Burdur’un Yeşilova ilçesinde bembeyaz kumsalı ve turkuaz rengi suyuyla Maldivler’e muadil gösterilen Salda gölü adeta bir yeryüzü cenneti. Ancak eşsiz manzarasıyla ileride turizme çok büyük değerler katabilecek olan bu doğal alan korunması gereken yerde devlet eli ile yok ediliyor. Devlet Su İşleri (DSİ) tüm tepkilere rağmen gölet yapımının yerel halk tarafından talep edildiğini savunarak Salda Gölü’nü besleyen tek kaynak olan Düden Çayı’na sulama amacıyla gölet inşaatında zemin kazıma çalışmalarına başladı.
Göl ekosisteminde bilimsel çalışmalar yürüten Yard. Doç. Dr. ErolKesici, Salda Gölü’nün Dünyada Mars gezegeninin toprak yapısına benzerlik gösteren iki noktadan biriolduğunu belirterek gölet inşaatını “Toprak ve kaya yapısı ve mavi-yeşil algleriyle Mars’taki yaşamın anahtarını taşıyan Salda Gölü yöre halkı istedi diye yok edilemez” sözleriyle eleştirdi.
Göldeki biyolojik çeşitliğinin bulunduğu yere gölet ve baraj yapılmasını “akıllara zarar biruygulama” olarak niteleyen Erol Kesici, “Burdur’da tarımı her yerde yapabilirsiniz ancak Salda Gölü’nü yeniden oluşturmanız imkânsızdır. Giderek çöle dönüşen Burdur Gölü ve çevresinde kurutulan göllerden hala ders alınmadı mı? Baraj ve göletler, yapaydır, su deposudur. Doğal alanlar göller ise bölgedeki geçimin ve yaşamın belirleyicisi, hazırlayıcısı olan yaşam alanlarıdır” açıklamalarında bulundu.
“Düden Deresi’ne müdahale edilmemeli”
Düden Deresi’nde gölet yapımının gündeme geldiği dönemde Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın talebiyle Türkiye’nin önemli göl ve sulak alan uzmanlarından biri olan TTKD (Türkiye Tabiatını Koruma Derneği) Bilim Danışmanı Yard. Doç. Dr. Erol Kesici bölgede bilimsel araştırmalar yapmış ve çalışmaların ardından hazırladığı raporda, Düden Deresi’ne müdahale edilmemesigerektiğini belirtmişti. Fakat devlet bizleri ne yazık ki bir kez daha şaşırtmadı ve bilim insanları uygun görmediği halde DSİ çalışmalar için düğmeye bastı. Kesici, bu durum karşısında tepkisini “Biz neden onca masrafla bu çalışmayı yaptık. Biz kim için, ne için hazırladık o raporları?” diye sorarak getirdi.
Müdahale nelere sebep olacak?
Devlet yetkilileri, Mars’ın sırlarının, Mars’a gitmeden araştırılabileceği bir alan olan Salda Gölü’nün yok edilmesine sebep olacak girişimden dönmeli. Aksi takdirdeDüden deresine yapılacak olan müdahale gölün su seviyesini azaltarak turkuaz rengini yok edeceği gibi kayaç ve toprak yapısının yanı sıra yaşamın başlangıcında kilit rol oynayan mavi-yeşil algleriyle Mars özelliği taşıyan beyaz oluşumları da karartacak. Aynı zamanda gölet yapımıyla su rejimi olumsuz etkileneceği için göl kirlilik baskısına maruz kalacak ve dolayısıyla gölde yaşamını sürdüren canlı türleri de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.
Gezi direnişi ve bu direnişte Beşiktaş taraftar grubu Çarşı’nın yarattığı büyük etkiden bu yana spor sahalarında muhalif tüm söylemler engellenmeye çalışılırken, bir yandan ise hükûmet ve devlet yanlısı siyasi slogan ve pankartlar adeta teşvik ediliyor. Bunun son örneğini hafta sonu Sakarya’da yaşadık. Spora siyaset karıştı.
Spor Toto 3.Ligi’nde mücadele eden Sakaryaspor, kendi evinde Sultanbeyli Belediyespor’la oynadığı maça, sonunda “T.C Başkanı Recep Tayyip Erdoğan” yazılı pankartla çıktı. Sakaryaspor futbolcular, yapacakları maç öncesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda da söylediği “Dünya beşten büyüktür” sözünü pankartlarına taşıdılar. Pankartın devamında ise Cumhurbaşkanı değil “T.C. Başkanı Recep Tayyip Erdoğan” ifadesi yer alıyordu. Uzun yıllardır Süper Lig’den uzak olan Sakaryaspor, bu yıl bir lig yükselerek ileriki yıllarda bu hedefe varma amacıyla yola çıkmıştı.
Barış pankartı yüzünden Amedspor’a para cezası verilmişti
Bu pankart akla Fenerbahçe-Amedspor Türkiye Kupası maçında geçen yıl açılan pankartı getirdi. Fenerbahçe’yle oynadıkları Ziraat Türkiye Kupası çeyrek final maçı öncesi Amedspor oyuncularınca açılan “Çocuklar ölmesin, maça gelsin” pankartı nedeniyle kulübe ceza verilmiş, para cezası kesilmişti. Yine oynadığı kupa maçı öncesinde giydiği “Yüce Atatürk” tişörtleri nedeniyle Fethiyespor, Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu’na sevk edilmişti.
AMEDSPOR, ZIRAAT TURKIYE KUPASI ILK MACINDA DIYARBAKIR SEYRANTEPE SPOR KOMPLEKSI’NDE FENERBAHCE’YI AGIRLADI. AMEDSPORLU FUTBOLCULAR, SAHAYA COCUKLAR OLMESIN MACA GELSIN PANKARTIYLA CIKTI. FOTO: SELIM KAYA/DIYARBAKIR, (DHA)
Deniz Naki ve Amedspor’a baskılar sürüyor
Bugün, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Amedsporlu Deniz Naki hakkında, “Terör örgütü propagandası” yaptığı iddiasıyla başlattığı soruşturma tamamlandı. İddianamede, Naki’nin Facebook ve Twitter hesaplarından yaptığı 7 ayrı paylaşımda örgüt propagandası yaptığı gerekçesiyle 1 yıldan 5 yıla kadar hapisle cezalandırılması isteniyor. İddianamede, polis tarafından düzenlenen tespit tutanağına dikkat çeken savcı, Naki’nin Facebook hesabından 4 Ocak 2016 günü, “Bir baba düşünün iki evladı da vurulmuş ve yanlarında öylece çaresizce cansız bedenlerine bakıp duruyor, Cizre’de yasak var diye onları gömemiyor” diyerek bir paylaşım yapıldığını kaydetti.
Daha önce Almanya’da ST.Pauli formasıyla da mücadele veren Deniz Naki, solcu ve muhalif kimliğiyle tanınan bir futbolcu. Naki, bu sene de Amedspor ile lige formda başladı.
Deniz Naki
Osmanlıspor hesabından militarist tweetler
Osmanlıspor, kamuoyunda “Gökçeklerin” takımı olarak biliniyor. Ankaraspor’dan devşirme olan bu kulüp, formasından stadına, tribündeki pankartından sosyal medya hesabına kadar mütemadiyen Osmanlı vurgusu yapıyor, mevcut siyasete destek veriyor. Hafta sonu oynanan Osmanlıspor – Fenerbahçe maçı sırasında Osmanlıspor’un parodi Twitter hesabından Osmanlı çağrışımlı militarist içerikli tweet’ler atıldı. Bu tweet’ler arasında “Bizim cenk alanımızda seri paslaşmalar sırasında oley oley değil, Allah Allah sesleri duyulur” gibi tweetler vardı. Aynı hesap, 29 Eylül’de ise şu tweeti atmıştı: “Bugün kafire karşı Türklerin gecesi. Fenerbahçe’ye, Anadolu Selçuklu Konya’ya ve Futbol-u Aliyye Osmanlı’ya dualarınızı eksik etmeyesiniz.”
