Geçtiğimiz Ocak ayında kaybettiğimiz, efsanevi şarkılarıyla, aldığı filmlerdeki rolleriyle ve sıradışı tarzıyla gönüllerimize kazınmış David Bowie‘nin çok fazla bilinmeyen bir yönü daha vardı.
Bowie, bunların yanısıra bir ressamdı.
David Bomberg, Francis Bacon ve Francis Picabia gibi birçok sanatçıdan etkilenerek çizdiği karanlık ve güzel resimler bıraktı ardında.
Tarihdeki en iyi listelerinin çoğuna adını yazdırmış olan Bowie’nin resimlerindeki gizemli dokunuşları dikkat çekici, güçlü ve çok etkileyici.
Self-Portrait/Otoportre
Child In Berlin – 1977 / Berlin’de Çocuk – 1997
Self-Portrait/Otoportre
Berlin Landscape With JO – 1978 / JO ile Berlin Manzarası
Zenofobi; hoşlanmadığımız, rahatsızlık duyduğumuz, başka ülkelerden gelmiş veya dışlanmış insanlara duyulan korku için kullanılan bir sözcüktür. Amerika’da beyaz ırkın üstünlüğü düşüncesinde derinleşmiş bir korkudur.
Alan Pelaez LopezLatin Amerika’dan göç etmiş biri.Zenofobi hakkında yaşadıklarını ve fark ediş hikayesi anlatıyor. Yabancı korkusu hakkında yaşantılarından yola çıkarak bazen de kendini eleştirerek zenofobiyi ele almış yazısında. Yıllar önce zenofobik olduğu için, 9 Eylül saldırılarında Ortadoğulu göçmen yaşıtlarından Amerika’da olmayı kendini daha uygun bulduğunu söylüyor ardından ekliyor; Ortadoğu’yu ve özellikle Müslüman halkları terörist olarak görmek politik rejim ve medya tarafından öğretildi. Emperyalizm, savaş ve dış politika söz konusu olduğunda Birleşik Devletler hükümetinin nasıl yozlaşmış olduğunu ve medyanın nasıl programlandığını geç fark ettiğini belirtiyor.
İlkokuldayken Amerika’nın keşfi konusunda pilgrimlerin ilk ayak bastığı yere, sınıfla birlikte geziye gidiyor. Öğretmeni göç edenlerin ne badireler atlattığını ve nasıl zor koşullarda karaya ayak bastıklarını anlatıyor. Lopez, pilgrimlere saygı duymaya başladığını ve aylarca deniz üstünden seyahat etmenin onun için hayal etmesinin ne kadar zor olduğunu düşünüyor. Ona kitapçıktan bazı arkadaşlarının bilgiler okuduğunu hatırlıyor ve Amerikan kültürüne uygun olduğunu hissediyor ve ekliyor; “üstelik yoğun aksanıma, kıvırcık saçlarıma ve koyu renk gözlerime ve oradaki farklı ten rengine sadece ben sahip olmama rağmen”. Bütün sınıf pilgrimlerin mücadelesi ve cesaretini düşünürken bir kez bile olsun katledilen Kızılderilileri akıllarına getirmediklerini belirtiyor. Yerli halka soykırım yapılarak “kazanmak” onların “bağımsızlık” ve “özgürlük” tanımıydı işte onların epik hikâyesi!
“Pilgrimleri kutladığımızda genellikle beyazların üstünlüğünü kutluyoruz, beyaz insanlar dayanışma halinde oluyoruz ve katliamı tasdik ediyoruz” diyor Lopez. “Amerika kendini göç etmiş bir ulus olarak tanımlamıyor göçe bakış açısı ise söyle; göçü destekliyor ama sadece ülkeye gelen beyaz biriyse. Birleşik Devletleri’nde, insanların sahip olduğu koyu ten rengi yüzünden vahşiler, insan olmayanlar veya yarım insanlar türünden aşağılayıcı sözlerle tanımlanıyorlar son yıllarda ise ‘suçlu’ ve ‘yasadışı’ kelimeleri daha çok tekrarlanıyor. Göçmenler konusunda kölelik hakkında bile konuşarak ortalığı karıştırıyorlar çünkü onların sömürülmeyi içselleştirmelerini bekliyorlar. Kötü göçmene karşı iyi göçmen ikililiğimiz beyaz olmayanların suçlu olduğuna karşı beyaz ırkın üstünlüğü olduğu anlamına geldiğini fark etmemiz gerekiyor” sözleri de Lopez’e ait.
Lopez; ırkçılık ve zenofobinin birbirine karıştırılmaması gerektiğini de vurguluyor. Yakından ilişkisi var ama aynı anlamda değiller. Irkçılığın hüküm sürmesi için bir üstün ırk yaratmaya ihtiyaç duyduğunu belirtiyor; en akıllı, en iyi, en güçlü türünden ortaya bir anlatı yaratması ve bu görüşleri insanlara inandırması gerektiğini savunuyor.
Lopez’in kendi yaşadığı bir olay da şöyle: “Yurda belgesiz giren iki arkadaşım –Arnavutluk ve Romanya’dan- vardı kendilerinin Amerikalı olduğunu iddia edebilir ve güvende olabilirlerdi fakat beyaz olmayanlar için durum böyle değildir. Ben dışarıdan gelen bir yabancı olarak fark ediliyordum ‘Ülkemizden defol!’ gibi sözlere maruz kalıyor ya da ‘Yeşil kartını göster’ türünden şakalarla huzurumu kaçırıyorlardı. Zenofobi zulmün bir başka şeklidir beyaz üstünlüğünü özümsediğimiz için katılırız diğer ülkelerden gelen insanların bizden daha aşağıda, o insanların bizden daha az gelişmiş olduğuna ve Amerika’daki işleri çaldığına inanırız.”
Fotoğraf: Mark Wessels, Güney Afrika, Reuters
Zenofobiyle ilgili Lopez’in 6 örneği;
1) “Sınırlarımızı güçlendirmek zorundayız.” Bu cümle göçmenlerin topluma zararlı olduğunu varsayıyor ve başka ülkelerden belgesiz gelen insanlar kendilerine bir yer edinmekte zorlanıyorlar. Dış politika yüzünden yerinden edilen insanlar kendilerini hayatta kalmak için bazı işlerde çalışmak zorunda olurken buluyor.
2) “İngilizce konuşmayı öğren!” Birleşmiş milletlerin resmi dili olmadığını biliyor muydunuz? Bu yüzden diğer insanlara İngilizce öğrenmek zorunda olduğunu söylediğimizde beyaz üstünlüğünü ve sömürgeleşmeyi idame ettirdiğimiz bir yerden konuşuyoruz çünkü İngilizce Amerika’daki yerli dillerinden biri değildir.
Bununla birlikte, iki dilli olmayan müfredatta eğitime başlar, zenofobinin sömürgeci projelerinde zorla katılım gösteririz. Aslında eğitim sistemi İngilizce konuşmayanlar için bir sınır çizer.
3) “Müslümanlar teröristtir.” Suçlama, dışlama ve ötekileştirme Müslümanların doğrudan ve özellikle de göçmen Müslümanlar için zenofobinin bir çeşididir. İslamofobi çalışmaları gayrimüslimleri dogmatik bir biçimde korumaya çalışıyor bunu engellemek istiyorsak önyargılarımızı bir kenara bırakmalı ve İslam toplulukları hakkında bilgi almalıyız. Bunun için bazılinklermevcut.
4) “Gerçekten nerelisin?” Çoğu kez beyaz olmayan insanlarla nereli olduğuna dair muhabbet etmeyi düşünürüz ya da daha kötüsü gerçekten nereli olduğuna dair. Karşımızdaki kişiye güvenip güvenmeyeceğimize karar vermek için bu soruların gerekli olmadığını düşünüyorum.
Bu soru masum gözükebilir belki ama daha çok “Buraya ait değilsin” mesajı veriyor. En son ne zaman beyaz birine gerçekten buralı mısın diye sordunuz?
5) “X mahallesine gitmeyin, çok tehlikeli!” İnanın ya da inanmayın “tehlikeliler” hakkındaki algımız kasıtlı (veya değil) zenofobiden kaynaklanır. Şiddet hakkında konuştuğumuzda polis sirkülasyonun sayısı, yerel hükümet ve basın tarafından öğretilenlerden dolayı genelde göç alan yerler hakkında konuşuruz.
Bunlar çok acı, yaşadığım yerde bana da Pakistanlı ve Dominiklilerin yaşadığı mahalleye gitme denir, bu ifadeler zenofobiktir baskının bölgesel şekilde olmasından ziyade zulmü dayatmaktır.
