Zaman herkes için farklı işliyor. Saatlerin tik tak sesini işitebilenler için bir okul kurulmalı ve bu okul da edinilen bilgi ile zamanın ruhu yakalanmalı. Zaman benim için ”kafkaesk.”
Saatler beni gösteriyor, utanıyorum ve yeterince uyuyamıyorum. Bugün yaşamanın ne kadar güzel olduğundan bahsedecektim öğretmenim, konuşamadım ve bir köşeden olup bitenleri izledim. Şu yaşıma kadar izledim öğretmenim ama konuşamadım. Belki de konuşurken tükettiğim milyarlarca kelimeden korktum. Yazdıklarımdan binde birini konuşuyor olsaydım; Dante’nin Araf’ından ve Nazım Hikmet’in yaşama olan hasretinden bahsedecektim. Öğretmenim aba altından yöneticilerin hırslarını ve dar ağaçlarında sallanan yazarları gösteriyordu. Gökyüzünün ihtişamından tutun da denizlerin o eşsiz güzelliğini seziyordum. Zamanın bu denli hızlı akmasına karşılık bir formül geliştirmek vardı aklımda, olduğum yerde sabit bir şekilde duracaktım. Nesneler ve özneler gözlerimin önünden akıp gidecekti ya da bir mağaranın eşiğinden Zerdüşt misali seslenecektim benim Tanrım olan Tanrıya.
Her şey düzgün gidiyordu da ben miydim yanlış olan. Hiç bir zaman tam olamadım mesela aşkta yarım kaldım, başaramadım, kitap okuyacak oldum bir türlü bitiremedim. Yıllarca sigara içtim ama bağımlı olamadım. Hep bir tarafım eksik kaldı. Ne görünür ne de görünmez oldum. Onlar bir oktav yukarı çıkarken ben ‘uk” notasında kalıyordum ve kalmakta diretiyordum. Değişmekten mi korkuyordum? Azla yetinen biri için bir oktav yukarı çıkmak caiz değildi. Şimdi sekizinci sanattan bahsediyor kuramcılar, ne korkunç bir durum. Yedincisinin tadına varamadan sen kalk sekizinciye atla. Elimi cebime attım meteliksiz kalışıma güldüm. Kaç el sığardı bu cebe? Kapitalistlerin cebimde ne işi vardı? Bu tiyatrocular neden kendi ceplerinden çıkıp yine kendi ceplerine giriyorlardı?
Öğretmenim elindeki sopayı uzatarak yanan şehirleri gösteriyordu bana. Düşünüyor muydum gerçekten yoksa benim yerime düşünüp beni mi kandırıyordu yöneticiler. Her şey yapay ve sahte bir noktaya doğru evriliyor ve bu evrim öncekilere hiç benzemiyor. Öyle bir çağ ki bu çağ, insanı yapay bir düzleme taşıyor. Gerçek bilginin ortadan kaybolduğunu düşünmekteyim. Bilmenin mümkün olamayacağını düşünmeye başladım, içselleşmemiş bilginin ne değeri olabilir,” dedim ve sıranın arkasına oturdum ya da hep oradaydım da bütün bunları içimden mi konuşmuştum? Karanlıkta oturan bir takım insanlar vardı ve hezeyanla izliyorlardı sahnede acı çeken oyuncuyu. Oyuncunun sermayesi çektiği acılarıydı.
’Neden bu sahnedeyim? Bana mı bakıyor insanlar? Aman Allah’ım ne korkunç bir haldeyim, bir elimde hançer diğer elim de babamın cesedi. Kaybedişimin yirminci yıl dönümünde dönüyorum dolunay kurtları gibi kendi etrafımda. Herkes bilir şu hançerin lanetini, lanetlilere selam olsun ve bende lanetliyorum sizleri. Beni tanıyorsunuz ama yeterince derinleşemiyor ve sığ lağımlar da yüzü koyun yüzüyorsunuz. Başka bahara ertelemeli bu cinayeti yoksa kraliçe anlayacak gerçeği. Seyirciler bir hiyerarşi ile oturuyordu, yöneticiler sahnedeki oyunu seyrederken anlıyormuş gibi başlarını sallıyor ve ağızlarından salyalar akıyordu. ‘’Halkımızla kucak kucağa tiyatro seyretmenin keyfinden bahsediyorlardı.’’ salyalarını akıtarak. Biçimsel olarak sanatkar görünmelerine karşılık içsel olarak yöneticileri andırıyordu. Sahnedeki oyuncu kan revan içerisinde rolünü oynarken, yöneticiler puan veriyor ve verdikleri her puan insanlığa bir küfür niteliği taşıyordu. Ne çeşit bir insan sahnedeki insanın insanlığını ölçüp biçebilirdi? Orta koltuk da oturanlar, koltuk sevdalısı bir grup iş insanıydı, biçim olarak öğrenci olmalarına karşılık içsel olarak yöneticilerin salyalarına yakın bireylerdi Boş konuşmaktan çeneleri hafif aşağıya doğru meyletmiş, atıp tuttukları, tutup yuttukları her şey sanat içindi. ”Sanatımız tuttuklarımız la ilerliyor, bizler kapitalist sanatçılarız.” diye içlerinden geçiriyorlardı.