Basketbol federasyonuna Cumhurbaşkanı danışmanı başkan geliyor
Basketbol Federasyonu’nda başkanlık seçimleri yaklaşıyor. Basketbolda da siyaset hiç olmadığı kadar işin içinde. Eurobasket turnuvası ve Euroleague Dörtlü Final’inin İstanbul’da yapılacağı 2017 arifesinde yapılacak başkanlık seçimi öncesi adaylık sürecinde sürpriz bir gelişme yaşandı. TBF Başkanı Harun Erdenay aday olmayacağını duyurdu. Cumhurbaşkanlığı Spor Başdanışmanı Hidayet Türkoğlu, seçime büyük olasılıkla tek aday olarak katılacak. TBF’de bir süre üst düzey yönetici (CEO) olarak görev yapan Türkoğlu, 2016’nın Mart ayında Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı görevine getirilmişti.
“Bombayı anneme ellerimle verdim. İnsan her şeye alışıyor ama bu olaya alışmam mümkün değil”
-Kumru Üçok
Ve bu kadim coğrafya, tüm renkliliğinin aksine renksizleştirilen günlerin, acıların yuvası. Kol geziyor her yanda tahammülsüzlükler, kanlanıyor canım coğrafya. Baş tacı edilesi insanların canı alınırken bize kalan sadece yaslı bir türkü oluyor bazen…
Birilerinin istediği gibi konuşmadığı, bakış açısı farklı olduğu için yaşam hakkı elinden alınan Bahriye Üçok, sancılı bir dönemin kadınıydı. Fakat hiçbir siyasi çalkantı, tehdit ona geri adım attırmamıştı. Ülkenin her yanından ölüm, suikast haberlerinin geldiği bir dönem olan 90’larda o, düşüncelerinin bir kesimi kızdıracağını bile bile yolunda yürümeye devam etti.
Bahriye Üçok’un hayatına ve düşüncelerine dair yapılan çalışmaları okurken sadece onun gibi düşünenlerin kalem oynattığını gördüm. Yani o da sadece bir ideolojinin aydını ilan edilmişti. Bu benim anlayamayacağım bir şey. Düşünceleri beğenilmediği için birinin ölümünün istenmesini de asla anlamayacağım. Zira ben, bazı noktalarda ayrılsam da içim acıya acıya yazdım bir aydının gidişini.
Akademide olduğu kadar siyasette de başarılı bir aydındı
Bahriye Üçok, 1919 yılında Trabzon’da doğdu. İlk ve ortaokulu Ordu’da okuyan Üçok, Kandilli Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesine girdi. Burada Ortaçağ Türk İslam Tarihi Bölümü’nden mezun oldu. Ardından 11 yıl sürecek olan öğretmenlik hayatı başladı. 1953 yılında üniversiteye dönerek Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne asistan olarak girdi. Üretken ve başarılı bir isim olan Üçok, 1957 yılında doktor, 1964’te doçent oldu.
Aynı zamanda da aktif bir siyasetçi olan Bahriye Üçok, 1971 yılında Cevdet Sunay tarafından kontenjan senatörlüğüne seçildi. 5 yıl senato divan üyeliği yaptı. Etkin siyasi hayatı 1977 yılında CHP’ye girmesiyle devam etti. 12 Eylül sonrası Halkçı Parti’nin kurucu üyesi olan Üçok, aynı yıl gerçekleşen seçimde Ordu milletvekili oldu.HP-SODEPbirleşiminde etkin rol oynadı.
Bahriye Üçok, bir kadın olarakataerkil bir toplumda kadın olmanın zorluğunun bilince bir aydındı. Bu yüzden çalışmalarında ve söylemlerinde kadınlara sık sık yer verdi. İslam Devletinde Türk Naibeler ve Kadın Hükümdarlar bu amaçla yazılmış çalışmalarındandı. Çünkü o, kadının konumunun tarihte o anki çekilen konumundan farklı olduğuna inanıyordu ve bunu her yerde anlatıyordu.
Düşünceleri nedeniyle suikasta uğradı
1988’deTRT’de katıldığı türban konulu açık oturumda Kuran’dan ayetlerle örnekler vererek İslamiyette örtünme zorunluluğunu olmadığını açıklaması onun hayatını bambaşka bir seyre soktu. Bu programın ardından hiç kesilmeyen tehdittelefonları hayatına girmeye başladı. Fakat Bahriye Üçok, susmadı, tehditlere rağmen düşüncelerini savunmaya devam etti.
İslam’a farklı bir yorum getirdiği için SHP parti meclisi üyesi, eski senatör ve milletvekili Üçok, 6 Ekim 1990 günü kargoyla gönderilen bombalı paketin elinde patlaması sonucu yaşamını yitirdi. Suikastı üstelenen İslami Hareket Örgütü’ndenbir kişi Cumhuriyet Gazetesini arayarak Bahriye Üçok’u tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden cezalandırdıklarını belirtti. Bahriye Üçok suikastı uzun süre basında ve ülke gündeminde yer aldı. Onun öncesinde de aldığı tehdit telefonları gazete manşetlerini dolduruyordu.
Güneş Gazetesi, 14 Ekim 1990
Bahriye Üçok, suikasta uğrayan ilk aydın değildi, son da olmadı. 90lar buram buram ölüm kokan bir dönem olarak geçti tarihe. Üzücü olan şu ki tarihe nice kanlı dönembırakacağız gibi görünüyor. Zira hâlâ ülkesi için güzellikler yapmak isteyenler, hain ilan ediliyor, baskı altına alınıyor ve öldürülüyor.
Milli Gazete, 8 Ekim 1990
Not: Bu notu vermeden geçemeyeceğim. Arşivini kullanmama imkân sağlayan, geleceğin objektif Cumhuriyet Tarihçisi olacağına inandığım arkadaşım Hazal Erdoğan’a teşekkür ederim.
Kaynak
Aydınlanma Yürüyüşünde Bahriye Üçok, Kadınlar Derneği Yayınları, Ankara, 1999.
Ümran Avcı, Kum Saati-Suikast Öncesi Son Günler, Bilgi Yayınevi, 2009.
Orhan Tüleylioğlu, Neden Öldürüldüler? UM: AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı yayını, 2008.
Kadınlar konusunda verilen kararlara baktığımız zaman genelde arkalarında kadınların olmadığını görürüz. Örneğin türban, çarşaf gibi konulara karar verenler erkekler; türban, çarşaf eylemleri yapanlar yine erkekler. Kürtaj karşıtı olanlar yine erkekler ve kürtajı yasaklayanlar da yine erkekler. Kadınlarla ilgili konulara erkeklerin karar vermesi büyük bir küstahlık değil mi?
Bugün baktığımız zaman feminist gruplara bile yön veren erkekleri görmek mümkün. Kadınların yaşamını kısıtlayanlar erkekler ve kadınlara erkekler tarafından koyulmuş bariyerleri nasıl aşabileceklerini gösterdiklerini iddia edenler yine erkekler. Erkekler kadınların yaşamlarını her açıdan kısıtlamaya devam ededursun Polonya’da, kadınlar, yeni bir yasakçı erkek-egemen saldırıya karşı direnişte idi.