6) “Diğerleri gibi değilim.” “Diğer Meksikalılar gibi değilim.” Bu sözcükler 15 yaşındayken ağzımdan çıkan sözcüklerdi. Hatırlıyorum, öğle yemeğinde arkadaşlarım bana Meksikalıysan kavgacı birisindir demişlerdi. Sadece “Evet” dedim ve ekledim “Diğer Meksikalılar gibi değilim.”
15 yaşındayken “İyi Meksikalı” olarak kendimi tanıtarak kendi toplumumdan uzaklaşıyordum. Maalesef bilinç kazandığımda kendi göçmen topluluğumda yüzlerce kez işittiğim bir ifadeydi.
Beyaz üstünlüğü yüzünden, beyaz olmayanlar özellikle göçmenler daima kendilerini açıklama yapmaya, yasallaştırmaya, ülkedeki basmakalıp ifadelerden beslenenlerden kendilerini korumaya çalışıyorlar.
İyi göçmen/ kötü göçmen ifadesine bir son vermeliyiz. Bu ikilemi aşmazsak, asla toplu olarak özgürlüğe ulaşamayacağız. Başkalarını anlamanın ve düşüncelerimizi bağımsızlaştırmanın tek yolu budur.
Geçtiğimiz 11 Mart, Fukuşima nükleer felaketinin beşinci yıldönümüydü. 2011 yılındaki vahim olaydan beri, Japonya ve ABD sızıntının yarattığı kalıcı zararları inkâr etmeye devam ediyorlar.
Lakin şimdiye kadar gerçekleşmiş ve olayla bağlantılı olan yaklaşık 8 bin insan ölümü ve doğal hayatı etkileyenanormal mutasyonların üzerini örtmek oldukça zor.
Geçtiğimiz yıl Japonya’dan bildiren Twitter kullanıcısı @san_kaido, Fukuşima Nükleer Reaktörü’nün yakınından mutasyona uğramış bir papatya fotoğrafı yayınladı. İlk başta fotoğrafın üzerinde değişiklik yapıldığı düşünülse de papatyaların varlığı bölgeyi ziyaret edenler tarafından da doğrulandı.
Ancak bu papatyalar buz dağının görünen yüzü: nükleer radyasyon bölgedeki doğal yaşam üzerinde büyük zararlar bırakmış. Her geçen gün radyasyonun korkutucu etkilerini gösteren görüntüleri paylaşan insanlar, devletin endişelenilmemesi gerektiği yönündeki açıklamalarını da yalanlar nitelikte.
Elbette radyoaktif sızıntıdan etkilenenler sadece bitkiler değil. Depremden kısa bir süre sonra mutasyona uğramış pek çok hayvan bulundu. Aşırı radyoaktivite sebebiyle kulaksız doğmuş olan tavşanın videosu kısa sürede yayıldı:
Muğla’nın Akyaka mahallesinde geçtiğimiz Perşembe günü ilk belirlemelere göre 32 adet köpek zehirlenerek öldürüldü. Mahalle sakinlerinin verdiği bilgiye göre, bölgede her turizm sezonu başlangıcında bu tarz olaylar görülüyor.
Akyaka’nın Sesiadlı blog sitesinde Pınar Dinlemez’in yazdığı kötü haber bir okurumuzun mesajıyla bize ulaştı. Seri cinayet, Muğla’nın Akyaka Mahallesi’nde 24 Mart Perşembe gününü cumaya bağlayan gece meydana geldi. Zehirlenen köpeklerden beşi ailesi olan köpeklerdi. Gökova Medika-Vet Hayvan Hastanesi’nde tedavi altına alınan köpeklerden biri kurtarılamazken diğer 4 aileli köpeğin tedavisi sürüyor.
Veteriner Göksel Bayramlı’nın Dinlemez’e verdiği bilgiye göre hayvanlar tavuk etine karıştırılmış “Lanet 90” adlı tarım ilacıyla zehirlendi. Akyaka sakinlerinin ifadelerine göre zehirlenme vakalarının çarşamba gecesinden itibaren görülmeye başlandı.
Akyakalılar, mahallede ikamet etmeyen şüpheli kişilerin ellerinde tavuk ve kemik dolu poşetlerle civarda gezerek hayvanları beslemeye çalıştıklarını, kendilerinin de bu şahısları uzaklaştırdıklarını anlattı. Her turizm sezonu başında bu tür hayvan katliamlarının yaşandığını belirten Akyakalılar; “Bu vahşeti her kim yapıyorsa ortaya çıkarmak için elimizden ne gelirse yapacağız. Bunların hepsi Belediye kontrolündeki hayvanlar. Kimseye zararları yok. Yazlıkçıların alıp sokağa attıkları hayvanları Akyakalılar bakıp besliyor. Bu vahşete sessiz kalmayacağız. İmza kampanyası, yürüyüşlerle tepkimizi göstereceğiz. Faillerin bulunması ve gereken cezayı almaları için mücadele edeceğiz” dediler.
Katliam, Gökova Ekolojik Yaşam Derneği (GEYDER), Hayvan Hakları Federasyonu (HAYTAP) ve Akyaka Sokak Hayvanları Derneği gibi sivil toplum kuruluşlarını da harekete geçirdi. Dernekler faillerin bulunması için suç duyurusunda bulundu. Akyaka Belediyesi ilk başta vakanın “faili meçhul” olduğunu ve konu hakkında yapılacak bir şey olmadığını belirtse de, tepkiler üzerine olay yerine belediye veterinerini gönderdi. Veteriner ve jandarmanın çalışmaları sürüyor.
*Başlık görseli temsilidir; tüm köpekleri canlı, mutlu ve sağlıkı görmek istiyoruz! Kanlı, ölü ve perişan değil!
Birçok ünlü kalemin sürgüne gönderildiğini duymuşuzdur. Sürgün meselesinde ilk aklımıza gelen, yüksek kesimlerin rahatsız oluşundan ötürü olageldiğidir. Sürgünün bir yazar için ölümden bile daha fena olduğu aklımıza gelmez. Gelin bir düşünelim! Fakat düşünürken kendimizi 19’uncu yüzyılın şartlarına adapte edelim.
Elinizde hükûmet tarafından yazılan sürgün kararınız… Yaşadığınız şehirden apar topar aynı gün içinde gitmek zorundasınız. Üzerinize çevrilen düşmanca bakışlar, gidişinizin ardında havaya zafer kadehleri kaldırıyor. Günlerinizi, dakikalarınızı ilgiyle harcadığınız, belki de hayatta tek değer verdiğiniz yazma işi artık yasak… Rahatlığın ve eğlencenin yer edindiği şehrinizden sıcak suyun dahi bulunmadığı bir yere gönderiliyorsunuz. Ne hissederdiniz? Biraz nefret, fazlasıyla hüzün…
Milletinin gidişatını yakından takip etmek isteyen bu çaresiz kalemler, zorunlu yer değişiklikleriyle aktrislerin yaşadığı büyük şehirlerden, haydutların gezdiği küçük kentlere gönderiliyordu. İşte biz bu yazımızda yirmi yaşındaki Aleksandr Puşkin’e sürgün yolunun nasıl açıldığını işleyeceğiz. Henüz liseyi yeni bitiren bu gencin halkı nasıl kasıp kavurduğunu hayretler içerisinde okuyacağız. Onun o gözü karalığıyla kimlere kafa tuttuğunu hayranlıkla birbirimize anlatacağız.
Saat gece yarısını çoktan geçmiş, şehirdeki parlak ışıkların yerini zifiri karanlık almıştı. O gece Büyük Petro tarafından kurulan Petersburg şehrinde çıt çıkmıyordu. Küçük parlak kâğıtların döküldüğü, kırık camların etrafa saçıldığı caddeler boştu. Neva Bulvarı’ndaki küçük esnaf rengârenk balonlar asılı dükkânlarından evlerine dağılmıştı. Sokaklardaki muhafız taburları nöbet yerlerinde değil, meyhanelerde sızmıştı. Caddelerde bekçilerin kulak tırmalayan düdük sesleri duyulmuyordu. Başıboş köpekler çimlere uzanmış, Petersburg kentinin bu hayret verici görüntüsünü süzüyordu. Haklılardı aslında. Petersburg şehri kurulduğundan bu yana ilk defa bu kadar sessizdi. O, sabahlara kadar ışıkları sönmeyen, bağrışlarıyla etrafı inleten kente ne olmuştu? Gelin, buna cevap vermeden önce İmparatorluk sarayını bir ziyaret edelim. Şehrin merkezinde yüksek tepelere çıktığınız zaman sizi selamlayacak olan, kubbeleriyle dikkat çeken bir saray duruyordu. Hisarlarına asılı bayraklar, özgürlük naraları atıyordu. Bu saray kanlı sahnelerin yaşandığı, tüm görkemiyle ayakta duran Mihailov Sarayı’ydı.
