm İzmirliler davetli.

30’larına gelmeden hayata veda eden starlar

1

Onlar kimilerine göre aşırı doz uyuşturucudan, kimilerine göre ise müzik sektörünün iğrenç ikiyüzlülüğünden, ticari baskıdan ya da şöhretin dayanılmaz ağırlığından dolayı erken ölmeyi seçtiler, buna zorlandılar, öyle ya da böyle bir şekilde bu yola girdiler.

otuzlarina-gelmeden-hayata-veda-eden-starlar-3

Jim Morrison, Kurt Cobain, Amy Winehouse, Jimi Hendrix, Janis Joplin, Kristen Pfaff, Bryan Ottoson,Dickie Pride, Sean Patric Mccabe, Gary Thain, Jeremy Ward, Layne Stayle, Alexander Baslachev, Peter Ham… 

Birçok gazetede 27 yaş kervanına katılan ya da 30’unu göremeden ölenler listelerini süslediler.

Albert Camus‘un “Tek felsefi sorun intihardır” sözünü doğrularcasına, onlar öldüğünde, intihar beynimize sert bir yumruk indirdi. İntihar onların şöhretlerine şöhret kattı, fakat genç yaşta ölen bu insanların, şöhret, insanlar, hatta intiharın kendisi bile çokta umurlarında değildi.

otuzlarina-gelmeden-hayata-veda-eden-starlar-1

Sıradan insanlar, gündelik hayatlarının kaygılarını taşıyıp standart, güvenli ve huzurlu hayatlarını sürdürürken onlar kıyak kafaları ve sanatın özgürleştirdiği ruhlarıyla şeytan enselerindeyken mal aradılar ya da edebiyatın, müziğin ilham perileriyle sarmaş dolaş orada burada sızıp kaldılar. Diğerlerinin biraz iç geçirip biraz da hayranlıkla dinlediği birçok efsane grubun gitaristi, solisti genç yaşta öldüğünde bu konu onların ancak bir süre ilgisini çekti. Daha sonra ise o grubun albümleri gibi imrenilen yaşamları da rafa kaldırıldı.

otuzlarina-gelmeden-hayata-veda-eden-starlar-4

Bireyin toplum içinde olması gereken yer ve birey, yavaş yavaş eşleşirken, mağaranın özgür çocukları huzurlu ve güvenli bir yaşlılık hayalini yıktılar. Yine de Alice‘nin, Chain‘in solisti ve söz yazarı Layne Stayle‘nin sözünü hatırlatmakta fayda var. ”Uyuşturucular, aydınlığa ulaşmanın bir yolu değildir. Onlar sizi masalsı bir dünyaya değil, acı çekmeye sürükler.”

otuzlarina-gelmeden-hayata-veda-eden-starlar-2

Elbette onların yetenekleri, unvanları uyuşturucuya ya da alkole bağlı değildi. Birçoğu korkunç hayatlar yaşadılar. Yeteneklerini kimi zaman bir lanet olarak gördüler. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir şeydir. Ama insan, bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, işte o zaman yaşamını tam olarak kendi egemenliği altına alabilir. Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı yaratıcılığa, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir.

otuzlarina-gelmeden-hayata-veda-eden-starlar-6

“Ben dünyama egemen olabilmeyi edebiyatla öğrendim.” der, Tezer Özlü. Onlar da arkalarında sağlam müzikler, dahiyane şarkı sözleri, romanlar, şiirler, resimler bırakıp gittiler. Mağaranın özgür insanları içlerindeki öfkeyi, nefreti ve yıkıcılığı sanatın güzellikleriyle harmanladılar. Tüm bu şeylerin; hayatın, ölümün, iyinin, kötünün hepsinin ötesinde sanatın cennetinde acı çektiler, yoğruldular. Onlar bir bakıma yıkıcı ruha güvendiler, çünkü bu ruh aynı zamanda tüm hayatın kaynağıydı, sonsuzdu ve yaratıcı bir güdüydü.