Erkekler, tarihin birçok noktasında ve günümüzde, dünyanın birçok yerinde ve yaşadığımız topraklarda, kadını birer robot olarak arzuluyorlar. Onlara göre kadınlar, erkekler için ev işlerini yapan, çocuklarına bakan, erkeğin zevke dayalı ihtiyaçlarını, egosunu tatmin eden, çocuk doğurmaya yarayan birer makine olmalıydı. O zaman kadınları daha çok seveceklerdi. Bu yüzden kadınları, ana-erkil toplum yapısından ata-erkilliğe geçilen zamanlardan itibaren tüm kültür aygıtlarını kullanarak, kadınları, hayal ettikleri gibi bir robota çevirmeye çalıştılar. Başarılı olduklarını ise kadını erkek bakış açısı ile değerlendiren ve erkeği haklı bulan kadınlardan anlıyoruz.
Dini baskıların yüksek olduğu yerlerde de kürtaj karşıtlığı çok yüksektir. Polonya bu ülkelerden biri. Katolik Hristiyanların nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu Polonya, dinlerin kadın düşmanlığı konusunda birbirinden çok da aşağı kalır olmadıklarının da bir kanıtı.
Polonya’da Kürtaj Karşıtı Vatandaşlar İnisiyatifi, 450bin imza toplayarak kürtaj karşıtı yasa tasarısını destekledi. Bu 450 bin oyu verenlerin kaçı erkek, kaçı kadın kaçı diğer cinsiyetlerden belli değil. Bu 450 bin imzacı arasında kaçı doğum yapma kabiliyetine sahip? Kaçı kürtajın hangi durumlarda karara bağlandığını biliyor? Kaçı hamile kalmış? Kaçı kadını anlayabilir? Belli değil. Ancak kendilerinden olmayan insanlara nasıl yaşayacaklarını söyleyen küstah kimselerden oluşan bir grup.
Tüm ülkelerde biliniyor ki kürtajı yasakladığınız zaman merdiven altı kürtaj yapan yerler çoğalıyor ve bu kliniklerde bir sürü kadın ölüyor. Yani yasaklamak bunu durdurmaya yarayan bir şey değil ve kürtaj yaptıracak kişiye de ölüm riski vermek anlamına geliyor. Kürtaj bu kadar gerekli olmasa kimse de gidip yasa dışı yerlerde yapmak zorunda kalmazdı.
Erkeklerin kadınları daha çok doğurmaya zorlamalarının diğer bir nedeni; zenginlerin daha çok zengin olmayı istemesi. Avrupa’da genç nüfus giderek azalıyor bununla birlikte işçilik maliyetleri artıyor. Bu yüzden Avrupa yeteri kadar genç mülteciyi kabul etmişti. Bu çaresiz kişileri mümkün olduğunca sömürmek tüm amaçları. Mülteci ve yabancı işçi bir çözüm ama ülkenin sosyal yapısını değiştirdiği için ırkın devamlılığı açısından tehlike doğuruyor. Bu yüzden her ırk devamı için sürekli çocuk doğurmak isteyecektir. Bununla birlikte hem genç iş gücü ihtiyaçlarını karşılayabilirler hem de ırklarının devamını. İşte bu yüzden kürtaj yasağı aynı zamanda politiktir. Yani kadınların nasıl yaşayacağına, küstah politikacı erkekler karar vermeye çalışmaktadır.
Fakat Polonya’da durum erkeklerin istediği gibi sonuçlanmadı. 100 bin kadın hayatı durdurdu. Memur ve çalışan kadınlar greve gittiler. Meydanları doldurdular. “Misyoner (dini yaymaya çalışan kişi) değil doktor istiyoruz” sloganları atarak dine dayalı bilim ve tıbbın insan ve hayat düşmanı bir tıp ve bilim olacağını da vurgulamış oldular. Yapılan greve ve eylemlere dayanamayan devlet, tasarıyı geri çekmek zorunda kaldı.
Bu zaferle birlikte kadınları kuluçka makinesi olarak gören erkekler bir kez daha yenilgiye uğramış oldu.
Türkiye, sahip olduğu coğrafi konum ve iklim koşullarının el verdiği şartlar sayesinde büyük ormanlık alanlara sahip bir ülkedir. Çölleşmeye yatkın olmayan ülke, yakın geçmişte değişen iklim şartlarından ve hatalı arazi/yeşil alan kullanımından ötürü önümüzdeki dönemde kuraklık ve çölleşme tehdidi altına girmiştir.
İklim yapısının bozulmasında büyük bir etken olan ormanlık alanların yok edilmesi konusunda Çevre ve Orman Bakanlığı, Orman Genel Müdürlüğü, Türkiye Orman Derneği ve ormanla ilgili sivil toplum örgütleri çalışmaları yoluyla yapılan uluslararası sözleşmeler ve alınması planlanan önlemler, orman yangınları istatistiklerine bakıldığında yapılan çalışmalar, ikna edici nitelikte değildir.
Çevre ve Orman Bakanlığı Dış ilişkilerve Avrupa Birliği Dairesi Başkanlığı, 26 Kasım 2008 tarihinde RIO sözleşmeleri kapsamında, Türkiye’nin Ulusal Kapasitesinin Değerlendirilmesi Projesi (NCSA) ile uluslararası çevre projeleri kapsamında Türkiye’nin sahip olduğu biyoçeşitlilik, iklim, hayvan, bitki örtüsü zenginliği, tür çeşitliliğine ilişkin küresel çevre yönetimi meselelerinde bir ulusal kapasite sağlamayı hedefler.
Oluşturulan Küresel Çevre Fonu (GEF), katılımcı ülkelerin iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik, arazi bozulmaları, kalıcı organik kirleticiler gibi küresel çevre sorunlarını daha iyi ele almalarına yardım etmesi için bir malî araçtır. Ayrıca Çevre ve Orman Bakanlığı’nın 1992 Birleşmiş milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi, Biyogüvenliğe ilişkin 2000 yılında imzalanıp 2003’te onaylanan Cartagene Sözleşmesi, Dünya Bankası işbirliğiyle 1995 Ulusal Çevre Eylem Planı’nın 1997’de tanımlanması, 2001’de Marakeş’te gerçekleştirilen 7. Taraflar Konferansı’ndan sonra (COP7) 2004 Birleşmiş milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi gibi eylemler ile yapılan önlem ve araştırma-geliştirme faaliyetleri gerçekleştirilmiştir.
Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi, İklim Değişikliği Çevre Sözleşmesi ve Biyolojik Çevre Sözleşmeleri maddeleri kapsamında düzenleyici nitelikte çalışmalar yapılmışsa da Türkiye Ormancılar Derneğinin de yayınladığı basın bildirisinde belirttiği gibi; bu çalışmalar ve sözleşmeler altında konu hakkında etkinlikte bulunan kamu, kurum ve kuruluşları ile üniversiteler ve diğer sivil toplum kuruluşlarına verilen görev, yükümlülük ve eğitimlere ayrılan çok büyük bütçelere ve alındığı söylenen önlemlere karşın orman yangınlarına karşın yetkin bir mücadeleye, büyük ormanlık alanların yok olmasının önüne geçilmesine, iklimlerin, endemik türlerin ve biyoçeşitliliğin korunmasına rastlanmamıştır.
Devlet orman ve ormancılığı ne kadar koruyor?