Mihailov Sarayı’nın belki yüzlerce penceresi vardı fakat o gece yalnızca birinin ışığı yanıyordu. Bu sarayda sabahleyin bir bayram havası esmişti. Kutlamalar ve doyasıya eğlence… Saraydaki herkes hatta bütün şehir Fransız askerlerinin ülkelerinden çekilişini kutluyordu. Savaş bitmiş, Napolyon kaybetmişti. Kazanan halktı. O halde Rus geleneklerine göre sabaha kadar eğlenmeleri gerekecekti. Ve böyle de olmuştu. İçilen içkilerin, atılan zafer nidalarının haddi hesabı yoktu. Zafer kutlamalarının sonucunda sarhoşa dönen saray efradına izin verilmiş, bu gece kimsenin çalışmamasına karar verilmişti. Peki, ama o ışığı yanan pencerede kim oturuyordu? Neden uyumamıştı, gecenin bu saatinde ne düşünüyordu?
Altın kaplama sandalyelerle çevrili, büyük cam masanın karşısında, ellerini başının arasına almış bir adam oturuyordu. Başı dik omuzları genişti. Yuvarlak yüzlü, ince burunlu ve sarışın olması onu bir Rus’tan çok Alman’a benzetiyordu. Koltuğu kaplayan geniş vücuduna, yüksek yakalı pahalı geceliğine ve kalın parmaklarıyla içkisini yudumlayışına bakılacak olursa bu adam haşmet sahibiydi. Bacak bacak üstüne atışında bir zafer edası vardı. Bir asilzadeyi andıran hareketleri, onun önemli bir adam olduğuna işaret ediyordu. İnce dudaklarına yayılan gülümsemede bir sır gizliydi. Fransız askerlerini soğuktan kırıp geçiren adam… Rusya’nın kurtarıcısı… Bu adam hiç kuşku yok ki Çar I. Aleksandr idi. Tüm Rusya’nın uykuya gömüldüğü gecede zaferini yalnız başına votkasını yudumlayarak kutluyordu.
I.Aleksandr, Napolyon’u kesin bir mağlubiyete uğrattıktan sonra kendini herkesten, her şeyden üstün görmeye başlamıştı. Bu savaşta önemli işler yapmış generallerini bile yanına yaklaştırmıyor, onları görmezden geliyordu. Kendini Hristiyanlığın koruyucusu, dinin son neferi olarak kabul ediyordu. Fakat o gece Aleksandr’ın düşündüğü şey yalnızca kazandığı zafer değildi. Onu asıl düşüren, uykusuz bırakan Rus insanıydı. Evet, I. Aleksandr Rus insanını sevmiyordu. Ona göre Rus insanı çorak bir tarlaydı. İşe yaramazdı, tembeldi, sarhoştu… Onu işlemek, verimli hale getirmek gerekiyordu. Bu yolda çok şey düşündü. Monarşinin kendisine kattığı gücü kullanmazdı. Çünkü gençliğinde tanıştığı hürriyetçi düşüncelere aşıktı. Peki, ama ne yapabilirdi? İşte Aleksandr bu ikilem arasında yavaş yavaş hissizleşiyordu. Ülkesi adına okuduğu her kitapta, verdiği her kararda monarşinin-bataklıktan farksız- kendisini içine çeken zorbalığına yavaş yavaş teslim oluyordu. Üstelik yapmayı düşündüğü reformlarla ülkesinin gideceği yolu göremeyecek kadar kör olmuştu.
“Sanki dünya kudretlileri karşısında yalnız iki yol vardı: ya sıkı düzen içinde saltanat sürmek, şiddet, düpedüz krallık kuvveti yahut sevgi içinde tahttan el çekmek.”
I.Aleksandr kendisine sunulan reform önerilerinde aradığını bulamıyordu. Ta ki eski bir kütüphanede General Servan’ın kitabını okuyana kadar. Bu kitapta askeri koloniler kurulması öneriliyordu. Aleksandr kararını vermişti: Rusya’yı Alman disipliniyle ayağa kaldıracaktı. Bu iş için en sağlam adamını yanına çağırdı: Arakçeyev.
“Arakçeyev, imparatora bir tanrı gibi tapıyordu. Çarın odasına titreye titreye, istavroz çıkararak girerdi. Devlet parasını çalmazdı. Has müşavir olması için başka ne lazımdı.”
Aleksandr’ın askeri kolonileri öncelikli olarak bir köyde denenecekti. Bu reform kısaca köylünün disiplin altına alınarak, savaş zamanı cephede, barış zamanında ise tarlada devlet yararına çalışmasıydı. (Eh bu iş için de sıkı bir askeri disiplin gerekiyordu.) Aleksandr böylece ürettiğini tüketen bir toplum oluşturmaya çabalıyordu. Bu işin yürütülmesinden sorumlu olan isim Arakçeyev’di. Arakçeyev, imparatora karşı yumuşak başlı gibi görünse de Rus halkına karşı son derece zalim ve gaddardı. Çarın emrettiği işleri yapmayanlar, Arakçeyev tarafından şiddetli cezalara çarptırılıyordu. (O dönemin yazarları Arakçeyev’in I. Aleksandr’ın gözüne daha fazla girebilmek için masum birçok köylü kadını, hiçbir sebep göstermeksizin kırbaçlattığını söyler.)
Ve gün geldi köylüler bu eziyete daha fazla katlanamadı. İsyan başlattılar. Fakat bu isyan I. Aleksandr’ın meşhur sözüyle nihayet buldu. “Petersburg’la Çudov cesetlerle örtmek zorunda da kalsam askerlik kolonileri yaşayacaktır.” Ve dediği gibi de oldu. Aleksandr’ın kendi deyimiyle “Almanlaştırma” projesi tam bir katliam örneğiydi. Rus köylerinin mis kokulu yeşil çimleri artık kan kokusunun hüküm sürdüğü kırmızılığa boyanmıştı…
“I.Aleksandr’la Arakçeyev, eserlerini pek beğeniyorlardı. Öyle ya, memleket yararına çalışmıyorlar mıydı? … Hem ahlak hem kazanç! Hem tutumluluk hem medeniyet!”
Her geçen gün “disiplin” adı altında binlerce kişiyi kırıp geçirmelerine kim dur diyecekti? “Rus insanını adam ediyoruz” hakaretini bir övünç kaynağı olarak gösteren bu iki katile kim haddini bildirecekti?
1819 yılının ilk çeyreğinde Rusya’nın önde gelen isimleri, bu baskı reformuna şiddetle karşı çıkmışlardı. Seslerini duyurmak isteyen küçük topluluklar çarın adamları tarafından dağıtılıyordu. O halde bu işi gizli yollardan yapmak gerekecekti. Gençler üniversitelerde, yazarlar büyük yalılarda, bir zamanların seçkin askerleri ise kışlalarda toplanıp, Aleksandr’ın baskı planlarını kırmak için sayısız suikast planı hazırlıyordu. Ne yazık ki bu yapılan planlar, birlik olunamaması neticesinde taslak olmaktan kurtulamıyordu. Sanki onlara yılmayan bir sözcü, yediği her yumruktan sonra ayağa bir öncekinden daha hırslı kalkan bir boksör lazımdı…
“Bu kanundışı dernekler, hiçbir ortak planla, hiçbir beraberlik programıyla birbirine bağlı değildi… sadece Rusya’yı sevmede, Arakçeyev’den tiksinmede birleşiyordu.”
Bu reform karşıtı toplanma yerlerinden en meşhuru ünlü yazarların evinde faaliyet gösteren Yeşil Fener adındaki edebiyat topluluğuydu. Bu topluluğa gelecekte adından söz ettirecek olan genç isimler katılıyordu. Zamanın ünlü politika yazarı Turgenyev, tiyatrocu Tolstoy, dekabrist Puşin, grubun haşarı çocuğu şair Puşkin, ateşli asker Çadayev ve bu grubun yaratıcısı Vsevolojski… Yirmiye yakın genç haftanın belirli günlerinde yeşil bir fenerin altında toplanıp sohbet ederlerdi. Bu sohbetler genellikle lakayt bir hava içerisinde geçerdi. Grubu biraz da dönemin şairlerinden olan Kukhelbecker’den dinleyelim:
“Edebiyat hakkında az kadınlar hakkında uzun uzun konuşulurdu… Bu dernekte başıboşlukla bol bol kuvvetli içkiler hüküm sürüyordu.”
(Solda Turgenyev, sağda Jukovski)
Aslına bakacak olursak Yeşil Fener üyeleri sadece serseri gençlerden oluşmuyordu. Yeşil Fener o dönem için “özgürlük yolunda çalışan gençlerin dinlenme yeri” olarak tanımlanıyordu. Gündüzleri hükümetin zorbalıklarına söz ile saldıran gençler akşamları buraya gelip kafa dağıtıyordu. Arakçeyev’in kalplerini sızlatan zalimliklerini sert içkiler ve güzel kızlarla unutmaya çalışıyorlardı.
