Ana SayfaKültür & SanatEdebiyatMetin Turan ile yeni romanı "Parçalanmayı Bekleyen" ve Don Kişotluk üzerine

Metin Turan ile yeni romanı “Parçalanmayı Bekleyen” ve Don Kişotluk üzerine

-

Metin Turan ile en son, aşağı yukarı bu aylarda buluşmuş; geçen yıl çıkardığı öykü kitabı “Başka Türlüsü” üzerine söyleşi yapmıştık. Yazmak ritmini bozmayan ve her yıl olduğu gibi bu sonbaharda da bizleri, yeni bir eserle selâmlayan Metin Turan ile bu kez yeni romanı Parçalanmayı Bekleyen, Don Kişotluk ve anlayış farkları üzerine söyleştik. Keyifli okumalar.

Bu defa bir roman var elimizde: “Parçalanmayı Bekleyen”… Bizi, sizin ifadenizle edebiyatın “bilge büyücüsü” Cervantes ve onun ölümsüz kahramanları Don Kişot ve Sancho’yla bir araya getiren; asıl önemlisi romanın kahramanı aracılığıyla bu günümüzü yüzyıllar öncesinin süzgecinden geçiren; okuru serüvenden serüvene sürükleyerek adeta bir karnavalın ortağı haline getiren müthiş bir eserle karşı karşıyayız. Son sayfada 2015 Şubat’ında başlayıp, 2022 Şubat’ında bitirdiğinize dair bir notunuz var. Uzun bir zamana yayılan yayılan yoğun bir emeğin ürünü olduğunu anlıyoruz. Buradan başlayalım mı?

Elbette. Yeni bir kitapla bir kez daha sizlerle, okurlarla buluştuğum için çok mutluyum. Yedi yıla yakın bir emeğin ürünüdür bu kitap. Başlangıcı, Nazım Hikmet’in bir dizesine; “Hapislik gibiydi yalnızlık” cümlesinin daha okur okumaz bende düşünsel olarak yarattığı kıvılcıma dayanıyor. Bilirsiniz yalnızlık olgusu, edebiyatçıların sıkça ele alarak farklı boyutlarıyla işlediği bir konudur. Ben, hapislik ve yalnızlık ya da tam tersi yalnızlık ve hapislik bağlamında baktım ve ilkin duvarlarımıza, etrafımızda örülü çember ve sınırlara kafa yordum.

Kitabın başlarında bulunan Ursula K. Le Guin alıntısının sebebi bu olmalı: “Bir duvar vardı, önemli görünmüyordu… Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, ikiyüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı…

Evet! Biliyorsunuz ben, uzun yıllardır “içerdeyim”; hapishanede. Dedim ki, bunu neden böyle tarif etmek zorundayız? İçeride yahut dışarıda olmak neye göre tanımlanıp belirleniyor? “İçeri” denilen yer, konum, neden benim de bizzat bulunduğum yer olsun?! Pekâlâ mevcut duvarların öte yanı da olabilir! Hapislik ve onun yarattığı bireysel ve toplumsal yalnızlık; onun ürettiği her türden görünür / görünmez sınırla o sınırın nasıl aşılabileceği meselesiydi derdim. 2015’te ilk taslağı yazdım. Yıllar sonra sevgili Murat Gülsoy’la paylaştım. Ve asıl olarak bir romana evrilmesi de pandemi dönemine denk geldi.

Kapatıldığımız, sınırlandığımız, zamansız bırakıldığımız günlere! Ele aldığınız konuyu düşününce çok ironik; öyle değil mi?