Önümüzdeki on sene içinde çölleşen bir Anadolu ile karşı karşıya kalacağımız distopyasını dilinden düşürmeyen yetkilileri hepimize aynı soruyu sorduruyor: Devlet, doğa için hangi tutum ve davranışlar içinde? Geçtiğimiz günlerde yasalaşan madde 80’e verilen büyük tepkilerin, devlet ve özel sektörün rant kazancının önüne geçmediğini biliyoruz. Devlet yoluyla güvence altına alınması beklenen tabiatımız, bilakis devlet tehdidi altında mı? Bu da akıllara gelen ikinci soru olabilir.
Orman Genel Müdürlüğü Taşra Teşkilatı Kuruluş Görev ve Yönetmeliğinin 2011’de Resmi Gazete’de yayınlanan kanunlar yoluyla ormanların korunması, geliştirilmesi ve devamlılığının sağlanması ilkeleri belirtilmiş ve yönetmelikler kapsamında Orman Genel Müdürlüğü Taşra Teşkilatları kurulması hedeflenmiştir.
Ayrıca 6821 sayılı Orman Kanununun 110. maddesinde belirtilen suç kapsamına giren orman alanlarına yönelik yanlış fiillerde bulunan kişilere uygulanacağı okunan caydırıcı nitelikte bazı para ve hapis cezaları olsa da resmi kaynakların bize sunduğu sayısal verilerde orman yangınlarının çıkış sebebinin yüzde 94 oranında insan kaynaklı olduğu gözlemlenmiştir. Kasıt, ihmal, dikkatsizlik ve kaza gibi alt başlıklara ayırabileceğimiz insan kaynaklı yangınlar, yangın söndürme operasyonları, toplumsal bilinçlendirme, yangın sonrası restorasyon, ulusal işbirliğini kapsayan yangın söndürme planlaması gibi ormanlık alanları koruma yolları ile azaltılabilir ya da bütünüyle önlenebilir. Fakat bu tip konularda halkın bilinçsizliğinden çok, devletin yeşil alanları, kamu kaynaklarını Türkiye Varlık Fonu adı altında özelleştirip rant alanı haline getirmesine şahit oluyoruz.
FOTO: MUHAMMET KACAR RIZE-DHA
TOD’un Anayasadan istedikleri
Ülkenin yok olmasına sebep olabilecek çölleşmenin ve ormansızlaşmanın önlenmesi yolunda devlet yönetmeliklerinin yetersizliğini ön plana çıkaran ve Türkiye Ormancılar Derneğinin (TOD) anayasada yer alması gereken ormancılıkla ilgili bazı hükümler konusundaki görüşlerinin belirtildiği bildiride sunulan görüşler, ormanların korunması, geliştirilmesi ve devamlılığının sağlanması yolunda kanun hükümlerinin nasıl olması gerektiğini kamuoyuna sunmuştur.
Günümüzde ormanın ülkeye yararları hususunda amaç dışı kullanımın çok yaygınlaşması ve bu konuda ormanın istismar edilmesini engellemek gerektiğin altını çizen TOD bildirisi, ormandan yararlanacak hizmetlerin sınırlandırılması ve değerlendirilmeye tabi tutulmasını istediğini belirtti. Yer almasını istedikleri maddede ihtiyaç duyulan ürün ya da hizmetin başka bir alandan temin edilip edilmeyeceğinin tartışılması gerekliliğinin üzerinde duruluyor.
“Kamu yararı” bahane edilerek yeşil alanın istenildiği gibi kullanılmasının engellenmesinin hedeflendiği bildiride “Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz. Orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz, genel ve özel af kapsamına alınamaz. Yanan ormanların yerinde yeni ormanlar yetiştirilir, bu yerler başka amaçlarla kullanılamaz.” ifadelerine yer verildi. Bütün ormanların gözetiminin ve denetiminin devlete ait olması yoluyla orman düzenleme ve denetiminin özel sektör tarafından yapılan mukaveleler çerçevesinde işletilmesi ve özel sektörün hiçbir itina göstermeden yalnızca yüksek gelir elde etmek amacıyla ormanları tahrip etmesinin önüne geçilmesi hedeflenmektedir.
FOTO: ADEM GUNDOR ARTVIN-DHA
Orman tahribi bilançosu
Türkiye, konumu itibarıyla Avrupa ve Ortadoğu’nun en şanslı ülkelerinden biridir. Çevre ve Orman Bakanlığının verilerine göre; 3925 endemik tür, 11 bin bitki, 161 memeli ve 460 kuş türü ile çeşitli iklim türlerini içinde barındırabilen doğası, bitki örtüsü zenginliği ve tür çeşitliliğine sahiptir.
Coğrafi özellikleri göz önüne alındığında yüzde 80 oranında bir alanın, orman alanı olması beklenirken bu alan günümüzde yüzde 25’tir. Ormanlık alanların hatalı kullanımı, toplumun bilinçsizliği gibi sebeplerin yanı sıra doğal sebeplerle de çıkan orman yangınları göz önüne alındığında geliştirilmesi gereken ve ülkenin geleceği için denetim altına alınmaya muhtaç bir doğaya sahip olduğumuz aşikâr.
Resmi orman yangınları istatistiklerine bakıldığında 1937’den günümüze 74 bin 294 orman yangını neticesinde 1 milyon 630 bin 46 hektar ormanlık alan ve sadece 2003 senesinin istatistiğine bakıldığında ise yaşanan yangın sayısının 1978 olduğunu ve 6246 hektarlık alanın yandığını görebiliriz. Yangınların nedenleri ise yüzde 13 kasıt, yüzde 47 ihmal/kaza, yüzde 34 nedeni bilinmeyen yangınlar, yüzde 6 ise doğal nedenler olarak ayrılıyor. Yüzde 94’ü insan kaynaklı olan orman yangınlarına, ormana atılan cam kırıkları, piknik alanlarda söndürülmeden bırakılan mangal ateşleri, sigara izmaritleri, ekin toplandıktan sonra yakılan anızlar sebep oluyor.
Orman ve Su İşleri Bakanlığı Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün yayınladığı verilere göre orman yangınlarının çıkmasında ve yaygınlaşmasında en uygun koşullara sahip olan bölge Akdeniz olarak belirtilmekle birlikte, yangınlarının sabah 11 ile akşam 8 arasında çoğaldığı söyleniyor. Bu zaman arasında güneşlenme süresine bağlı olarak sıcaklık artışı maksimum, nispi nem oranı ise minimum seviyededir.
Doğal olmayan sebeplere bağlı olan yangınlar ile yanan ormanlık alanlara inşa edilen yapıların hızla artmasının doğru orantılı olması akıllara, inşaat şirketlerinin yaz turizmi bakımından elverişli Akdeniz coğrafyasında yapılması istenen site, otel inşalarına açılacak alan yaratılmasını getiriyor. Henüz geçtiğimiz yaz Antalya Kumluca ve Adrasan’da art arda günlerde çıkan büyük orman yangınlarının ağır bilançoları, TOD’un konu hakkında rapor hazırlamasına varacak kadar şüphe uyandırdı.
Kumluca’da 350 hektar, Adrasan’da 150 hektar ormanlık alanın yok olması ardından Türkiye Ormancılar Derneği konuyla ilgili hazırladığı raporda Orman Genel Müdürlüğü’nün (OGM) yangın sonuçlarını veren sayısal verilerin doğruluğuna inanmadıklarını belirtmişti.