Yersizliğin konteyner yüzü: Calais Jungle

Avrupa’nın kalbinde Fransa’da; Calais Jungle olarak adlandırılan mülteci kampında yaklaşık 9 bin mülteci Avrupa hükûmetlerinden yersizlik krizine dair çözümler bekliyor. İşte Calais Jungle’den kültür, sanat, yaşam ve inancın konteynerlere sıkıştırıldığı kareler;

yersizligin-konteyner-yuzu-3

Fransa’nın kuzeyinde bulunan Calais kampı, konteyner kent kurulmasının ardından Calais Jungle olarak adlandırılmaya başlandı ve yersizliğin Avrupa’da sembol mekanı haline geldi. Ancak burada yaşayan 9000 kişi sembol değil, onlar da bizim gibi insan.

Fransa hükümetinin geçtiğimiz yıl karar alarak kampın yarısını yıkmasının ve İngiltere hükümetinin Büyük Calais Duvarı‘nı inşa ederek insanların ülkeye girişini engelleme çalışmalarına rağmen Calais’de bir hayat var.

Fotoğraf Sanatçısı Jose Farinha bu yılın ilk yarısında Calais’i ziyaret ederek, günlük yaşamdaki her türlü felakete ve kötü koşullara rağmen çocukların oynadıkları, kültürün konteyner duvarlarına yansıdığı ve çeşitli inanç biçimlerinin bir arada var olabildiği kampı fotoğrafladı.

yersizligin-konteyner-yuzu-4

yersizligin-konteyner-yuzu-5

yersizligin-konteyner-yuzu-6

Calais mevcut konumunda kaldığı sürece, Avrupa’nın yersizlik sorunundaki başarısızlığın sembolü olmaya devam edecek.

yersizligin-konteyner-yuzu-7

Fransız Hükümeti bir süre önce kampı kapama kararı aldı, ancak asıl önemli soru olan ”Oradaki insanlara ne olacak?” sorusunu hala yanıtsız bırakıyor.  İngiltere ise ABD’de Trump‘ın ırkçı söylemlerinin ötesine geçemeyerek duvarı inşa etti.

yersizligin-konteyner-yuzu-8

İşte yaşamın kötü yanını Avrupa’nın göbeğinde gözler önüne seren Calais’den kareler

yersizligin-konteyner-yuzu-9

yersizligin-konteyner-yuzu-10

yersizligin-konteyner-yuzu-11

yersizligin-konteyner-yuzu-12

yersizligin-konteyner-yuzu-13

yersizligin-konteyner-yuzu-14

yersizligin-konteyner-yuzu-15

yersizligin-konteyner-yuzu-1

Kaynak: fastcoexist

Yüksek doz hüzün ve keder: Nick Cave’den 39 dakikalık bir ağıt

0

Nick Cave’in yeni albümüne, bir yıl önce yaşamını kaybeden oğlunun ölümü damgasını vurmuş adeta. Yeni albümde bu acıya müzikle direnmeye çalışan bir babanın, 39 dakikalık hüzün ve keder dozu yüksek ağıtına tanık oluyoruz.

Nick Cave & The Bad Seeds, Skeleton Tree isimli yeni stüdyo albümünü 9 Eylül’de yayınladı. Nick Cave ve grubu, 2013 yılında piyasaya sürülen Push the Sky Away LP’sinden bu yana sessizdi. Cave en son 2014 yılında doğum günü şerefine dünya üzerindeki yirmi bininci gününü konu alan biyografik filmi ile hayranlarına ulaşmıştı.

nick-cave-2

2015 yılının Temmuz ayı ise Nick Cave’in belki de hayatının en kötü dönemi idi. 59 yaşındaki müzisyenin oğlu Arthur Cave, Brighton yakınlarındaki bir uçurumdan düşerek hayatını kaybetti. Polis raporuna göre akşam saat 18.00 sularında Ovingdean’de şuuru kapalı olarak bulunmuştu Arthur, ilk müdahale çevredeki halk tarafından yapılmış, bölge hastanesine kaldırılmış ama kurtarılamamıştı. Oysa ki çok değil bir yıl önce Arthur, biyografik film olan 20,000 Days On Earth‘te de rol almıştı.