Haklısınız; çünkü “içeride” olduğumuz halde, zaten kapalı tutulduğumuz yerlerde bu defa tümden kapatıldık. “Dışarıyı” yakından izliyordum o günlerde. Pandemi bir perdeyi aralamış, hiç hesapta değilken birçok şey altüst olmuştu. İnsanlar alışageldikleri hayatlarından kopuverdiler. Arzu edelim ya da etmeyelim, hepimizi belli bir düzenle sistemin, bir ölçütün içinde tutan saatlerimizle takvimlerimiz – ki, onlar da bir tür sınırdır! – tuhaflaştı. Düpedüz belirsizleştiler. Kronolojik sınırlarımız tarumar oldu ve önü sonu kapatıldığımız her yerde, az
önce sizin de belirttiğiniz biçimde zamansız kaldık. Ve yalnız…

Nerede başlayıp bittiğini tam olarak kestiremediğimiz “gönülsüz hapislik günleri”ydi, bana kalırsa.

Ne güzel söylediniz: “Gönülsüz hapislik günleri”… Doğru! İçimizle dışımız sise bulandı; hatırlayın. Endişelendik. Çünkü zamansız bırakılınca yavaşladık ve nedeni her ne olursa olsun bize dayatılan şu günlük hızdan kurtulunca farkına vardık ki, lâmı cimi yok, zaman sonludur! Unuttuklarımızı hatırladık… İtilmeleri, ötelenmeleri, diğeri kılınmayı… Uzak durulanları sonra… Buna benzer bir dolu şeyi sıralayabiliriz. Kimi “mücbir sebepler” evirdi, çevirdi ve bizleri bu âlemin ayrıcalıksız canlılarından olduğumuz gerçeğiyle yüzleştirdi.

Bundan korkmalı mıyız?

Hayır; korkulacak bir şey yok. Çünkü zamanı sonsuz kılacak büyülü zenginliklerimiz var. Harfler, sözcükler, cümleler… Elbette tılsımına inanıyorsanız, zamanı sizin kılacak benzersiz mücevherlerdir bunlar! Bunu yalnızca edebiyat için değil, tüm diğer sanat dalları için de söylüyorum. İşte o günlerde, her defasında çoğalarak geri döndüğüm daha derin, daha yoğun okumalar yapıp romana yeni boyutlar kazandırdım.

Romanın “Teşekkür” sayfasından anlıyoruz ki, ilkin bir öyküdür “Parçalanmayı Bekleyen.” Sizin de belirttiğiniz biçimde yoğunlaşınca, hikâyenin yatağına sığmadığını görüyorsunuz. Gerçekten çok katmanlı bir eser ortaya çıkıyor. Biz okurları da yanına kattığınız başkarakter Rıza’yla yaptığımız edebi yolculuk apayrı entelektüel derinlikler taşıyor.

Dediğim gibi amacım, adına “zamansız kutu” dediğim hapishanenin, içeride yahut dışarda değişik biçimlerde yaratılmış / dayatılmış duvar ve sınırların; bu yolla bizi uyutan, halsiz / dirençsiz bırakan şu lanet “zamansızlık şarkısı”nın, dolayısıyla yalnızlığımızın altını çizmek ve elbette bütün bunların aşılabilirliğini ortaya koymaktı. Romanın kahramanı Rıza’nın koğuşuna, tel örgülere ve nihayet zamana sığmayarak, sınırlarını aşması, bir kitap sayesinde âlemden âleme yolculuklar yapıp hapisliği un ufak etmesi ve elbette Carvantes’le, Don Kişot ve Sancho’yla benzersiz serüvenlere çıkması yazarken beni de çok düşündüren ve doğrusu çok da eğlendiren bir şeydi.

Rıza’nın hapisliğini; ilk anlarda hayata dokunamama, temas edememe, etrafını saran duvarlara – ki, bazısı gerçek duvarlardır, bazısı da aynı odada kaldığı diğer insanların ördüğü camdan duvarlar – çarpıp vuruşunu ve tabii bunların hepsini aşmanın bir yolunu arayışını, çok çarpıcı satırlarla, vurucu cümlelerle betimliyorsunuz. Asıl önemlisi belki de şu; bugünü düne bağlayarak hayâlle hakikati, akıllılıkla deliliği, Don Kişotluk denilen şeyin ne menem bir şey olduğunu tartışıyorsunuz.