“En az bin hektarlık bir orman yangını 350 hektar olarak tahmin edip kamuoyuna duyurmak mühendislik nosyonu ile açıklanamaz” söylemine yer verilen raporda, “Yaşanan Kumluca ve Adrasan yangınları OGM’nin orman yangınları konusu konusunda ciddi yaklaşım, organizasyon, koordinasyon ve personel kullanımı eksiklikleri olduğunu ortaya koymaktadır. Yangın ile ilgili gerçek durumun kamuoyundan gizlendiği ve söndürme maliyetlerinin kamu oyu ile paylaşılmadığı bir ortamda yangınlarla mücadelede başarılı olma imkanı bulunmamaktadır” söylemleriyle olayın başka boyutları olduğuna ışık tutulmuştur.
Kuzey Ormanlarını ranta açacak imar planları
Kuzey Marmara Otoyolu Projesi’nin hızla bitmesi yönünde çıkarılan Başbakanlık Genelgesi, “Yavuz Sultan Selim“ adlı 3. Köprü’nün güzergâhını da kapsayan genelgeyle hukuk ve idari sorumluluklar askıya alındı. 24 Ağustos 2016’da Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 16 maddelik genelge, Kuzey Ormanları’nın ranta açılmasını sağlayacak imar planlarının, raporların hazırlanması ve onaylanması yolunda devlet kurum ve kuruluşlarında her türlü işlemi kolaylaştıracak ibareleri kapsıyor. Genelge maddeleri izin, ruhsat, ÇED gibi prosedürleri otoyol projesi kapsamı dışında bırakıyor. 16 maddelik genelgenin her bir maddesi, güzergâh boyunca yer alan ormanlık alanların dilendiği gibi tahribi, alanın imara açılması, yönetmeliklerin uygulanmaması ve tüm bunların legalleştirilmesi yolunun önünü açıyor. Genelgenin 11. maddesinde de önüne çıkabilecek türlü engelleri aşması yönünde tedbir elden bırakılmamış: Kuzey Marmara Otoyolu Projesi, etkileşim halinde olduğu veya etkileşime girebileceği diğer projelere göre öncelik teşkil edecektir.
Yeni rant alanları sağlamak üzere kentsel yeşil alanların geri dönüşü olmayacak şekilde tahribinin yalnızca halkın bilinçsizliği, bakanlığın denetim yetersizliği, eğitim eksikliği veya önüne geçilemeyen kimi doğal sebepler nedeniyle değil, devletin imar planlarının önünü açacak genelgeleri gözü kapalı yayınlaması sonucunda da oluşması, Anadolu’nun hızla çölleşen coğrafi yapısı hakkında karamsar bir tablonun meydana gelmesine yetiyor. Ağaçlandırma çalışmaları, denetim-eğitim faaliyetleri ve toplumdan beklenen ülke geleceğine sahip çıkma hassasiyeti netice vermezse bu tablonun gün be gün hızla karşımıza çıkması yolunca hiçbir engel yok. Türkiye’nin eşsiz doğa şansları içinde betona, inşaata, taşa yer olmaması için ağaçlandırma çalışmalarına katılmalı, orman kanunlarının bilincinde olmalı ve bu konudaki çalışmalara destek olmalıyız.
Doğal çevreyi koruma hareketi yeni ortaya çıkan bir şey değil. İnsanlar yüzyıllardır doğal çevrenin korunması için mücadele ediyor. Bazı aktivistler ormanların yok olmasının ne gibi sonuçlar doğuracağıyla ilgili halkı eğitirken, bazıları insanlığın kâr uğruna doğal kaynakları sömürdüğünü ortaya çıkarmıştır ve ulusal parkların geliştirilmesini desteklemiştir. Diğerleri ise kimyasal böcek ilaçlarının hayvanlar üzerindeki tehlikelerini göstermiştir. On yedinci yüzyıl İngiltere’sinden yirminci yüzyıl Amerika’sına, işte tarihteki beş önemli çevre aktivisti:
1) John Evelyn
John Evelyn (1620-1706), Kral II. Charles döneminde birçok kraliyet komisyonunda ve meclisinde görev yapmış İngiliz bir centilmendir. Bahçecilik hayranı olan Evelyn, ilk bahçesini yirmi iki yaşındayken tasarlamıştır. Hayatı boyunca, ormancılıkla ilgili tarihteki en etkili kitaplardan biri olan Sylva, or a Discourse of Forest-trees, and the Propagation of Timberda dâhil olmak üzere yaklaşık otuz kitap yazmıştır.
Sylva, Birleşik Krallık’taki ağaçları kapsamlı bir şekilde inceleyen ilk çalışmadır. Bu çalışma 1662 yılında, henüz kurulmuş olan İngiliz ulusal bilimsel topluluğu Royal Society‘ye rapor olarak sunulmuş ve iki yıl sonra da kitap olarak yayımlanmıştır. Sanayileşme ve henüz yaşanan iç savaş kereste üretimini arttırmış, ülkenin ormanlık alanlarını önemli ölçüde azaltmıştı. Kitap, İngiltere’nin ormanlık alanlarının yeniden canlandırılmasını savunduğu gibi Birleşik Krallık’taki ağaç türlerinin detaylı betimlemesini sunuyor, onların nasıl ekilip biçileceğini ve kullanımını açıklıyordu. Sylva yayımlandığında en çok satan kitap oldu ve aristokrasiye mensup zengin toprak sahiplerinin ağaç dikmesini teşvik ederek azalmış ormanlık alanların yeniden canlanmasını sağladı.
Kitabın 1825 yılına kadar yayımlanan on adet edisyonu, online ve ücretsiz olarak buradan okunabilir.
2) Henry David Thoreau
Henry David Thoreau(1817-1862) 1854 yılında yayımlanan Walden; or, Life in the Woods adlı kitabıyla ünlü Amerikalı bir yazar ve düşünürdür. Kitap Thoreau’nun iki yıldan fazla bir süre boyunca tek başına yaşadığı ormanlık alanlardaki deneyimlerini anlatır ve doğayı konu alan başyapıtlardan biridir.
Kitap ilk yayımlandığında olumlu eleştiriler almamıştı ve Thoreau birçok çağdaşı tarafından egzantrik bulunmuştu. Bugün ise, on dokuzuncu yüzyılda yazılmış en çok okunan kurmaca olmayan kitaptır ve birçok dile çevrilmiştir. Thoreau’nun Walden‘da tarif ettiği basit yaşam ve doğayla etkileşim, onun vahşi yaşamı koruma mücadelesini yansıtır. Walking adlı makalesinde “Dünyanın ömrü vahşi yaşamın korunmasına bağlıdır” diyerek insanların doğa olmadan hayatta kalamayacağını savunmuştur. Ormanlık alanlar ve sıradağların ticari sebeplerle sömürülmesine engel olmak için de federal mülkiyeti desteklemiştir.The National Wildlife Federation (NWF), Thoreau’yu “öncü çevreci” ilan ederek 1967 yılında Conservation Hall of Fame‘e dâhil etmiştir.
3) Hugh Cleghorn
Hugh Cleghorn(1820-1895), Madras, Hindistan’da İskoç bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk olarak Madras Hastanesi’nde asistan cerrah olarak çalışmış, kısa süre sonra bitkibilimden çok etkilenip birkaç yıl boyunca bitkileri ve ağaçları inceledikten sonra Hindistan’da tarımın neden başarısız olduğuyla ilgili konuşmalar yapmaya başlamıştır. Bu şekilde de Hindistan yönetiminin dikkatini çekmiştir. Yönetimin de desteğiyle, günümüzde Tamil Nadu Forest Department olarak bilinen Hindistan’ın ilk orman koruma kurumu Madras Forest Department’ın kurulmasına yardım etmiştir.