nick-cave-3

Hem hayatının hem de yeni albümün gidişatı değişti

Cave, oğlunun ölümünden önce esasında yeni albüm çalışmalarına başlamıştı. Grubun 16. albümü olan Skeleton Tree‘nin kayıtları 2014’ün son aylarında başlamıştı. Fakat 2015’in Temmuz’undan sonra hem Cave’in hayatındaki her şey hem de albümün gidişatı değişti. Şarkıların sözlerinden melodilerine her şey artık bambaşka bir tona bürünüyordu.

nick-cave-4

Bu acı olay Cave’in yeni albümüne tabii ki fazlasıyla yansıdı. Zaten halihazırda müziğin en karanlık kuytularından ses veren bir müzisyen olan Nick Cave ve grubunun müziklerindeki hüzün, acı, keder tonu bu yeni albümünde alabildiğine artmış durumda. Bu açıdan müzikalitesi yine yüksek ama dinlemesi oldukça zor bir albümle karşı karşıyayız.

Cave’in albümde yer alan şu dizeler, albümde nelerle karşılacağımızı gösteriyor: “İnsanlar değişmek istemezler. Ama değişmeliler. Bir gün öyle büyük bir felaket yaşarsınız ki ve sonra bakarsınız ki bir anda değişmişsiniz”. Kasvete dayanmaya çalışan bir babanın bu yolda müzikten ve sözlerden de yardım isteyişine, yardım alışına tanık oluyoruz adeta. Cave, bir nebze olsun iyileşebilmek için müziğe ve yeni albümüne sığınmış.

39 dakika süren bir ağıt

Albüm, albümden yayınlanan videolardan da biri olan “Jesus Alone” ile açılıyor. Cave, albümde Arthur’un ölümüne bir gönderme ile başlıyor; “You fell from the sky, crash-landed in a field near the River Adur”, gökyüzünden düşüp yine gökyüzüne yükselen bir cana sesleniyor. Bu şarkıdaki tempo ise albüm boyu karşılaşacağımız tempo. Sert gitarlar girmiyor, davullar ritmi tutup hızlandırmıyor albüm boyunca. İlk şarkının ardından gelen “Rings of Saturn”, ilk anlarından itibaren piyano atmosferiyle içine çekiyor dinleyeni. Ölümün önüne geçilemeyişini anlatıyor. “Girl in Amber” de piyanoyla synthesizer elele yürüyor. Albümün sonlarına doğru gelen “I Need You” albümün en vurucu hatta yıkıcı şarkılarından biri. İnsana üşüdüğünü hissettiren sözlere sahip. Cave, dünyaya kendi rızası dışında atılmış insanlığın yaşadığı derin anlamsızlığı anlatıyor bu şarkıda. Albümün kapanışını ise, albüme adını da veren “Skeleton Tree” ile yapıyor.

Biraz önce dediğimiz gibi zor bir albüm bu. Özen isteyen, dinlerken üzen, hüzün veren ama içine girince de bırakması zor bir albüm. 39 dakikalık bir ağıt.

Memlekette insan hayatının ne denli değersiz olduğunun kanıtı: Sully

1

Western filmleri ile tanıdığımız Clint Eastwood’un yönettiği ve Tom Hanks’in başrolünde yer aldığı Sully filmine bir tanım yapmak gerekirse, güzelim memlekette insan hayatının ne denli değersiz olduğunun kanıtı diye anlatılırdı ancak.

Gerçek yaşama dayanan filmde, pilot Sully Sullenberg’in 15 Ocak 2009’da, hareket halindeki uçağın motorlarına yığınla kuş çarpması sonrasında, uçağı eşi benzeri görülmemiş biçimde Hudson Nehrine indirmesi ve 155 yolcu ile mürettebatın burnu bile kanamadan kurtuluşunun hikâyesi anlatılıyor.