Bir yazıda görmüş ve oradan yola çıkarak araştırmıştım. “Don Kişotluk” kavramı, çok ilginçtir, TDK sözlüğü’nde başka, Oxford Sözlüğü’nde bambaşka bir biçimde ele alınıp tanımlanır. TDK sözlüğü şöyle diyor: “Gereği yokken kahramanlığa kalkışmak!” Ancak açıp Oxford Sözlüğü’ne bakınca farklı bir tanım karşılıyor sizi: “Yüce bir coşku ile hayâli, ideali peşinden koşmak…” Çok çarpıcı bir anlayış farklılığı, öyle değil mi?

Kesinlikle… Resmi anlamda sözcüklere yansıyan bakış bize, çok açıktır ki memleketimize, dolayısıyla tepeden tırnağa kurumlarımıza toplumsal olarak sızıp yerleşen zihniyeti ortaya koyuyor. Bireysel ya da toplumsal anlamda bir şeyleri değiştirmeye kalkışmak, hiç gereği yokken kahramanlığa yeltenmek olarak ele alınıyor. Ya da tam tersi, Oxfordvari bakmak… Bu tartışma ve ayrımı romanın sonuna dek canlı tuttuğunuzu gördüm.

Ona kalırsa, “hasbelkader” hapishaneye düşen biridir Rıza Toşik, ama işin aslı pek de öyle değil. Onu Kemah’tan İstanbul’a, bir simit fırınından tarihi bir hana taşıyan; yaşayıp deneyimledikleri, tanık olup öğrendikleriyle yolunu nihayet Taksim’le Gezi’yle kesiştiren, onu ve hayatını başkalaştıran bir süreci var. Hikâyeyi etraflıca anlatsam olmaz, Rıza’yı adım adım Park’a taşıyan, nihayet hapishaneye getiren süreci hem büyük bir şaşkınlık hem de sancılı bir anlayıp öğrenme, değişip başkalaşma gayretiyle geçiriyor. Gölgesiz olmadığını herkese gösteren bir halkın evladıdır Rıza ve o günlerde orada, Park’ta, az – çok aşina olduğu, ama tam olarak tanımadığı memleketini farklı yönleriyle görüp tanıyor, değişim yaşıyor.

Romanın o bölümünde, Park’ta, bizi sadece o tarihsel ânlarla değil, aynı zamanda Sennur Sezer, Sevim Burak, Oğuz Atay gibi unutulmaz edebiyatçılarla da buluşturuyorsunuz. Kayda değer notlar düşüyorsunuz…

Yan yana, kol kola, diz dize ya da sırt sırta vermiş yüzlerce, binlerce insandan söz ediyoruz. “Yeryüzü Sofrası” kuranlarla “Komün” kuranları; “Yeter ki ellerin ellere kavuşsun” diyerek korku duvarını aşanları; hiçliğe, boşluğa, yokluğa, yoksunluğa, değersizlik duygusuna kapılarak öfkelenenleri anlatmaya çalıştım orada. O unutulmaz “kızlıerkekligiller”i… Bir tek memleket sevdasına “dizkırangilleri”… Kendine söz geçirebilen, başkasını devirmeden evvel “kendisinidevirengilleri”… “Gerçeğeağaçolangilleri” anlattım sonra. Oğuz Atay’ın “disconnectus erectuslar”ını; tutunamayanları… “Felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız” diyen Kitapları Koruma Derneği üyelerini; okuyunca adam olmayı değil, insan olmayı seçenleri; dünyanın ve ülkenin “arkabahçelerinigörengilleri”ni…

…ve onlarla birlikte Park’a sırtını yaslayarak kameralara pozlar veren, kendilerince “yıldız tozlarını” çevrelerindeki fanilerin üzerine serpen “bugünvaryarınyokgil”leri resmediyorsunuz. Sözünüzün arasına girdim, özür dilerim, ancak tam da burada, değinmeden geçemeyeceğim “Don Sırrı la Samsat” diye biri var. Ondan bahsedebilir misiniz?