Botanik araştırmaları sayesinde Cleghorn, Hindistan’daki İngiliz sömürgeleşmesinin bölgedeki kereste tüketimini arttırdığını, bunun da kaçınılmaz olarak ormanları tahrip ettiğini fark etmiş; İngilizler tarafından yapılan yeni tren yollarının sürdürülemeyecek miktarda kereste tüketimiyle sonuçlandığına işaret etmiştir. Ayrıca, sömürgecilerin ekip biçme işlemlerinin verimsiz ve çevreye zararlı olduğunu ortaya koymuştur. Öğretileri Hindistan’ın ormanlarını korumada etkili olmuş ve bulguları hükümeti kereste ekme biçme yöntemlerini yeniden düzenleme konusunda teşvik etmiştir. Bu düzenlemeler arasında “kumri” denen ve Cleghorn tarafından verimsiz ve barbar bir sistem diye tabir edilen toprağın değişmeli olarak işlenmesini yasaklama vardı.
Cleghorn günümüzde Hindistan’daki bilimsel ormancılığın babası olarak bilinir. Bölgedeki ormanları korumak için harcadığı çaba, Hindistan’ın doğal kaynaklarının sömürülmesine engel olduğundan çok önemlidir.
4) John Muir
John Muir (1838-1914) Amerikan tarihindeki en etkili doğa bilimcidir. “Ulusal park sistemimizin babası” olarak anılan Muir, önemli doğa alanlarının korunması için mücadele etmiştir. The Century’nin de dâhil olduğu sayısız dergiye dağlardaki ormanların ve çayırların tahribatını ortaya koyan makaleler yazmıştır. Yazıları, ABD millet meclisini Yosemite, Petrified Forest, Grand Canyon, Mount Rainier ve Sequoia‘nın da aralarında bulunduğu birçok ulusal park yaratma konusunda etkilemiştir.
The Century’de editörlük yapan ve bazı çevre kampanyalarında Muir’e yardım eden Robert Underwood Johnson, ona Sierra Nevada’nın bozulmasını engellemek için bir kurum açmasını önerdi. Muir de bir grup destekçisiyle birlikte 1892’de Sierra Club‘ı kurdu. Kulübün amacı yeni ulusal parklar açmak ve hükûmeti Yosemite’i daha iyi koruma konusunda ikna etmekti. Sierra Club bugün 2,4 milyonun üzerinde üyesiyle dünyanın en büyük çevresel taban örgütüdür.
Muir ayrıca Başkan Theodore Roosevelt ile 1903 yılında Yosemite’de yaptığı üç gecelik kamp gezisiylede ünlüdür. Muir’in 1901’de yayımlanan Our National Parks adlı kitabını okuduktan sonra Roosevelt, onu Yosemite’de ziyaret etmeye karar verir ve şöyle der: “Politikayla ilgili her şeye dört gün ara vermek ve sadece açık havada olmak istiyorum.” Gezi sırasında Muir, başkana vadinin kaynaklarının nasıl sömürüldüğünü ve toprağın bozulduğunu göstererek onu Yosemite Ulusal Parkı’nda ve çevresinde bulunan topraklardaki federal korumayı genişletmesi konusunda ikna eder. Bu gezi, Muir’in kendisine öğrettiklerini koruma programlarını geliştirmede kullanan Roosevelt’i sonsuza dek değiştirmiştir.
5) Rachel Carson
Rachel CarsonAmerikalı bir deniz biyoloğu ve özellikle de Silent Spring adlı kitabıyla tanınan bir yazardır. 1962’de yayımlanan bu kitabında kimyasal böcek ilaçlarının, özellikle DDT’nin, zararlarını ortaya çıkarmıştır. Bu ilaçların balıkların ve böceklerin yaşam alanlarına karşı çok ciddi tehlike oluşturduğunu ve çocuklar üzerinde zararlı etkileri olabileceğini öne sürmüştür. Bu araştırması, Birleşik Devletler hükümetinin DDT‘yi yasaklamasını sağlamıştır. Silent Spring modern çevre hareketinde ve U.S. Environmental Protection Agency‘nin gelişimindekatalizör görevi üstlenmiştir.
Silent Spring‘i yazmadan önce Carson, daha sonra Fish and Wildlife Service olarak adlandırılan U.S. Bureau of Fisheries için çalışmıştır ve 1949’da genel yayın müdürü olmuştur. Ayrıca gazeteler ve dergiler için deniz biyolojisiyle ilgili sayısız makaleler yazmış ve okyanus hakkında üç kitap yayımlamıştır: Under the Sea-Wind, The Sea Around Us ve The Edge of the Sea.
Carson’ın yayımlanan yazıları halkı doğal hayat konusunda eğitmiştir ve insanların doğayı değiştirmede büyük bir kabiliyete sahip olduğunu vurgulamıştır.Carson İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra artan sentetik ilaçlar konusunda farkındalığa varıp Silent Spring‘i yayımladıktan sonra, tüm zamanların en etkili çevrecilerinden biri olma ünvanını kazanmıştır.
Şiddetini oturduğumuz yerden bilemeyeceğimiz bir savaş oluyor Suriye’de. Pek çok insan ülkesini terk ederken, bazıları da kalıp yardıma muhtaçların koruyucusu olmayı seçiyor. Mohammad Alaa Aljaleelismindeki Suriyeli genç adam da onlardan biri.
Ambulans şoförlüğü yaparak hayat kurtarmakla yetinmeyen koca yürekli adam, hem yetimlere hem de sokaklarda aç gezen yüze yakın terk edilmiş veya sokakta doğmuş kediye babalık ediyor. Ve diyor ki; “Ne olursa olsun, yardıma muhtaçları arkamda bırakıp gitmeyeceğim.“
“Ernesto’nun Barınağı” bağışlar sayesinde mutlu kedilerle dolup taşıyor
Savaştan önce elektrikçilik yapan Mohammed oldum olası hayvanları çok severmiş. Arkadaşları da dâhil pek çok kişi ülkeyi terk ettiğinde o kalmayı seçmiş. Zamanla etrafında kediler toplanmaya başlamış. Bazen de ülkeyi terk edecek olan insanlar kedilerini Mohammed’e emanet etmeye başlamış. Gel zaman git zaman yüze yakın kedi Mohammed’in yeni arkadaşları olmuş.
İnternet sayesinde Mohammed’den haberdar olan ve İtalya’da yaşayan Lübnanlı kedi sever kadın Alessandra Abidin, yardım etmek için Facebook’ta “Il gattaro D’aleppo” (Halep’in kedileri) adlı bir sayfa kurmuş. Daha sonrasında sayfa üzerinden Mohammed’e insanlar bağış yapmaya başlayınca, Mohammed iyiden iyiye bir kedi sığınağı kuracak imkânı bulmuş. Belirtmeden geçmek istemem; bu sığınak aynı zamanda Suriye’nin ilk kedi sığınağı olarak anılıyor.
Alessandra, Mohammed ile konuşurken daha önce pek çok kişinin daha ona ulaşmaya çalıştığını; fakat Arapça bilmedikleri için çok yardımcı olamadıklarını öğreniyor. Daha sonrasında Facebook grubu sayesinde Mohammed’in yardımcıları 3400 üyeye çıkıyor ve bağışlarla kurulan sığınağa Alessandra’nın yakın zamanda ölen kedisi Ernesto’nun ismi veriliyor. Üyeler arasında, giderken kedisini Mohammed’e emanet eden Suriyeliler de var; örneğin Türkiye’ye göç etmiş küçük bir kız, çok özlediği kedisinin fotoğrafını çekmesi için her hafta Mohammed’e ulaşıyormuş.