“İçtikleri her bir kadehten sonra çara ve onun ülkelerini sürüklediği yola lanet okuyorlardı.”
İlerleyen günlerde Yeşil Fener üyelerinden bazı gençler kendi aralarında dekabrist (ihtilalci) bir grup kurmuşlardı. Artık hızlı hareket etmeleri, bu zulme bir an önce “dur” demeleri gerekti.
“Rus köylerinden gelen acı haberler hele o, babasız kalmış çocukların gözyaşları, gençlerin damarlarında akan ateşli kanı daha bir yakıp kavuruyordu…”
Bu gizli çevreye sadece güvendikleri sadık adamları aldılar. Puşkin’in liseden arkadaşları Delvig ve Puşin, yazar Turgenyev’in evinde subaylarla bir araya gelip Rusya adına ateşleyici konuşmalara önderlik ediyorlardı. Politika tartışmaları, gizli planlar ve geleceği kurma yolundaki hedefleri onları şimdiden çara karşı “suikastçi” yapmıştı. Lakin hürriyet düşkünü Puşkin bu ciddi konuşmalara çağrılmıyordu. Aslında Yeşil Fener üyeleri onu çok seviyor fakat onu aralarına almak istemiyorlardı. Çünkü Puşkin dilini tutamayan, söylediğini sakınmayan bir gençti. İhtilalci gençler, Puşkin’i “başımıza işler açabilecek, söylediği tek kelimeyle hazırladığımız bütün planları suya düşürecek” biri olarak görüyordu. Puşkin henüz ergenlik çağında herkesin sevdiği saydığı birisiydi fakat bu tip ciddi çevrelerde güvenilecek türden biri değildi. Daima espriliydi, sıkıcı konuşmalara katlanamazdı. Sadece anı yaşıyor gününü gün etmeye bakıyordu. Lisede edebiyat alanında elde ettiği başarılar onu ünlü yapmış, birçok dost kazanmasına vesile olmuştu. Her kesimden dostu olmasına rağmen genelde düşük kadınlarla ve serseri gençlerle oturup kalkıyordu. Arkadaşları onun bu huyu hakkında şunları söyler
“Hiçbir baloyu kaçırmazdı. Bütün kadınlara kur yapardı. Kadınlar arasında inkâr edilemez başarılar elde ediyordu.”
Eğlence hayatının kirli ve sahte dünyası içinde kendini unutan Puşkin’e büyüklerinden birçok mektup yağıyordu. Fakat o, bu mektuplara aldırmıyor, gecenin fenerini bir başka kadının evinde söndürüyordu. Her sabah ünlü şair Jukovski’yle karşılaşan genç yazar, ona bu sabah çok uykusuz olduğundan bahsediyordu. Turgenyev ve Jukovski, Puşkin’in milleti adına sorumluluk alması gerektiğinden bahsediyorlardı. Bu yolda tek bir düzelme göstermeyen Puşkin, büyük yazarları üzmekten başka bir şey yapmıyordu.
“Jukovski, Karamzin, Turgenyev , bütün onu sevenler, beğenenler bu külhani yaşayışı bırak, diye kendisine yalvarıp yakarıyorlar. Ona şairlik ödevini hatırlatıyorlar. Ama Puşkin onlara aldırış etmiyor. Şairlik ödevini düşünmeyecek kadar yaşama hevesine kapılmıştır.”
Geçirmediği tek bir kavgasız gün, tartışmadığı tek bir an neredeyse yoktu. Çevresindekiler onun bu hareketli yapısına karşılık ona “çekirge” lakabını takmıştı. Kendisi hakkında işittiği en ufak bir eleştiride karşısındakini düelloya davet ediyordu. Bir gün arkadaşlarını toplayıp Alman meyhanesinde olay çıkarmış, eve eli yüzü kanlar içinde dönmüştü. Bayan Karamzin’i dinleyelim:
“Puşkin, Allahın günü bir düello yapar; çük şükür bu deüllolar, öldürücü değildir…”
Hayatında o kadar çok kadına aşık olmuştu ki bu bayanların isimlerini deftere not ediyordu. Lidya’lar, Nadya’lar, Katerina’lar Puşkin’le beraber sayfaların esrarına gömülüp gidiyorlardı.
Üstelik hoşlandığı kadınların mevkiine, evli oluşuna, yaşantısına bakmadan rahatlıkla onlara aşk mektupları, şiirler gönderiyordu. (Bunlardan birisi de tarihçi Karamzin’in eşiydi.)
“Uçarak yürüyüşünden Şehvetli susuşundan Sıcacık tatlı ağzından Sevgilini tanıdın mı?”
İşte, Puşkin’in bu gailesiz sefahat hayatı, ihtilalcilerin onu toplantılarına çağırmamaları için yeterli bir sebepti. Rusya’nın geçirdiği buhranlı meselelerle ilgilenmeyen Puşkin kendi hayatını yaşamakla meşguldü. O ihtilalcilerin heyecanlı ve kavgacı ruhunu seviyordu. Takındıkları ciddi tavırlar, yaptıkları resmi konuşmalar ona göre değildi. Onun bu huyunu bilen arkadaşları Puşkin’in ihtilalci olabileceğine inanmıyordu. Bu durum Puşkin’i üzdüğü kadar, onu aralarında almak isteyen Dekabrist çevreyi de üzüyordu.
Arkadaşı Puşin, bu konu hakkında şunları söyler:
“Bir gün Turgenyev’in evinde toplantı halindeydik. Maslov’un istatistik üzerine bir yazı okuduğu sırada omzuma bir el dokundu. Bu Puşkin’di. Bana ‘Burada ne yapıyorsun ?’ dedi. Besbelli bu yüksek birliğe alınmayışı onu çok üzüyordu. Neden birliğimizde onu düşünen çıkmamıştı? Beni korkutan düşünce onları da sarmıştı. Görüşü biliniyordu, ama ona tam bir güven beslenmiyordu. Onun ciddiyetsizliğinden sızlanmayan mı vardı?”
Her gün bir rutin haline gelen sarhoşluk, uykusuzluk, kavgalar, kirli yataklarda düşük kadınlarla yatıp kalkmalar… Bir zaman sonra bu hareketli ve çirkin hayata daha fazla dayanamayan vücudu ölümcül bir hastalığa tutuldu. Bütün gün ilaçlarla ve ateşle boğuşuyordu. Doktorlar durumunun çok ciddi olduğunu söylüyordu. Artık dışarıya çıkacak adımı atmaya dahi muktedir değildi. Fakat iyi olan şeyler de vardı: Geçirdiği hastalık ona çok şey katmış, onu bilinçlendirmişti. Sanki o eski çocuk gitmiş, yerine zorluklara göğüs geren olgun birisi gelmişti.
“Artık aynı adam değilim, o yaldızlı saatler, O ateşli serkeşlik, o şakraklık muziplik…”
Sözlerinden de anlaşılacağı üzere can sıkıntısından ve eğlence hayatının sahte dünyasından bezmişti. Alnına yazılan ödevi başkaydı sanki. O milleti için, haklı bulduğu değerler için kavga etmeliydi. Haksızlıkla, dünyayı esareti altına alan fenalıklarla göğüs göğüse çarpışmalıydı. O bunun için doğmuştu. Hasta yatağından kalkıp bir an önce sorumluklarını yerine getirmek için yanıp tutuşuyordu.
İlkin sefahat yaşamından kurtulan Puşkin dayanıklı yapısı sayesinde yakında hastalığını da atlatacaktı. Eğlence hayatından sonra geçirdiği hastalık, ona gelen ilahi bir uyarıcı gibiydi. Zamanla ihtilalci grupların kendisini istemediğini anlayan Puşkin, yavaş yavaş yaptığı hataların farkına varmıştı. Hasta yatağında kararını verdi: Hükümeti tek başına hırpalayacaktı.
“Puşkin, saflarda savaşmak için doğmamıştı. Her türlü kurumlarda uzak tek başına çalışmaya bırakmalıydı onu. Tek başına ateş etmeliydi…”
Zamanla büyüklerinin öğütlerine uydu ve ülke sorunlarına olan ilgisini artırdı. Arkadaşı Mansurov’la mektuplaşarak ondan askeri koloniler hakkında bilgi aldı. Artık yatağının üstü mısralar yazılı kâğıt parçalarıyla doluydu. Kendindeki değişimi seziyordu. O azgın, kendini bilmez genç yoktu. Hastalığını atlattıktan sonra I. Aleksandr, Arakçeyev ve diğer bütün idare mensuplarına ağır eleştiriler içeren şiirler yazmaya başladı. Bundan sonraki yaptığı tartışmalar ve girdiği kavgalar şahsi meseleleri için değil, milleti adına olacaktı. İlk hedefi, “zalimin yardımcıları” dediği, hükümet yanlılarıydı. Monarşi yanlısı Karamzin’e şunları yazdı:
“O, sade, ince tarihinde
Bize büyük bir tarafsızlıkla Otokrasinin hikmetlerini, Kırbacın nimetlerini anlatır.”