Romanda yer yer kullandığım bir tür isimlendirme biçimi bu. Yani bugünü; bugünün insanlarını ele alır, anar ya da tanımlarken onları kitabın, önü sonu Don Kişot’un diline, ruhuna, üslubuna yakışır tarzda nitelendirdim. Bunlardan biri de Gezi’de, Don Kişotvari biçimde kepçenin karşısına dikilen sevgili Sırrı Süreyya Önder’di. Adıyamanlı’dır, bilirsiniz; tarihi anlamda Samsatlı’dır.

Böyle olunca, dedim ki, Don Kişot la Mancha oluyorsa ve şövalyenin Manchalı oluşu böyle ifade ediliyorsa, Don Sırrı la Samsat da pekâlâ olabilir. Ayrıca Don Sırrı, Samsat‘lı Lucianos’un hemşehrisidir ve Lucianos, yaşadığı dönemin müthiş bir yergi ustasıdır. Hatiptir aynı zamanda. O dönemin “tanrıları”nı yeren, karşı koyan birinden, bugünün “tanrıları”na karşı koyan birine / birilerine gönderme yapmak istedim. Elbette oradaki dozer ve kepçesi, o ân için orada cereyan eden olay sembolik mahiyettedir. İnsanın içinde bir yerlerde saklı durduğuna inandığım, benzersiz biçimlerde iz bırakmış, değerli, sosyal hafızamızda yer edinen türden cevahirlerden… Sanırım “şövalyelik” bu ruhun, bu ruhu taşımanın erdemine inanmanın; hayatın bu şekilde daha yoğun yaşanacağının ifadesi, işaretidir. “Bu çam ağacı 100 yıllıktır” diyerek diğerlerine sarılan “SevimBurakgilleri” ve başkalarını anışım da bundandır.

Sonra Yusuf Atılgan’ın ifadesiyle, “Başkaldıran çiviler, çekiçlere davetiye çıkardı…

Olmasa, elbette ki daha iyiydi, ancak önemli olan, sanırım, memleketin güneşini perdeleyen, karanlığını çoğaltan merhametsiz kötülüğe karşı koymaktı. O ruhtur mühim olan: öyle değil mi? Rıza da içeri alınıyor, misâl: ama bulunduğu nezaretin duvarına ince bir çizgi halinde vuran bir ışık, duvardaki bir satırı aydınlatıyor: “Su yasaklanabilir, ama susuzluk asla!”

Buradan hareketle olmalı, romanın ilk sayfalarında şöyle diyorsunuz: “Shakespeare Macbeth’de şöyle der:
            ‘Ama unutma ki, bu aşağılık dünyadasın:
            Çoğu zaman kötülüğü baş tacı edip
            İyiliği çılgınlık sayan dünyada…
            Peşi sıra şöyle söylüyor ve kitabınızı hayâl kuşaklarına ithaf ediyorsunuz: “Tersi olmasına arzulayarak… İyiliğin, çılgınlığın, deliliğin, maceraperestliğin, hayâl ve idealler uğruna yolculuğa çıkmanın ayakta alkışlanacağı günleri düşleyerek… Güneşin kıymetini bilen tüm şövalyelere…”

Aslında bu satırlar, Don Kişotluk olgusunun altını, yani ona kendimce yüklediğim anlamı, daha romanın açılış sayfasından başlayarak öne çıkarma gayretinin işaretidir bu satırlar. Yalnız; yalnızlığı göze alabildiği için cesur ve özgür düşünebildiği için “deli” olan herkesedir bu kitap.