Kedi sığınağı aynı zamanda savaş bölgesinde sevgiye hasret kalmış çocuklar için bir oyun parkı
Mohammad bir süre sonra kedi sığınağını açmak için aldığı bağışlardan artanları, yardıma muhtaç insanlara götürmeye başlamış. Facebook sayfasında ihtiyaç sahibi pek çok aile, bağışçılara tanıştırılmış ve onların ihtiyaçlarına da cevap verebilmek için yardımlaşılmaya başlanılmış.
Yapılan bağışlar, Facebook sayfasında şeffaf bir şekilde belgelenirken; yardım alanlar arasında yetim kalmış akraba çocuklarına bakanlar, ailesinde herhangi bir engeli olan akrabası olduğu için yaşadığı yeri terk edemeyenler ve herhangi bir sebep olmaksızın sadece yoksul olan insanlar bulunmakta. Ayrıca savaş ortamının sevgisizliğine ve umutsuzluğuna inat, çocuklar kedi sığınağında koşup oynayarak biraz da olsa travmalarını atlatmaya çalışıyorlarmış.
Facebook grubu Mohammed’i, adanmışlığından ve içinden taşan sevgiden dolayı CNN Heroes (CNN Kahramanlar) ödülüne aday bile göstermiş. Umalım ki, Dünya böyle insanları daha sık duymaya ve duyurmaya, can alanları değil canını cana katanları “kahraman” olarak adlandırmaya başlar ve savaşların şiddeti en azından daha fazla artmaz.
Türkiye halkları üzerinde çeşitli toplumsal, sosyal, siyasal ve kültürel baskılar devam ediyor. Bu baskıları en ağır yaşayanlardan biri de uzun yıllar boyu Kürt halkı oldu. Çağlar boyu hüzünlerini, acılarını, isyanlarını ve aşklarını müzikle de anlatmaya çalışan Kürtlerin, çağdaş müzik dünyasına kazandırdığı ve kulaklarda yer eden önemli popüler müzik albümlerinden beşini bu haftaki “Albüm Önerimiz” köşemizde derledik.
Kürt müziğinin tarihi esasında çok eskilere, eski çağlara dayanıyor.Özellikle dengbejlerin çağlar boyu bir nevi Kürt hikâye anlatıcıları olduğunu görüyoruz. Yer aldığı coğrafyada önemli bir birikime ulaşan Kürt müziği diğer yandan yine bulunduğu tüm coğrafyalarda müziğini ve sözünü çeşitli baskılar, yasaklar altında icra etmek zorunda da bırakıldı. Buna rağmen her zaman üretime inatla devam eden Kürt müzisyenler, özellikle son 20 yıllık süre zarfında önemli albümlerin altına imzalarını attılar ve Kürt müziğine yeni bir yön vermeye çalıştılar. Bu süreçte Kürt müziğinde arayışlar ve denemeler olduğunu, pop, caz, klasik müzik gibi müzik türleriyle geleneksel Kürt ezgilerinin harmanlandığını görüyoruz.
İşte bu albümlerden bazıları, ilgi çeken hatta kültleşen albümlerden beşi;
Aynur Doğan – Rewend
Aynur’a Kürt müziğinin divası desek abartmış olmayız. 1975 Dersim doğumlu Aynur Doğan, şu an dünyada Kürt müziğinin en çok tanınan uluslararası sesi konumunda. Özellikle Keçe Kurdan albümü ve bu albümdeki Keçe Kurdan yorumuyla da tanınırlığı artan Aynur, Yavuz Turgul’un Gönül Yarası ve Fatih Akın’ın Köprüyü Geçmek filmlerinde de şarkılarıyla yer almıştı. Metin Kemal Kahraman, Orient Expressions, Kardeş Türküler, Mikail Aslan ve daha birçok müzisyenin albümlerinde konuk sanatçı olarak da bulunan Aynur, dünyanın ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde konserler verdi.
Ciwan Haco – Off
Kürt müziği denince dünyada ve Türkiye’de akla gelen ilk isimlerden biri Ciwan Haco. Haco bir Kürt müziği efsanesi. Suriye doğumlu dünyaca ünlü Kürt müzisyen, 1957 yılında doğdu. Yıllarca albümleri Türkiye’de yasaklı albüm kategorisinde olan Haco, Türkiye’de konser vermek için de yıllarca beklemek zorunda kalmıştı.
Almanya’da Bochum Üniversitesi’nde müzik eğitimi alan Haco, bunun da etkisiyle kendine has bir tarz oluşturdu. Müziğine popu, rock’ı ve özellikle de cazı dahil etti. Haco, zaman içinde Avrupa caz ve etnik müzik piyasasında da hatırı sayılır bir yer elde etti. Yıllardır İsveç’te yaşayan Haco’nun “Off” albümü bu caz esintilerinin ve Batı müziği etkilerinin en yoğun hissedildiği çalışmalardan biridir.
Mirady&Raperin – Tarumar
Kürt müziğinin son döneminden umut veren bir albüm. İki genç sayılabilecek müzisyenin ortak albümü “Tarumar”. Yeni nesil Kürt müzisyenleri arasında öne çıkan Mirady ve Raperin, albümde Kürtçe ve Türkçe şarkılara yer verdiler. Duygu yoğunluğu yüksek olan bir albüm olan Tarumar yeni nesil Kürt müzisyenlerinin kat ettiği mesafe ve gidiş yönü açısından da önemli bir gösterge niteliğinde.
Nilüfer Akbal – Ray’e – Yol
Muş doğumlu Nilüfer Akbal, popüler Kürt müziğinin tanınan isimlerinden biri. İstanbul, Almanya ve Fransa’da aldığı müzik eğitimleriyle altyapısını şekillendiren Akbal, aynı Ciwan Haco gibi, müziğinde Batı müziği öğelerine yer veren bir Kürt müzisyen. Nilüfer Akbal, TRT 6 (TRT ŞEŞ) kanalında da sırasıyla “Nilüfera Rengin“, “Buka Barane” ve son olarak 2014 yılında “Şewçila” adlı her cumartesi akşamı canlı yayınlanan müzik eğlence programlarını da sundu.
Mehmet Atlı – Jahr
Mehmet Atlı 1975’te Diyarbakır’da doğdu. Kürt müziğinin modernizasyonunda öncü olan şarkıcılardan biri olan Atlı’nın ilk solo albümü Jahr, 2003’te çıkmıştı. Albümde rock, caz ve senfonik düzenlemeler göze çarparken, Atlı o günlerde “yeni Ciwan Haco” olarak da tanımlanıyordu. Atlı, o yıldan bu yana çıkardığı albüm ve verdiği konserlerle Kürt müziğinin en tanınan isimlerinden biri olarak yoluna devam ediyor.
Ve son söz yine Aynur’dan. Ve esasında daha da çok Şener Şen ve Meltem Cumbul’dan:
Kendinizi yoğun, ağır, düşük enerjili hissettiğiniz oldu mu hiç? Stresli hayatlarınızın sizi bir yerden aşağı çektiğini ve modunuzu düşürdüğünü mü hissediyorsunuz? Bütün insanların zaman zaman böyle süreçlerden geçiyor olması, günümüzde kaçınılmaz bir gerçek halini almıştır. Vücut titreşiminizin düşük olması, bu durumları yaşanılabilir kılar.