Bu hicviyeden sonra Karamzin, Puşkin’den nefret etmeye başlamıştı. Aralarında ciddi tartışmalar geçti ve bir süre sonra iki taraf da birbirini görmez oldu. Puşkin, Karamzin dışında Arakçeyev’i destekleyen bir papaza çattı. Yazdığı mısralar Rusya’nın gündemine oturuyordu. Yırtıcı pençesiyle hedef aldığı kişiler Puşkin’e karşı cephe almıştı. Düşmanları pek tabii olarak kendilerine kafa tutan bu genç gibi bir yazma yetenekleri olmadığından, soluğu Arakçeyev’in yanında alıyorlardı. Kısacası Arakçeyev’e Puşkin’i şikâyet ediyorlardı.
“Yarı softa, yarı düzenbaz, Ruh silahlarıyla hem kepazeliği, hem haçı, Hem kılıcı, hem kırbacı savunuyor.”
Arakçeyev’e Puşkin hakkında yığınla şikâyet geliyordu. Şikâyetlerde Puşkin’in yazmadığı mısralar, söylemediği sözler, Puşkin tarafından yazılmış, söylenmiş gibi gösterilmişti. Arakçeyev küçümseyerek baktığı bu genci bir uyarıyla geçiştirdi.( Kimi yazarlara göre tehdit etti.) Bu olaya iyiden iyiye sinirlenen Puşkin adının karalanmasına, hakkında asılsız iftiralar atılmasına çok kızdı. Bu kızgınlığını başka bir hicviyeye döktü. Askeri kolonilerin büyük üstadı, yüzlerce insanın katili Arakçeyev’i hedef aldı.
Puşkin, yazdığı hicviyelerle suikastçi çevrelerin sözcüsü olup çıkmıştı. Bir zamanlar kapılarından içeri sokmadıkları bu genç şairin şimdi peşinde koşuyorlardı. Etraftaki insanlar Puşkin’i gördüklerinde önlerinden çar geçiyormuş gibi davranıyor, ona övgü yağdırıyorlardı. Dur durak bilmeden yazdığı hicivlerine üstelik bir de milliyetçilik ruhu katmaya başlamıştı.
“Gel de parçala ünümü şanımı, Tatlı sesli sazımı kır. Ben Hürriyeti övmek istiyorum Tahtlar üstünden kötülüğü kaldırmak…”
Bir gün Turgenyev’in evine ziyarete gitti. Turgenyev, Mihailov sarayının karşısında oturuyordu. Turgenyev’in evinde bulunan arkadaşları, Puşkin’den Mihailov sarayına(Aleksandr’ın katliam reformuna karar verdiği yer) bakarak, özgürlük şiiri yazmasını istediler. O da onların bu isteğini kırmayarak Hürriyet Kasidesi isimli şiirini yazdı. Şiiri yazarken orada bulunanlar, Puşkin’in bir kalem ve birkaç kâğıtla güle oynaya birkaç saat içinde şiiri bitirdiğini söylerler. Bu büyük yeteneğin ilham dünyası gerçekten de takdire şayandı. Az bir zamanda bitirilen bu önemli şiirde Aleksandr’dan Fransa kralı Louis’e kadar her türlü atıf vardı. Özellikle şiirde öyle bir yer vardı ki bu bölüm çar Aleksandr’ın şiiri okuduğu sırada onu üzüntüsünden hıçkırıklara boğacaktı. (Puşkin, Aleksandr’a -tahtı ele geçirmek için- babası Pavlov’u öldürmeye gelenlere, haince yardım edişini hatırlatır.)
Kordonlu, sırmalı katiller, Öfkeyle, şarapla, Küstahlıkla, korkuyla sarhoş, Hain gece bekçisi susuyor, Sessizce köprü indiriliyor, Satılmış bir hainin eli, Gece kapılarını açıyor.”
Hürriyet Kasidesi, Rusya’da kısa sürede büyük yankı uyandırır. Subayların, öğrencilerin ve asilzadelerin elinde gezen şiir kopyalanır, dağıtılır, elden ele gezer. Çağdaşlarının söylediğine göre, o dönem bu şiiri ezbere bilmeyen yoktu. O, halk tarafından seçilen ilk şairdi. Yazdığı her mısra kutsal kabul ediliyordu.
“Bununla beraber bu devirde hükümet baskısı öyle çetin, polis gözetimi öyle sıkıydı ki, Rus toplumu Puşkin’in en küçük bir yazısını devrim gösterişi sayıyordu…”
Hükümet aleyhinde yazılan her mısra Puşkin’den bilinmeye başlanmıştı. Hiç şüphesiz bu durum hükümetin ona büyük bir ceza kesmesine neden olacaktı. Puşkin artık hafiyeler tarafından takip edilen bir suçlu gibiydi. Geçtiği her sokak, çatık kaşlı bir polis tarafından gözetiliyordu. Genç şairin yüreğine takip edilme korkusu düşse de bu, asla şiir yazmasına engel değildi.
“İhtiyar köle, merhametsiz bir efendinin Tarlalarında sıkıntıyla yere çökmüştür. Kızları için bir şey hayal etmek, ummak ne haddine ! Onlar ahlaksız bir canavarın Keyfine, şehvetine bırakılmıştır.”
Puşkin’in yazdığı Hürriyet Kasidesişiiri öyle tehlikeli bir noktaya ulaşır ki evinde bu şiirin kopyasını bulunduran dostları baskın korkusu yaşar. Hükümet tarafından bu şiirlerin okunması, dağıtılması yasaklanmıştır. Turgenyev, Hürriyet Kasidesi’nin bir kopyasını kendisine göndermesini isteyen Viazemski’ye şunları yazar.
“Seni de onu da düşündüğüm içindir ki, şiiri göndermekten korkuyorum. Yerin kulağı vardır.”
Bir gün, Petersburg’un güneşli bir bahar sabahında, yüksek sosyeteye bir söylenti yayılır: “Puşkin gizlice saraya çağrılmış, siyasi şiirleri yüzünden adamakıllı kırbaçlanmış.”
Puşkin’in düşmanları tarafından ortaya atılan bu asılsız iftira, kısa sürede çevreye yayılır. Bunu duyan Puşkin deliye döner. Ama öfkesini, nefretini kime dökmelidir, kime haykırmalıdır, bu haince fısıldanan yalanları?
“Kendisini, namusuna dokunulmuş, mahvolmuş sayıyordu. Nasıl olur, o, Puşkin ,herkesin eğlencesi olsun! O ki, şairlerin en cesaretlisidir…”
Bu olay onu kahrediyordu. Vicdan azabından kurtuluşu çara mektup yazmada gördü. Fakat bu mektubu göndermedi. Yazdığı mektupta sürgüne gönderilmek istiyordu:
“Haysiyetimin temizlenmesi için ya Sibirya’yı, ya kalebentliği ümidediyorum.”
Puşkin’in çar aleyhine yaptığı her eylem, anında Aleksandr’a bildiriliyordu. Aleksandr’ın bu gence karşı öfkesi iyice artmıştı. Arakçeyev, halkın desteğini arkasına alan Puşkin belası hakkında Aleksandr’a bir öneri sundu: “Ona görülmemiş, ibret verici bir ceza verilsin !” Puşkin’in evine hafiyeler sokuldu, gizlice aramalar yapıldı. Günlükleri, şiirleri didik didik edildi. Fakat hükümet karşıtı şiirler bulunamadı. Uşağına para karşılığı efendisinin şiirlerini ifşa etmesi teklif edildi. Sadık uşak efendisi Puşkin’e ihanet etmemişti, üstelik efendisine tüm bu olanları anlatmıştı. Aramalar yapıldığı sırada, yolda Puşkin’e rastlayanlar düşünceli ve sinirli olduğunu anlatıyordu. Onun bu dalgın halinde yolun sonuna gelmiş bir adam tipi vardı. Aramalardan bir gün sonra askeri valinin yanına çağrıldı. Vali Puşkin’den kanun namına yazdığı şiirleri teslim etmesini istedi.
Puşkin başı dik, gözleri manalı bir şekilde gülerek valiye şu cevabı verdi:
“Kont, bütün şiirlerimi yaktım: yani evimde bir şey bulamazsınız; ama isterseniz, hepsi şurada’dır ( parmağıyla alnına dokundu.) emredin, kâğıt getirsinler bütün şiirlerimi yazayım.”