Şu sözünü ettiklerimiz bana, Dublin Özgürlük Parkı’ndaki granit duvarlara yazılan şu satırları anımsattı. Altın harflerle yazılı o kitabeyi, Liam Mac Ulstin imzalı metni… “Umutsuzluğun karanlığında bir hayâl kurduk…” diye başlayan o müthiş satırlar…

Şöyle devam eder: “…Umudun ışığını yaktık ve bu ışık sönmedi. Yılgınlık çöllerinde bir hayâl gördük. Yiğitlik ağacı diktik ve ağaç çiçeklendi. Tutsaklığın kışında bir hayâl gördük. Uyku karını erittik ve isyanımız ırmaklaştı. Hayâllerimizi bir kuğu gibi bu ırmakta yüzdürdük. Hayâl gerçek oldu. Tutsaklık özgürlük oldu ve bu özgürlüğü size miras bıraktık. Ey özgürlük kuşakları! Hayâl kuşaklarınızı unutmayın, bizleri anımsayın…” İşte böyle! İthafın özü budur, diyebilirim. Hayâl kuşaklarına, her nedense kötü anlamlar yüklenip içinin boşaltıldığını, silikleştirildiğini düşündüğüm tüm şövalyelere… Saygıyla…

Kitapta Cervantes’le söyleşiyor Rıza ve Don Kişot romanını hapishanede yazmaya başladığını öğrenince özdeşlik kurup “içerde” okumak ve yazmak üzerine düşünüyor. Don Kişot romanına bu denli hızlı dalışı ve serüvenlere sürüklenişi biraz da bundan. “Yaşasın edebiyat!” diyerek bitirdiğiniz romanda hem Cervantes ve Don Kişot’la hem de onlardan bağımsız edebiyat üzerine tartışıyor, edebiyatı yüceltiyor ve biz okurlara entelektüel bir şölen sunuyorsunuz.

Edebiyat, roman özelinde Rıza’yı “herhangi bir Rıza” olmaktan çıkarıp onu hikâye sahibi yapan ve serüvenli yolculuğunda ona “Don Rıza la Kemah” kimliğini kazandırarak başkalaştıran önemli bir unsur. Rıza’yı duvarların, tel örgülerin, ona bir biçimde dayatılan görünür / görünmez sınırların ötesine bu yolla geçiyor;  deneyimlediği olaylarla dün / bugün arası ya da tam tersi bugünle dün arası tarihsel, felsefi, sosyolojik bağlar kurup tartışmalar yürütüyor. Hayâl ne, gerçek ne? Akıllılık ne, delilik ne? Hele ki, Don Kişot ve Sancho’yla yaptığı derinlikli fikir alışverişleri var ki, dönüp dönüp okunabilir. Artık o da, tıpkı yaşlı şövalye gibi “okuduğu kitaplarla baştan çıkan” biridir. Bizi Melville, Bunuel, Neruda, Anatol France, Erasmus, George Orwell, Lunaçarski, Lukacs, Dostoyevski ve elbette Cemal Süreya, Can Yücel, Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Murat Gülsoy gibi edebiyatçılarla, düşünürlerle buluşturuyor; “içerde”n “dışarıyı” görüp anlayarak anlamlar yüklüyor, üretip paylaşıyor.

Don Kişot’la yaptığı tartışmalardan bahsedelim isterim. Esirlik ve hürriyet… Ya da bizzat akıllılık ve delilik… Romanın finaline doğru, yaşlı şövalye artık ölüm döşeğindeyken yaptıkları sohbeti, edebi anlamda çok değerli bulduğumu belirtmeliyim. Orada adeta, Cervantes’e, yaşlı şövalyeyi “akıllandırarak” yatağa düşüren ve nihayet öldüren bizim “bilge büyücü”müze isyan ediyorsunuz; yanılıyor muyum?