Konu itibarıyla aksiyon içerikli görünse de, filmde öyle abartılı patlama efektleri bulunmuyor. Yönetmenin amacı, eşi benzeri görülmemiş bir uçak kazasının nasıl olduğunu göstermekten ziyade, kazadan nasıl kurtulunabildiği üzerine gitmek gibi görünüyor. Bu nedenle döküdrama olmasa bile neredeyse bir belgesel titizliği ile olaya dair çok sayıda ayrıntı ve teknik detay seyirciye aktarılıyor.

Pekiştirmek için birkaç kez, Kaptan Sullenberg’in zihninde olay anına dönülüyor. Aynı sahnelerin gösterilmesi normal şartlarda olsa sıkıcı olacak olsa da, o kadar yolcunun burnu bile kanamadan nasıl böyle bir kazadan kurtulduğunu açıklamaya yaradığı için izleyici buna neredeyse ihtiyaç duyuyor. Eastwood, bir nevi, kendisini izleyici yerine koymuş, ben olsam burada şu ayrıntıyı tekrar görmeye ihtiyacım olurdu demiş gibi bir hava hâkim filmde.

Böyle bir filmde görsel kritikler animasyonlar üzerine olmalı diye düşünüyorum. Uçak canlandırmaları olabildiğince profesyonel olmakla birlikte, kuşların motora çarptığı esnadaki planlarda yapaylık kendi adıma rahatsız ediciydi. Uçağın suya çarpma sahnesinde belki daha detaylı çalışılabilirdi ama diyaloglar o eksiği kapatıyordu.

Bizi bizle yüzleştirecek bir film

Bütün bunların ötesinde filmin izleyici üzerinde bıraktığı etkiye gelecek olursak; sıradan bir izleyici bile, “Vay be nasıl bir kaza imiş” demekten öte, “Vay be ne iş bilmek ve nasıl bir sistemli çalışma imiş” dedi bana göre. Yönetmenin de buna meydan vermemek için özellikle olayı aksiyon görselliğinden uzak tuttuğunu düşünüyorum. Diyaloglar ve filmin yavaş seyri, özellikle Sullenberg’in Amerikan Federal Havacılık yetkilileri tarafından sorgulanması sırasındaki diyaloglarda bahsi geçen teknik detaylar da buna katkı sağladı. Tüm bu gerçekçi yansımalardan dolayı, “Uçak nehre indi, ıslanan bile olmadı!” başlığı ile dünya basınına yansıyan olayın, beyazperdedeki bu hali, izleyicinin zihninde, “Aynı olayda benim ülkemde olsa idi ne olurdu?” sorusunu doğurmuştur zannımca. Özellikle filmi izleyen Türkiyeli izleyicilerin, Türkiye’de insan yaşamının ne kadar ucuz olduğunu düşündüğüne eminim…

sully-film-afisiSiz deyin patlamalar ve sonrasındaki demeçler, ben diyeyim taciz ve tecavüz vakalarından ardından verilen kararlar… Siz deyin 2016 sosyal imkânlara ulaşamayan insanların yaşadığı sosyal adaletsizlikler, ben deyim kadrolaşma eğilimlerinin doğurduğu haksızlıklar ve intiharlar ve benzerleri derken, buradan Ankara’ya yol olur…

Ez cümle Sully belki sinemada kült filmler sıralamasındaki yapıtlardan olmayacak ama izlendiği tüm ülkelerde canlı yaşamının önemine dair sorulara kapı aralayacak, bizi bizle yüzleştirecek… Başarının mimarı Sullenberg’i, onu insan sevgisi ve iş disiplini ile yetiştirmekte katkıda bulunan herkesi, 155 yolcunun 24 dakikada kurtarılmasını sağlayacak bir sistemin zihin yapıcılarını tebrik ediyor, darısı başımıza demekten başka bir yol bulamıyorum…