Gerçekten de Puşkin hükümet karşıtı bütün şiirlerini valinin karşısında tekrar yazmıştı. Vali onun bu cesaretine, güçlü hafızasına hayran kaldı. Puşkin’in yazdığı şiirler, vali tarafından bir kitap halinde imparatora sunulur. Puşkin ve onun bütün sevenleri imparatorun genç şair hakkındaki nihai kararını beklemektedir. Bu sıkıntılı zamanlar, şair için sanki hiç geçmeyecek bir asır gibi gelir. Puşkin bu sıralarda manevi yönden çok büyük acılar çeker, fakat çektiği acılar arasında pişmanlık yoktur.
Şairin Sibirya’ya gönderileceği iddiası yayılır. Bunun anlamı, o dönem için ölümden farksızdır. Ailesi çara yakın olan Karamzin’den yardım ister. Oğullarıyla olan kavgasını Karamzin’den unutmasını ve Puşkin’e verilmesi beklenen Sibirya sürgününün hafifletilmesi için çarla konuşmasını ister. Ailesi ve tüm dostları gerçekten perişan haldedir. Babasının acınacak hali Karamzin’e yazdığı mektupta anlaşılır:
“Dostum bitkinim, pek bitkinim. Göz yaşlarım yazmama engel oluyor…”
Turgenyev, Karamzin, Jukovski ve diğer dostları şairin affedilmesi için çarın ailesine yalvarmakla meşguldür. Öyle ki hiç umulmadık bir olay da şairin kavgalı olduğu hatta alaya aldığı eski lise müdürünün şairin haline acıyıp, çara karşı Puşkin’i koruması olmuştur. En sonunda çar kararını vermiş ve Puşkin’i güney kolonilerinden Ekatarinoslav’a göndermiştir. Ailesi ve dostları Sibirya cezasına göre daha hafif olan bu cezaya sevinmiş, bayram etmişlerdir. Turgenyev bu karardan sonra şunları der:
“Çar Puşkin’e karşı çar gibi davrandı.”
6 Mayıs 1820’de Puşkin cebinde sadece bin kâğıt ruble yol parasıyla Petersburg’dan ayrılır. Artık hoppalıklarından, kavgalarından, aşıklarından, sahte asilzade gülüşlerinden ve gece hayatından uzaklaşmak zorundadır. Her ne kadar şerefini kurtardığını düşünse de yine de gözü yaşlı ayrılıyordur Petersburg’dan. Elindeki bin rublenin konulduğu zarfa ve arkasına aldığı şehre son bir kez bakar, Mihailov Sarayının en üst katındaki ışığın yandığını görür.
(Aleksandr ve Arakçeyev Puşkin’in şehri tek ettiği sırada zafer kadehlerini içiyorlardır.)
O sırada şunları düşünüyordur:
Ceza almasına sebep, korkak çevrelerin laf ile yürütemediği gemiyi, cesareti ve yüreğiyle tek başına sırtlayıp götürmesi miydi? Bugün bu şehri neden sadece o terk ediyordu? Dalkavuk olmadığı için kaybetmişti? Bugün kazanan kötüler olmuştu fakat bu iş daha bitmeye çok uzaktı. Yeniden dönecek, kaldığı yerden çok daha sağlam adımlar atarak ilerleyecekti. İnsanların ihtiyaç duyduğu yerde, dimdik vücuduyla zalimlere karşı haykıracaktı!
“Ey zorbalar, size taç giydiren, Kanundur tabiat değil Siz milletin üstündesiniz Kanun da sizin üstünüzde.”
O, bir aydın olarak halkına vurulan kırbacın önüne yatmıştı. Belki kırbacı tutan eli indirememişti. Lakin bu yolda gencecik yüreğini ortaya koyarak, elinden geleni yapmıştı. Onun istediği monarşinin devrilmesi, insanların asılıp kesilmesi değildi. Onun tek istediği şiirinde de dediği gibi “çarın bir işaretiyle köleliği kaldırması” idi. Arakçeyev’in zalimliklerini sürdürdüğü köylerde, daha edebiyatın adını dahi duymayan çocuklar Puşkin adını öğrenmişti. Rus gençleri her yerde onun adını sayıklıyor, onun izinden yürümeye çalışıyorlardı. Bundan daha güzel bir başarı olabilir miydi ? Üstelik henüz 21 yaşındaysanız…
Puşkin’in sürgüne gönderilmesinden sonra Karamzin, evine gelen misafirlerine çalışma odasındaki bir köşeyi göstererek, onları üzüntüye boğacak şu sözleri söyler:
“İşte, Puşkin’in sürgün haberini duyduktan sonra gözyaşlarıyla ıslattığı yer.”
Kaynak: Henri Troyat Puşkin- Milli Eğitim Basımevi, Rus Edebiyatında Puşkin Gerçekliği- Ataol Behramoğlu, Wikipedia 1,2, 3
İngiltere hükûmeti, iklim değişikliğinin nükleer savaş kadar ciddi olan ve çözülmesi gereken tehlikelere yol açtığını söylüyor.
İngiltere, ABD, Hindistan ve Çin’deki bilim insanları İngiltere tarafından yetkilendirilen bir raporda şunu belirtiyor: ”İklim değişikliği hakkında karar vermek şimdi ve gelecek yıllarda insan yaşamına vereceğimiz değere dayanıyor.”
Raporun baş yazarlarından birisi de geçen ay yatırım üzerinden 2025 yılına kadar fosil yakıtların yenilenebilir enerjiye dönüşmesi gerektiği hakkındaki rapora yardımcı yazarlık yapmış ve daha önceki zamanlarda da İngiltere hükûmetinin önemli bilim insanı olan Sir David King’dir.
İngiliz Dışişlerinde bir bakan olan Barones Anelay son raporun önsözünde nükleer silahsızlanma ve bunun önlenmesini kapsayan riskleri değerlendirmenin, bilimin mümkün dediği,diğer ülkelerin amaçladıkları ve bölgesel güç dinamikleri gibi sistematik faktörler de dahil olan, birbirine bağımlı unsurları kavrama anlamına geldiğini yazdı.
Barones Aneley,iklim değişikliğinin benzer ve bütünsel bir değerlendirme gerektirdiğini söylüyor.
İnsan yaşamına değer vermek
Anelay şu sonuca varıyor: ”İklim değişikliğinin etkilerini ne kadar önemsiyoruz? Onları engellemeye çalışmak ne kadar önemli? Onların meydana gelme ihtimaline ne kadar tahammül edebiliriz? Bu soruların cevapları kısmen bizim insan yaşamına verdiğimiz değere bağlı, hem şimdi hem de gelecekte.”
Rapor, iklim düzensizliğini ve nükleer tahribatıaynı risk kategorisine koyan ilk çalışma değil, ancak dünyanın nükleer güçlerinden biri tarafından gelen raporun sponsorluğu etkili ve dokunaklı.
Raporda şu belirtiliyor: ”En önemli siyasal karar iklim değişikliğine karşı çok çaba sarf etmek, iklime ne yaptığımızı hesaba katmak,iklimin nasıl karşılık vereceği, bunun bize ne yapacağı ve daha sonra bizim birbirimize ne yapacağımızdır.”
Yazarların mevcut politikaya ve eğilime dayandırılan en iyi tahmini sera gazı yayılımının birkaç yıl daha artmaya devam edeceği ve daha sonra hem düzeleceği hem de yavaşça azalacağıdır.
Buna yol açanın iki şey olduğunu söylüyorlar: Hükûmetin var olan teknolojileri tamamen kullanmaması ve teknolojinin hükûmete ihtiyacı olan politika seçeneklerini vermek için henüz yeterince hızlı ilerleyememesi. En kötü ihtimalle salınımlar bulunduğumuz yüzyıl boyunca artmaya devam edebilir.
İklimin nasıl değişeceği ve bize ne yapacağı hakkında bizi uyarıyorlar, iki durum da oldukça belirsiz. Rapor diyor ki: ”Kavranması gereken en önemi şey belirsizliğin bizim dostumuz olmadığıdır. Şanslı olmaktan çok, şanssız olmak için daha fazla kapsam var”
Yüksek salınım yolu
Rapor, geniş miktarlarda küresel sıcaklığın ve deniz seviyesinde artışın olacağını tahmin ediyor.Rapor, 2100 yılına kadar sıcaklık artışının muhtemelen 5°C olarak ölçülebileceği yüksek salınımlı bir yolda 3°C’den 7°C’ye kadar her şeyin mümkün olabileceğini söylüyor.
Bu salınım yolunda 3°C’nin altında kalma şansı hızla küçülecek, ancak 7°C’yi aşma şansı artacak ve önümüzdeki yüzyıldan daha erken bir süreçte gerçekleşmesi çok daha muhtemel olacak.