Amacımın isyan etmek, edebi bir hadsizlik yaparak orijinal Don Kişot’a yeni bir son yazmak olmadığını söylemeliyim. Rıza, Don Rıza la Kemah olarak yaşadığı serüven boyunca aklın da deliliğin de, hayâlin ve gerçeğin de ne menem şeyler olduğunu görüp anlıyor. Buna esirlik ve hürriyet de dahil. Zafer ve yenilgi, kahramanlık ve ihanet, erdem, onur, asalet, bayağılık, cehalet ve daha birçok şeyde… Şövalyeliğin ya da kahramanlık denilen şeyin, başkaları tarafından parlatılan birer sıfat gibi bahşedilmesini beklemek demek olmadığını; öne atılmanın, sahip olunan değerlerle, özetle “kendin olabilmek”le bağını görüp anlıyor. Hayâlde gerçeği buluyor, velhasıl! Sözünü ettiğiniz ölüm döşeği sahnesiyse,  Rıza’nın, “Hayır, bu serüven bitmesin!” çırpınışıdır. Çünkü duvarları – ki, birlikte kaldığı mahkumların cam duvarları da buna dahildir – Don Kişot’la aştı. Duvarların boynunu eğdi. Parçalanmayı bekleyen her türlü sınırı, yalnızlığın duvarını cesaret bulup da yıktıysa, Don Kişot’la yıktı. “Siz benim kahramanımsınız,”diyor bir yerde; “sizin gibiler için ölmek söz konusu olabilir mi?”

Hatta şöyle sesleniyor, Don Kişot’a; “…siz benim benim için muhteşem bir roman kahramanısınız. Bana, düşte gerçeği bulduran bir kahraman! İşte bu yüzden sayın şövalye, siz daima yaşamalısınız.”

“Yaşadım, diyebilirim,” diyor Don Kişot ve tatlı bir tebessümle gözlerini yumuyor. Ve kitabı kapatan Rıza, durup düşünerek artık zihninin sayfalarını açıyor.

Bana kalırsa o sayfalar, bir eser olarak, ölümsüz bir edebi eser olarak Don Kişot’un nitelikli bir kritiğini içeriyor. Buradan yola çıkarak şimdi size arka arkaya isimler söyleyecek ve sizden bir çırpıda aklınıza gelenleri sıralamanızı isteyeceğim.

Elbette!

Cervantes?!

Her şeyden önce “roman” denilen tür onunla başladı. O, edebiyatın “bilge büyücüsü”dür. Eserleriyle yaşayan bir “ölümsüzgil”! Yokluğu varlığa, hayâli gerçeğe dönüştüren, yoğun ve capcanlı bir dünya, bir edebi evren yaratan; saçındaki aklarla değil, yıllar içinde bilinen zekâsıyla yazan bir büyük üstat! Sadece okumayan, okuduklarıyla yetinmeyen, hayatı boyunca yüz yüze kaldığı başarısızlıkları, yenilgileri, savaş, kavga ve isyanları ve elbette kölelik ve hapisliği bilgelik denizine çeviren bir düşünce insanı. Derin, incelikli gözlemler yapıyor. Hem kendisi hem de başkaları için. Ve tam bir sabır insanı. Her açıdan…

Don Kişot?!

Tam bir kitapkurdu! Okuma aşığı. Aklı sıradışı çalışıyor. Bir deha! Soylu mu soylu. Bir entelektüel. Ve sanırım bu nedenle hayâlci… Sorular üretiyor. Sorup irdeliyor. Başkasına doğru gelsin yahut gelmesin, bizzat kendisinin doğru bilip önemsediği düşleri var. Vazgeçmiyor… İdeallerini gerçek kılmak için savaşıp duruyor. O denli yaratıcı ki, atına Rosinante diyerek kişilik kazandırıyor. Yahut Dulcinea’yı düşünelim; ona özellikle asil bir isim veriyor, yüceltiyor. Bana öyle geliyor ki Dulcinea, yaşlı şövalyenin aşkı olmanın da ötesinde erişip ulaşmaya çalıştığı ideali, düşü, kavgasını verdiği şey gibi… Yazık ki, tek tek haksızlıkların peşinden koşuyor…

Çapulcu mudur peki?!

Zincire vurulmuş, prangalanıp mahkûm edilmişe, düşkünlerin elinden tutup ezileni koruyanı kim çapulcu diye adlandırabilir?

Sancho?!

