“Ben Ulrike” dedi, “yaşamın kızıl sesi”
Gece gelen telgraf
dört heceden ibaretti:
“Vefat etti.”
İmza yok.
Bu dört hece bile çok.“¹
Stuttgart’ta bir hücrede nefessiz kalan bir kadının gölgesi yansıyordu geceye. Sabaha ölüm haberi yayınlanacak ve Almanya başta olmak üzere, tüm dünyadaki muarızlarını (karşıtlarını) bahtiyar edecek olan bu kadın, “68 ruhu” olarak ünlenen efsanevi dönemin, belki de en kızıl yıldızıydı. Böylesine önemli bir figür olmasının sebebi, eylemleriyle Avrupa’yı sallayan Kızıl Ordu Fraksiyonu (Red Armische Fraktion) üyesi olması değildi sadece, zira o, aynı zamanda bir zihin öfkesiydi.
Bir anneydi o, bir kadındı her şeyden önce. Kızıl nefesiyle ve öfkesiyle bir dönemi sallayan, aynı zamanda Konkret dergisinde yazdığı yazılarla, tüm dünyada yükselen sömürgeci saldırıların hesabını soran bir düşünce neferiydi. Ölümünden yıllar sonra bile hayaletiyle sokakları ısıtan, aynı yıllarda hem Paris’te hem İstanbul’da hem Ankara’da yayılan genç itirazın, en güzel karanfiliydi.
Adı dergiden sonra televizyonlardaki mücadelesiyle duyulan Ulrike, bir zaman sonra, korkulan bir “terör” simgesinin bir motifi olarak duyurdu adını. Bu terör simgesi, Vietnam’da katledilen çocukların, dünyada bugün göstermelik bir nedametle anılan iğrenç sayfaları arasına sıkışmış isimlerini anıyordu. Öyle tehlikeliydi ki, İran şahının ziyaretini protesto ettikten sonra yazdığı yazıda; “Eğer bir kişi taş atarsa, bu cezalandırılması gereken bir davranıştır. Eğer yüzlerce kişi taş atarsa, bu, politik bir eylemdir” diyordu. Sokakların sesini, kelimelerine koklatıyordu.
Bir anma yazısı değil bu. Amacım bu kadını övmek ve göklere çıkarmak değil. Sadece, bu kadın öfkesini tasvir ediyorum, bir kadının, bir annenin, bu kuvvetle tarihi sarsmasının anatomisini çıkarıyorum. Hakkında o kadar cümle söylendi, o kadar film yapıldı, ama hâlâ söylenecek sözler tükenmedi bu kadının hakkında. Öyle bir gürültüyle fırladı ki, karanlık gölgelerin arasından, aydınlık fikirleri, hâlâ ısıtıyor yaşlanmış, paslı salonları.
“Ben Ulrike. Beni öldüremeyeceksiniz!” derken de, bedenini yok etmeyi başarmalarına rağmen, adını tarihin sayfalarından silemeyeceklerini, bulunduğu her ortamda yükselen sesini, öldükten yıllar sonra bile, kesemeyeceklerini göstermişti aslında, sadece hatıralardaki yerini değil, zamana meydan okuyan zihnini de göstermiş oldu bu şekilde. Nazım ustanın söylediği gibi;
“O, ne önde
ne arkada
sırada
sıramızdaydı…”
Yani, o hiçbir şekilde bir hiyerarşinin üyesi değil, hepimizin arasında, “sıradaydı”. Zamanı geldi, sözünü söyledi, öfkesini ciğerlerine doldurup kustu ve sırası geldiğinde, kendi üstüne biçtiği görevi tamamladı. Hakkında söylenecek daha çok şey var, ancak şimdi, konuşma sırası yine onda. Görmediği, belki de adını daha önce hiç telaffuz etmediği varoşlarda, okullarda, kitapların arasında yaşıyor hâlâ.
“Ve yanındakinin kanlı başı onun omuzuna eğilince
ona sıra gelince
sayını saydı…
Söz istemez.
Yaşlı göz istemez.
çelenk melenk lazım değil…
Susun.
Sıra neferi uyusun…“²
¹ Nazım Hikmet- Gece Gelen Telgraf
² Nazım Hikmet- Sıradaki