Canım öğretmenim ben neden böyleyim? Neden birbiri içine girmiş yollarda yürüyorum. Macbeth’i oynarken hissettiklerim karşısında korkuyorum. Anneme Macbeth’i anlatırken ”Allah kurtarsın,” diyor ben ise küfürlere başvuruyor, cadılara bağırıyorum. Beni sizden sizi benden uzaklaştıran içimizdeki cadılara. Şimdi bir ateşin başında oturmuş bir gölge oyunu seyrediyorum, gölgeler büyüyor ve gökyüzünü kaplıyor, üstüme doğru çöreklendiğini duyumsuyorum. Canım öğretmenim ben neden böyle hissediyorum? Bizi bizden ayıran kapitalizme lanet olsun. Düşünmekten başıma ağrılar giriyor! Dostlarla oturup kahve içiyoruz ve geçim derdimizin tiyatroya olan etkisinden bahsediyoruz. “Türk tiyatrosunun ekmeğe ve bir de çorbaya ihtiyacı var.” teşhisini yaptıktan sonra herkes evlere dağılıyor. Eğer bir şeyler kötü gidiyorsa ona ‘’dur’’ demek günah oldu son günlerde. Yayımlanan yasalar eşliğinde düşünmek zorunda bırakılıyoruz. Ne yazılanlar bizi anlatıyor ne de yasalardaki maddeler bizi doyuruyor.
YALNIZLIK
Bu derde bir çare bulmak gerekiyor. Bir tarafım deliler gibi yalnız kalmak istiyor diğer tarafım insanlarla iç içe yaşamak. Ders biter bitmez kendimi bir avuç ağacın altına atıyorum bir sigara yakıyorum uzaklara dalıp gidiyorum. Zihnimin içerisinde oyunlar oynuyor ve kitaplar okuyorum, gözüm bir kedinin hareketlerine takılıyor onu gözlemliyorum. Dostlar geçiyor yanı başımdan ‘’Allah’ım beni görmezler umarım. Her birinin derdi başından aşkın benim yalnızlığımla yoğrulmasın yürekleri,’’ diyorum içimden. Ülkemizin hüzün dolu öğrencileri mezun olduktan sonra evlerine ekmek götürmenin düşünü kuruyor. Bende bir şeylerle uğraşayım diyorum dönüp dolaşıp kendime tosluyorum. Ters giden bir şeyler var öğretmenim. Ben kendim gibi hissetmiyorum. Bu derde bir çare bulmak gerekiyor öğretmenim. Artık eskisi gibi gülemiyorum, ağlayamıyorum da. Bana tavsiye edebileceğiniz bir kitap olursa çok sevinirim. Kozasına sıkışıp kalmış tırtıl gibi hissediyorum, biraz daha kalırsam çürüyeceğimden korkuyorum. Bir günlük ömrüm dahi olsa kelebek olup uçmak istiyorum öğretmenim.
Öğretmenimi bahçede görür görmez içimden konuşmaya başlamıştım yanına gidecek cesaretim yoktu olsaydı da bu yazdıklarımı nasıl anlatacaktım. Belki o da yalnız kalmak istiyordu, yalnızlığının keyfini kaçırmak istemem, ne kadar kötü bir şey olduğunu biliyorum. Hem keyif verir yalnızlık hem de insanın içini acıtır ve zamanla o acıda keyfe dönüşür. Yalnızlık bağımlılık yapar, fazla yalnız kalan kişiyi kimse görmez bir nevi görünmez olur o kişi. Yalnızın kalbi atıyordur, nefes alıyordur, umutları yerli yerindedir. Bu kısa süreli bir kaçıştır belki de daha iyi geri dönebilmek için kaçması gerekir. Son zamanların gelmiş geçmiş en yalnız insanına ödül verecek olsalar öğretmenimle paylaşabilirim o ödülü.
Yalnızlığıma burada son vererek okuldaki gerçek benliğime dönmek istiyorum sevgili okuyucu. Canım okuyucu bu satırları okuyorsan başta sen ve ailen olmak üzere sevgilerimi iletiyorum. Son zamanlarda kimse okumaz oldu. Okuyan birilerini bulunca da insan hüzünleniyor ama sen sakın hüzünlenme sadece anlamın peşine düş, duygusal değil de bilimsel yaklaş her şeye. Duygusal dehlizlere giren çıkamıyor, bir çeşit hastalığa sebebiyet veriyor duygular. Ne yap ne et, zihninle duygunun arasına bir köprü inşa et.