Başında bir alay çocuğu olan, şişman, yerden bitme, cesaret yoksunu biri. Cahil mi cahil. Bayağı mı bayağı. Kaba sözler sarf edebilen; şövalyenin aksine aklıselim davranabilen, hatta gerçekçi biri. Fakat hayâle de çabucak kapılıyor ve sıkça hayâl kırıklığı yaşıyor. Geveze, şikemperest, bir obur. Engin bir atasözleri dağarcığı var, ama bunu adeta saldırı amaçlı kullanıyor. Yaşlı şövalyeyi bazen sarsıp gerçeğe davet ediyorsa da hayâlci bir düşgezgini aynı zamanda.

Dulcinea?

İnsanı her şeyden vazgeçer hale getiren, gönülden kabul edilen yegâne tutsaklık; aşk! Başkasına delice gelse de, yaşlı şövalyenin onda sembolleştirerek cisimleştirdiği büyük ideal.

Delilik?!

Prangalı olduğu şüphe götürmez dünyanın gerçek özgürleri… Başkalarına karşı verdiğimiz en ciddi sınavımız. Öyle adımlar atıyor ve bu şekilde mevcut olanı, var olanı öylesine sarsıyorsunuz ki, aklın ve hakikatin ötesine geçiyorsunuz. Adınız, çarçabuk deliye çıkıyor. Yalnız, cesur ve işte tam bu yüzden deli oluyorsunuz.

Rıza?!

Simit şövalyesi… Okuma budalası. Gerçekçi. Belki de bu yüzden, hayâlci aynı zamanda. Don Rıza la Kemah olmaktan büyük keyif alıyor. Bir şövalye adayı.  Onun da, tıpkı Dulcinea gibi, delice sevdiği biri var: Derya! Ama Don Rıza ona Pelgizar del Tercan diyor. Rosinante’yle aşık atacağını iddia ettiği aslan yeleli bir atı var. Şirbiji! Meselelere tekçi yaklaşmıyor.  Don Kişot gibi bakmıyor. Rıza, “ya hep beraber ya hiçbirimiz” anlayışında biri. Yenilgilerini zafer sayanlardan. Duvarlarını edebiyatla parçalayarak yol alıp gidiyor.

Sonlarda bir yerde Sancho’ya, Lukacs’a ait bir soruyu sorduyorsunuz. Şöyle: “Don Kişot, dünyayı yanlış anlamış olabilir mi?” Ne dersiniz?

Sanmam! Ben de Lukacs’ın azından cevap vereyim: “Belki de dünyanın bizzat kendisidir yanlış anlamaya müsait olan!” Düşünmeye değer. Don Kişot, insanın aklıyla iradesini, yani kendini gerçekleştirme iradesini yücelten biri. Kader yahut felek diye diye başa bela edilen tüm münasebetsizlikleri hiçliyor. İnsanın yapıp ettiklerinin, iyi veya kötü bile olsalar yarattığı sonuçların hepsinin, kendinden öte olmadığını kabul ediyor. Daha fazla uzatmadan, bu yaşlı ve yürekli şövalye ile onun gibilere kim deli, çılgın ya da maceraperest diyebilir?

Andre Malraux’a atıfla şöyle diyorsunuz kitapta: “Her roman aslında otobiyografidir.” – Ben diliyle anlattığınız bu romanda Rıza’yı, “yazarın kendisi” diye ele alabilir miyiz?

Aynı yerde, “İzleri satırların arasındadır…” diyorum. Bilirsiniz; yazarın toplumsal benliği / kişiliği ile yaratıcı benliği / yazan insan olarak kimlik ve kişiliği bambaşka şeyler. Ve bu mesele, edebiyatın sanırım eski, ama eskimeyen tartışmalarındandır. Metne bakarak, yazar insanın toplumsal benliğini değerlendiremezsiniz. Ya da tam tersi, yazan insanın toplumsal kimliğiyle eşlik kurup o yazarın yaratıcı benliğine dair çıkarımlar yapamazsınız. Elbette her yazan insanın kimi yaşamsal izleri metnine yansır. Çünkü birikimlerinizden, yaşamsal deneyimlerinizden süzüp taşıdığınız mürekkeptir kaleminize güç veren. Düş damlatan odur. Fakat buradan, özellikle de – ben diliyle yazmış diyerek, “anlatıcı bizzat yazarın kendisidir” diyebilir miyiz? Hayır!