Yazarlar, küresel deniz seviyesi artışının yavaşlayacağı hakkında çok az şans olduğunu söylüyor ve tüm görüşler onun hızlanacağı hakkında. Tek soru bunun ne kadar miktarda olacağı.
”Bir yerin 40 cm ile 1 m arasında artacağı bu yüzyıl içinde gözükse de, dev buz tabakalarının ısınmasının gecikmiş yanıtı, uzun süreçte 10 metre’den fazlasına bağlı olduğumuz anlamına geliyor. Sadece bunun yüzyıllık süreçte mi yoksa bin yıllık süreçte mi gerçekleşeceğini bilmiyoruz.”
4°C’lik ya da daha fazla sıcaklık artışı, küresel yiyecek güvenliğinde ve insanlarda çok büyük tehlikelere yol açabilir.
İnsanlar, yüksek sıcaklık ve nem birleşimine karşı gösterilen tahammüllerine son verdi. Eğer yalnızca iklim durumlarından dolayı aşılmışsa, tahammüllerinin son sınırı nadirdir, ancak 5°C ve 7°C arasında bir yerde, sıcaklık artışıyla birlikte sıcak yerlerin ölümcül şartlara maruz kalması ve hatta insanların bile gölge yerlere sığınması çok daha muhtemel olmaya başlıyor.
Yalnızca nüfus artışının bile şiddetli su yokluğu eşiğinin altında yaşayan insanların sayısını yüzyılın ortasına kadar iki katına çıkarması muhtemeldir.
Deniz seviyesi sınırı
Rapora göre kıyı şehirleri, muhtemelen dizginleyecekleri deniz seviyesinin artış oranı ve boyutu bakımından sınırlara sahiptir. Ancak bu sınırların nerede olduğu hakkında çok az bilgimiz var.
Yazarlar şöyle diyor “Şimdiye kadar yaşanılan 0,8°C iklim değişikliği bile artık önemli sorunlara yol açıyor. İklim değişikliğinin yüksek derecelerinin ulusal ve uluslararası güvenliğe karşı büyük tehlikelere yol açabileceği muhtemel gözüküyor.” Örneğin; aşırı su sıkıntısı ve verimli topraklar için rekabet.
Rapor “Şimdiden yoğun biçimdeki insani yardım için olan uluslararası topluluk kapasitesi kolaylıkla istila edilebilir” diye uyarıyor.
Başarısız durumun tehlikeleri, şu anda bile gelişmiş olarak düşünülen ülkeleri tehdit ederek birçok ülkede aynı anda önemli derecede artabilir.
Rapor sadece karamsar değil, aynı zamanda şunu da belirtiyor: “Doğru bir tehlike değerlendirmesinin kaderciliğe neden olmasına sebep yok. Tıpkı iklimdeki küçük değişikliklerin büyük etkilere sahip olabileceği gibi aynısı hükûmet politikasındaki değişiklik, teknolojik kabiliyet ve finansal düzenleme gibi değişiklikler için de doğru olabilir. Gelecek için güvenli bir iklim koruma hedefinin ulaşabileceğimizden daha da ötede olmasına gerek yok.”
Kar dağlardan kalkmaya başlarken doğa insanlık için bağışıklığı güçlendirecek bir şifayı da eriyen karın altından güneşe diriltiyor. Ele alacağım dirilen bitki bazı yörelerde Işgın, Uçkun, Ribes veya Kürt Muzu olarak adlandırılır ortalama 2 bin metre yükseklikte yabani olarak yetişir, bilimsel adı Rheum ribestir.
Ermenistan, Türkiye, Suriye, İran, Irak, Lübnan, Pakistan, Filistin, Azerbaycan ve Ürdün’de toprağa düşer (yetişir).
Mezopotamya’da çok bilinen bir bitkidir, dağlarda yetişmesine rağmen şehirde yaşayanlar Işgının çıkmasını dört gözle beklerler. Birçoğunuz üzüm bağına girip genç üzüm koruklarını soyup ekşi ekşi yemiştir ve bunun keyfi paha biçilmezdir. Işgının da taze taze ince kabuğu soyulur ve ekşi ekşi somurularak hem suyu emilir hemde bir muz ve kivi edası ile yenilir tadı da tıpkı ham kiviye benzer. Bu anlattığım, işin tam anlamıyla zevkli kısmı fakat bu bitkinin halk hekimliği açısından da önemi çoktur.
Halk tıbbında da genel olarak koruyucu hekimlikte kullanılan uçkunun arı sokmalarında, sinek ısırmalarında soyularak bölgeye sürülmesiyle kaşıntı önlenilirdi. Böbrek hastalıklarından, ülserden, diyabetten ve kanser hastalıklarından korunmak için kullanılır. Uzun süreli ishallerin ve hemoroidin de tedavi sürecinde Kars, Bingöl ve Şırnak’taki bilge halk hekimleri tarafından kullanılırdı.
Doğal tıp açısından değerlendirmesi yapıldığı vakit; C vitamini açısından zengin olan besin, az miktarlarda A ve E vitaminine sahipken B1, B2, ve K vitaminlerini bünyesinde barındırdığını görüyoruz.
Işgın içeriğinde bulunan metanollü ve sulu ekstrelerin peptik ülser için gastrik koruyucu etkinliğinin araştırıldığı bir çalışmada mide asidi üretimini engellerken ülser, gastrit tedavisinde kullanılabilinmektedir. Yalnız bu tedavide kullanılırken bütüncül bakışın da ele alınması gerekmektedir mesela ülser ve gastritte sebep olan öncelikli etmenlerden biri travma ve strestir daha sonra yeterli su tüketmemektir. Eğer bütüncül yaklaşılırsa tedavi başarılı olur, bu tüm hastalıklar için bu şekildedir.
Özellikle İran ve İsrail de Uçkun HIV ve Kanser hastalarına önerilir. İran’da yer alan 64 tıbbi bitki içerisinde yer alır. Tip 2 diyabete önleyici ve tedavi edici olarak da tüketilmektedir. Ribeste (Uçkun) bakteri ve mantarların gelişimlerini değişik oranlarda etkileyen antimikrobiyal maddeler yer alır. Ribesten elde edilen ekstratlar hastalık yapıcı gram-negatif bakterilerle mücadelede de etkilidir.
Işgın soyulup çiğ olarak da tüketilebilinirken salatası yapılır ve çorbalara da eklenebilir. Bu koruyucu şeklidir.
Tedavi şekli ise doğal tıp uzmanının, fitoterapistin veya bitki bilgesi olan kişi tarafından tedavi yapılacak kişinin ayrıntılı anamnezi (tıbbi özgeçmişi) alınarak bütüncül bir yaklaşımla yapılmalıdır. Tedavi sermayesiz ve dokunulmadan yapılabilinecek doğadan insana aktarılmış bir öğretidir.
Uyarı: Böbrek yetmezliği bulunan hastaların ve karaciğer yetmezliği olan hastaların kullanımı bir fitoterapist gözetiminde olmalıdır.
Tablolarında ağırlıklı olarak doğayı konu alan, renkli çizgileriyle tanınan ünlü ressam Birim Bozok, 15 Nisan’da Etiler Key Art Projectsanat galerisinde sanatseverlerle buluşacak.
Kendini en iyi renklerle ifade ettiğini ve doğada kendini bulduğunu söyleyen Bozok, doğa aşkınıve renklerle yarattığı özel dünyayı 15 gün devam edecek olan sergisinde yansıttığını söyledi.
Ödüle doymayan Birim Bozok, sergisine hazırlanırken geçtiğimiz günlerde ise Ressamlar Derneğitarafından ödülünü alarak başarısını bir kez daha taçlandırdı.
XJAZZ Festivali röportajlarına devam ediyoruz. Sis ve Gece, Issız Adam filmlerinin müziklerinin yapımında yer alan gitarist Cenk Erdoğan ve dünya çapında isim yapmış davulcu Mehmet İkiz, “Lahza” isimli projeleri ve caz müziği ile ilgili sorularımızı yanıtladılar.
XJAZZ Berlin Festivali’ni daha önce duymuş muydunuz? Bu senenin Ankara ve İstanbul XJAZZ’ları hakkında ne düşünüyorsunuz? Festivallerin programını nasıl buldunuz?
Cenk Erdoğan: XJAZZ’ı daha önce duymuştum. Bu seneki programı oldukça keyifli buluyorum. Biz de “Lahza” olarak yer aldığımız için çok mutluyum açıkçası. Umarım Berlin’de de çalma imkânımız olabilir önümüzdeki senelerde. Ayrıca 17 Nisan’da Zorlu’da İstanbul X Berlin Ensamble’de de yer alacağım o konseri de iple çekiyorum.
Mehmet İkiz: Evet, duymuştum. Program çok güzel, bazı konserlerde Alman & Türk müzisyenin karışık olması çok güzel, bu konserleri izlemek isterdim.
