28 Mayıs 2013 Türkiye siyaseti açısından oldukça değerli bir günün başlangıcıydı, yarım kaldı. Benim aklım Gezi’de kaldı, ya sizin?
Halk bu günkü saray anlayışının o dönemden inşa edildiğini anlamıştı. Kadınlar bedenlerine, gençler özgürlüklerine, LGBT+ bireyler eşit yaşam haklarına, aleviler cemevlerine, uluslar kimliklerine dillerine ve kültürlerine sahip çıkabilmek için ortaklaştı ve tahakküm politikalarına karşı direnişe geçmeye başladı. Bu direniş kadınlar, gençler, LGBTi+ bireyler, muhafazakârlar, ekolojistler ve engelliler tarafından yani Türkiye tarafından örgütlenmişti. Milyonlar sokaklara dökülmüştü ve bu kadar çeşitli insandan oluşan direnişin başlama sebebi halkların Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine müsaade etmeyişiydi. Çünkü artık binaların insan hayatını düzene sokmayacağını, beton İstanbul ve sisteme kurban edilmeye çalışılmış birçok insan anlamış ve Türkiye halklarının çığlık noktası da doğaya yapılan müdahale olmuştur.
Gezi direnişinin en önemli özelliği de ekoloji mücadelesi ile hak mücadelesinin ortak bir zeminde buluşuyor olmasıydı. Tabii orantısız bir zekanın varlığı da unutulamaz. Orantısız zeka polisin ve mekanikleşmiş şiddet kültürünün kitaplarla, komün yaşamla protesto edilip alışılmış sol sloganların yerini yeni nesil şiddetsiz, nefretsiz, ilgi çekici sloganlara bırakılmasıydı. Mesela bunlardan hiç unutamadıklarımdan bazıları “Mustafa Keserin askerleriyiz, kahrolsun bazı şeyler, ne sağcıyım ne solcu çapulcuyum çapulcu, faşizme karşı bacak omuza, Tomalara göğüs geren işte benim Zeki Müren” sloganlarıydı. Bu sloganlar farklıydı fakat devlet hep öldüren, katleden ve sindirmeye çalışan taraftaydı. Sitemin bu tarafı ise oldukça cani ve acımasızdı ve birçok gencin katledilmesini imza attı.
Emri büyükler, sultanlar verdi 15 – 19 – 20 ve 30’lu yaşlardaki gençler de o emir sonucu katledildi. Ben de Gezi’de doğa, insan ve yaşam için direnen milyonlardan, biber gazından, tomadan, plastik mermiden yaralanan arkadaşlarına müdahale eden onlarca sağlıkçıdan bir tanesiyim ve Gezi bana çok şey öğretti. Bunlardan en önemlisi devletin himayesinde olan ambulansların ildeki yetkili kişi istemese hiçbir şekilde hiçbir vakaya gidemeyeceğini ve yaralıların ölüme terk edileceği oldu. Bu öğretisi ise benim gibi sağlıkçı olan arkadaşlarda da öz sağlık pratiğini gerçekleştirdi. Bu nedenle onlarca sağlıkçı hakkında dava açıldı, birçok sağlıkçı görevden alındı.
Sağlıkçılara yapılan bu saldırının sonucunda anladık ki bu kadar devlet destekli saldırı yapılıyorsa bizler gerçekten doğru noktayız, öz yaşama dair pratiklerimizi de gerçekleştirmeliyiz. Bahsettiklerim Gezi’deki mesleki kazanımlarım olabilir fakat Gezi’de sağlık dışında da kocaman bir bölgesel direniş gerçekleşti. Halklar “Yaşadığımız alandaki bir alanın park mı, kışla mı olacağına biz alan sakinleri karar veririz” diyerek bireyden topluma doğru bir meclisleşme yarattı, sokaka forumları oluşturdu, iç hiyerarşi ve tahakküm olmadan bir yönetim modeli ve katılımcı karar modeli de oluşturmuş oldu.
Aslında Gezi’de halklar sağlık alanından komünal gıda, kişisel bakım ve eğitim alanına kadar devlete çoğulcu, yerel, özgür ve eşit bir yönetim modeli oluşturabileceğini gösterdi. Halkın burada göstermek istediği aslında öz sağlık, öz eğitim yani öz yönetimdi ve Gezi Direnişi öz yönetimle şehir şehir yayıldı. Ülkenin dört bir yanında bir bağ oluşturdu ve bu bağ ekonomik, kültürel ve sosyal anlamda laik Türkiye’nin çıkarını sağlayacakken sermaye ve monarşiye doğru ilerleyen sistem tarafından lağvedilmeye çalışıldı. Şu an savaşa giden her gün tecavüz ve taciz vakalarının, ölümlerin, sömürünün, yaşam hakkı ihlallerinin, ekolojik ve toplumsal kıyımın, yoksulluğun artarak yaşandığı ülkemizde benim aklım hâlâ Gezi’de.
Gezi’de katledilen tüm gençleri anıyor ve ölmelerine engel olmadığımız için kendilerinden özür diliyorum. İnanıyorum ki bir gün hayal edilen ekolojik, demokratik, eşitlikçi, barış içinde bir Türkiye’yi kan dökmeden kuracağız.