Peki şu anda neler yapıyorsunuz? Ne tür çalışmalar?…

Gün gün çalışmayı seven ve bunu yıllardır sürdüren biriyim. Öykü dosyalarımla düzenli olarak uğraşıyor, şekillendiriyorum. Üzerinde çalıştığım, taslağı bitti diyebileceğim bir roman dosyam da ayrıca ilerliyor. Sanırım Roland Barthes diyordu; “yazmak, ufuktaki kitabı görmektir!” Çalışkan bir işçi gibi yazıyor ve doğrusu ufuktaki kitaplarımı gördükçe büyük bir heyecan yaşıyorum.

“Okumuş olduğum için yazarım!” diyenlerdensiniz; biliyorum. Acaba en son neler okudunuz?

Margaret Atwood’tan, “Ölülerle Uzlaşmak”ı; Barış Bıçakçı’dan, “Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme”yi; W.S. Maugham’dan, “Ay ve Altı Peni”yi;  Onat Kutlar’dan, “Sinema… Sinema’yı; John Berger’den, “Hoşbeş”i. Raymond Carver’den, “Yazmak Üzerine”yi; Leyla Erbil’in, “Eski Sevgili”sini; Nurdan Gürbilek’in, “Kör Ayna, Kayıp Şark”ını… Bu liste çok uzar… En son Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy imzalı, “Dünya Edebiyatı Üzerine Diyaloglar” adlı kitabı okudum.

Bu güzel şöyleşi için size çok teşekkür ederim. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Size ve Gaia Dergi’ye ben teşekkür etmeliyim. Her zamanki gibi yapıp kitabımın taze, büyülü, o malûm matbaa kokusu üzerindeyken beni sayfalarınızda ağırladınız. Açtığınız bu değerli pencereden, sizi ve okurları, sevgi ve dostlukla selâmlıyorum.

SON YAZILAR

Dünyanın Öteki Yüzü: Genç yazardan alışılmışın dışında hayaller kur(dur)an öyküler

EdebiyatHaber’de gerçekleştirdiği Yazarın Odası söyleşileriyle tanıdığımız Meltem Dağcı’nın ilk öykü kitabı Dünyanın Öteki Yüzü, İthaki Yayınları’ndan çıktı. Yetmiş yaşına geldiğinde ölüm şeklini seçme özgürlüğüne kavuşan kadınlar,...

Belgeselci Ben Fogle ile vahşi yaşam ve belgesel serisi üzerine söyleşi

Adını ilk kez Castaway isimli televizyon programında duyuran ve şu anda Vahşi Yaşama Dönüş (Return to the Wild) adlı programı sunan Ben Fogle, dünyanın dört...

Yeryüzüne Dayanabilmek…

Düşünüyorum da acaba neden yazıyoruz?  Hele ki günümüzde hiç kimsenin doğru dürüst okumadığını bilirken... O halde sadece kendimizi tatmin etmek için mi yazıyoruz? Yoksa bu, karşı...

Depremzedeler Ankara’ya göçüyor ama barınamıyor

Depremden etkilenen 11 ilin halkı Türkiye’nin çeşitli kentlerine göç etmeye başladı. Depremzedelerin yoğun olarak geldikleri kentlerden biri olan Ankara’da başlarını sokacak bir ev bulmaları oldukça...
Gamzegül Kızılcık
Gamzegül Kızılcık
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Kadın hakları mücadelesi, çocuk hakları ve LGBTİ hakları konularına ilgili. Doğal hayatın korunması konusuna meyledişi ve Gaia Dergi ile yollarının kesişimi sonucunda da; direnişçi bir kadın, gazeteci.

ÇOK OKUNANLAR

95,278BeğenenlerBeğen
17,593TakipçilerTakip Et
22,156TakipçilerTakip Et
243AboneAbone Ol