Türkiye ve Almanya’nın – ve özellikle İstanbul ve Berlin’in – uzun zamandır farklı şekillerde ve seviyelerde bir bağlantısı süregelmekte, sizce müziğin bu bağlantıdaki yeri ve görevi nedir? Ve bu bağlamda XJAZZ’ı ve kendinizi nasıl bir yerde görüyorsunuz?
Cenk: Berlin tarihi gereği çok badireler atlatmış bir şehir İstanbul da öyle. Bu manada iki şehri birbirine yakıştırıyorum ben. Berlin’deki müzik ortamı çok geniş ve özgür. Biz Türkiye’de bu özgürlüğü tam olarak yakalayamasak da yine de güzel anları yakalıyoruz. XJAZZ’ın bu müzik excahnge’ine çok katkı sağlayacağını düşünüyorum. Sonuçta bahsettiğimiz şey “müzik”, herkesin anlayabildiği tek dil ve çok önemli.
Mehmet: Berlin’de çok büyük Türk popülasyonu var. Alman caz firması olarak böyle bir organizasyonu yapması çok pozitif bir şey.
Umarım Berlin’deki Türk gençleri için bu festival caz müziği için biraz ilgiyi yükseltir. Çünkü Almanya’da o kadar Türk olmasına rağmen çok az kişi konserlere gidiyor. Umarım dönüş noktası olur.
Cenk Erdoğan
Türkiye bir süredir zor ve belirsiz zamanlar geçiriyor. XJAZZ gibi bir festival böyle bir zaman içerisinde sizce nasıl bir yerde duruyor? Genel olarak kültür-sanat etkinliklerinin böyle günlerde nasıl bir önemi olduğunu düşünüyorsunuz?
Cenk: Türkiye maalesef sırtındaki kamburdan kurtulamadı, uzun bir sure daha böyle devam ederse nasıl dayanılır bilemiyorum. Konserlerimiz hemen iptal oluyor onun dışında sahneye çıkan insanlara inanılmaz bir linç kampanyası başlatılıyor. Bu haksızlık. Nasıl ki maçlar oynanıyorsa, bakkallar dükkân açıyorsa biz de sahneye çıkacağız. Bizim işimiz bu hayatımız bu. Bir balığı denizden çıkarınca ne olduğunuz hepimiz biliyoruz.
Terör masum insanları hedef alınca kimse sanmasın ki biz besteciler ve de müzisyenler dünyayı umursamayıp hayatımıza bakıyoruz. Her ölen insanda nefes aldığımız delikler tıkanıyor. Ayakta kalmak için çırpınıyoruz. Sadece unutmamak gereken şey o sahneye de çıkıp çalmak kolay değil. Yürek ister, dik duruş ister, ideoloji ister. Umarım bunları konuşmadığımız günleri görürüz. İşte tam da burada planlanan konserlere devam kararı almak çok önemli umarım XJAZZ bundan etkilenmeden hayatına devam eder.
Mehmet: Bir topluma her zaman kültür ve sanat lazımdır ve önemlidir. Zor günlerde hatta daha da önemli kültürel etkinliklere gitmek, ruhu için, zevk için ve eğitimli olduğu için.
Cenk Erdoğan, Mehmet İkiz
XJAZZ festivali İstanbul’da hem Avrupa hem de Anadolu yakalarına yayılıyor ve Kadıköy sahnesiyle de buluşuyor. İki yakanın seyircisi arasında bir fark görüyor musunuz? Anadolu yakası müzik sahnesi hakkında görüşleriniz neler?
Cenk: Anadolu yakası izleyicisi değişiktir, pek karşıya geçmeyi sevmez ancak buna karşılık Kadıköy’deki konser mekânlarını doldurur. Henüz maalesef ki Avrupa yakasında olduğu kadar müzik hall yok ama gelecekte açıldıkça dolu dolu konserler yapılacağına inanıyorum. Ben de bir Üsküdarlı olarak kendi yakamda çalmaktan keyif alıyorum. Tabii bütün bunların dışında İstanbul’un her yani ayrı bir keyif benim için. “Lahza” konseri Zeytinburnu’nda olsa da fark etmezdi bizim için biz müziğimizi her yere sırtımızda taşırız yeter ki dinlemek istesinler.
İkili olarak beraber yaptığınız LAHZA isimli proje yeni bir proje. Beraber yaptığınız müzik ve çeşitli çalışmalarda müziğin farklı etkilerinin ilginç bir karışımını görüyoruz. Siz kendiniz yaptığınız bu çalışmaları nasıl görüyorsunuz? Ve bu proje fikri nasıl oluştu? Gelecekte bu projeye dair ne gibi şeyler yapmayı düşünüyorsunuz, bir albüm çıkarmayı düşünüyor musunuz?
Cenk: “Lahza” Mehmet İkiz’in bana mesaj atıp Türkiye’ye geliyorum çalalım mi “duo” demesiyle başladı. Hiç tanışmadan prova almadan Mitanni’de kurulup doğaçlama çalmaya basladık. İkimiz de alanlarında tecrübe sahibi insanlarız, ben yıllardır hem solistlik hem de eşlikçilik yapıyorum keza ikizde öyle. Altıncı hissi çok yüksek bir davulcu. Aslında sadece davulcu demek az kalır davul çalan bir müzik insanı diyebiliriz. Ortak noktamız çok farklı müzikleri deneyimlemiş olmamız. Ben jazz, funk, flamenco, Türk müziği konusunda yıllardır çalışmalarımı bırakmadım. İkiz de davulun içinde yer aldığı her müziği çalmış bir müzisyen ve artı perküsyonist. Her şeyden öte insan olarak da anlaşınca müzik zaten kendiliğinden doğuyor. Bizde de öyle oldu hemen besteler yapmaya başladım “Lahza” için. Nisanda XJAZZ konseri öncesinde albüm kaydımızı da yapmış olacağız ve inşallah bir sonraki konserlere elimizde CD’miz ile geleceğiz. Her şey çok heyecanlı su sıralar…
Mehmet İkiz
Mehmet: Biz ikimiz gayet yeni tanıştık, yaklaşık iki sene önce. Birbirimizi takip ediyorduk ve duo için bir jam session için konuşuyorduk devamlı. Hem Cenk değişik gitarlar çaldığı için hem ben de değişik vurmalılar kullandığım için güzel sesler çıkabileceğine inanıyorduk. Birkaç kulüp konseri vererek bu fikirler sonra gerçek oldu ve artık albüm yapmaya hazır olduk.
XJAZZ festivali farklı genre’lardan insanları bir araya getirdiği ilginç kombinasyonlarıyla öne çıkıyor. Sizin Cenk Erdoğan/Mehmet İkiz ile beraber vereceğiniz konserde seyircileri neler bekliyor?
Cenk: İzleyicimiz “Lahza”yı izlerken bizimle beraber bir “An”a tanıklık edecekler. Kimi zaman sakin kimi zaman çok çılgın. Ayrıca sahnede enstrümanlarına âşık iki kişiyi izleyecekler ve tabii ki yeni besteler dinleyecekler. Bizim her konserimiz bir öncekinden farklı doğaçlama çalmanın en büyük özelliği bu. Gelsinler ve “lahza”mızı seyretsinler.
Mehmet: Bizim seyirciler İsveç, Türk melodileri, orijinal kompozisyonları, bol emprovize ve geniş bir ses dünyasını bekleyebilirler ve tabii ki bol keyif alan iki tane müzisyen.
Osman Evcan için direnişteyiz. 28 Mart’tan itibaren her gün oturma eylemi gerçekleştireceğiz!
Vegan anarşist tutsak Osman Evcan sürgün edildiği Silivri Cezaevi’nde vegan (hayvan kullanmayan) yemek talebi için 4’üncü kez başlatmak durumunda kaldığı açlık grevinin 32’nci, 33’ncü, 34’üncü … gününde. Osman Evcan’ın açlığından beslenen bu tecrit sistemine asla alışmayacağız. Yaşamını hayvan sömürmeden devam ettirmek isteyen ve dikte edilen tüm hükümlere karşı baş kaldıran arkadaşımızın direnişini selamlıyoruz.
Yemek yemek temel bir gereksinim olduğu kadar politik bir seçimdir. Tercihlere ve bireyselliğe kapalı tektipleştiren uzlaşmasız bu erk kurumlarına karşıhepinizi uzlaşmamaya ve Osman Evcan’ın başlattığı adalet mücadelesini büyütmeye çağırıyoruz.
28 Mart 2016 Pazartesi tarihinden itibaren Osman Evcan vegan beslenme hakkına sahip olana kadar her gün saat 18.00’de Silivri 9 Nolu Kapalı Cezaevi İnfaz Kurumu önünde oturma eylemi yapıyoruz.