Günlük yaşamımızda ara sıra, doğal olarak, dikkatimiz dağılabilir ve bizi yüksek titreşimin içine sokan basit unsurları unutabiliriz. Yüksek titreşim yalnızca kendinizi harika hissetmenize vesile olmaz; aynı zamanda beyninizi açmanıza ve ruh yolculuğunuzda yeni zirvelere ulaşmanıza yardımcı olur.
1) Enerji veren yiyecekler tüketin
Organik, GMO (genetiği değiştirilmiş organizma) içermeyen ve enerji veren yiyecekler yalnızca vücudunuzu iyileştirmeyecekler; aynı zamanda beyninizi de neredeyse gece boyunca enerjik tutacaklardır. Enerji veren yiyecekleri tüketmeniz halinde tokluk duygusuna erişmeniz birkaç gününüzü alacaktır; fakat sonunda, tat tomurcuklarınızda bu sağlıklı besinlerin tadını almaya başlamanızla beraber, şeker, süt , beyaz buğday ve et gibi yiyeceklere yönelik isteğiniz de azalacaktır.
Sebze, meyve, tohum, fındık ve pişirebileceğiniz bir çok yiyeceğin tüketimine odaklanmayı deneyin. Sağlıklı yiyecekler yiyebilmek adına tüm harika fikirleri bulabilmek için hızlı bir Google araması gerçekleştirebilirsiniz. Ayrıca zerdeçal, yosun ve zencefil gibi güzel yiyeceklerin de tadına bakmayı ihmal etmeyin. Eğer şeker veya şeker yerine kullanılan organik tatlandırıcıları bırakmak isterseniz, bol miktarda çay tüketmeyi deneyin. Doğal bitkiler üzerine bir araştırma gerçekleştirmeniz halinde, onlardan sayısız yemek türü çıkarılabileceğine de şahit olursunuz.
2) Uykunuzu alın
Bazen uyku en iyi meditasyondur. Gece bir ya da iki saat erken yatmaktan korkmamalısınız; çünkü bu sayede vücudunuz ve beyniniz hayatınıza devam etmek için gerekli olan tüm değişimleri daha rahat uygularlar.
3) Alkalin su için
Çay veya meyveli içecekler hazırlarken florürsüz alkali su kullanıyor olduğunuzdan emin olun. Bu su, duyularınızı etkili bir biçimde kullanabilmek adına ihtiyaç duyduğunuz dengeyi bünyesinde içermektedir. Nüfusun büyük bir çoğunluğunun susuzluktan kırılmakta olduğu, herkesçe bilinmekte olan bir gerçektir; ne var ki denge kurabilmek, çabuk öğrenmek ve mevcut duyguları belirli bir denge çerçevesinde dışa vurabilmek adına günde 3 litrelik su tüketimi, büyük önem taşımaktadır.
Suyu cam bir kaptan için ya da plastik dışında herhangi bir sürahi içerisine doldurun. Çoğu su şişesi, vücutta istenmeyen toksinler içerir. Bu toksinler beyninizde karmaşa yaratabilir, bilincinizin genişlemesi açısından engeller teşkil edebilirler.
4) Güneşin ve ay ışığının altında meditasyon yapın
Bilinci güçlendirmenin ve enerji depolamanın en etkili yollarından biri, güneşin veya ay ışığının altında meditasyon yapmaktır. Üçüncü gözü güneşe veya aya yöneltmek, bu meditasyonu etkili kılmak açısından büyük önem taşımaktadır. Üçüncü göz, gözlerin ve alnın arasında yer almaktadır. Ay ışığı ile bağlantılı bir meditasyon yapılması halinde dolunayın varlığı, mevcut etkinin artmasını sağlayacaktır.
5) Derin bir nefes alın
Yavaşça ve derince nefes alın. Yüzeysel bir biçimde nefes alıp vermek, vücuttaki oksijen miktarının sınırlanmasına sebep olabilir. Nefes aldığınızda bütün havayı midenizin içerisine çekmiş olursunuz. Görsel enerji aldığınız her nefes beraberinde vücudunuza girer. Tüm vücudunuzu onunla doldurduğunuzu hayal edin. Verdiğiniz her nefes ise üzerinizdeki mevcut stresi ve negatif enerjiyi kendinizden uzaklaştırmanıza yarar.
6) Enerjiye yönelik alıştırmalara başlayın
Enerjiye yönelik alıştırmalara başlamak; enerjiyi daha etkili bir biçimde kullanmayı, onu geri dönüştürmeyi ve depolamayı öğrenmenize vesile olur. Yoga, Reiki ve Çigong* odaklanmayı, manevrayı ve enerji için ideal olan dengeyi bulmayı öğrenebileceğiniz birçok yöntemden yalnızca birkaçıdır. Bu sayede enerjinizi kısa zaman içersinde yükseltebilir; dengeleri yerine oturtabilirsiniz.
*Çigong, bedenin enerjisini (Çi) hissetme, güçlendirme ve kontrol etme sanatıdır (Gong). Kökeni kadim Uzak Doğu bilgeliğine dayanır.
Ülkemizde sürdürülebilirlik yaklaşımını desteklemek amacıyla kurumsal şirketler her geçen yıl etkinliklere daha çok katkı sağlayarak; “Sürdürülebilirlik Platformu” anlayışının hayata geçirilmesini sağlamaktadırlar. Sürdürülebilirlik; “bugünkü neslin ihtiyaçlarının, gelecek nesillerin ihtiyaçlarından ödün verilmeksizin karşılanması” şeklinde tanımlanıyor.
Günümüzde sürdürülebilirlik, çevre dengesi ile ekonomik büyümeyi birlikte konu alan, hem doğal kaynakların etkin kullanımını sağlayan ve çevresel kaliteye önem veren hem de gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını tehlikeye sokmaksızın bugünkü ihtiyaçlarını karşılayabilen bir model olarak karşımızda duruyor.
Günümüzün sürdürülebilir olma gerçeğinden yola çıkarak; şirket çıkarlarının toplumsal çıkarlar ile çatışmadığı, ekonomik ve kâr odaklı bakış açısının yanında sosyal ve çevresel konuların da şirketlerin sorumluluğu haline geldiği yeni bir dünya düzenine girmiş bulunuyoruz. İş dünyası için sürdürülebilirlik, bu yeni düzende günümüz trendlerinin şirketler için getirdiği risk ve fırsatları anlayabilmek ve bunlara göre operasyonlarını, ürün ve hizmetlerini yeniden düzenlemek anlamına geliyor.
Bursagaz 2011 yılında çıktığı sürdürülebilirlik yolculuğuna; kavramın yayılımına verdiği önemi perçinlemek ve toplum içerisinde sürdürülebilirlik uygulamalarını etkinleştirmek amacıyla 2015 yılı itibari ile “Sürdürülebilir Yaşam Platformu” markası altında devam ediyor.
Sürdürülebilir Yaşam Platformu markası ile sürdürülebilirlik gönüllüleri ile buluşulan bu uygulama; Bursagaz Sürdürülebilirlik Çarkı yaklaşımını temel almasının ötesinde, EFQM sürdürülebilirlik çerçevesi ile uyumlu sosyal, ekonomik ve çevresel faktörlerle entegre bir yaklaşımla kurum ve kuruluşların sürdürülebilirlik yolculuklarını desteklemeyi amaçlamakta ve sürdürülebilirlik yatırımları ile ekonomik performansını geliştirmenin yanı sıra çevre, toplumsal ve sosyal faydaya da önem veren bir şirket olarak tüm değerli paydaşlarının katılımları ile faaliyetlerini her alanda sürdürmektedir.
Sürdürülebilir Yaşam Platformu sürdürülebilirlik uygulamalarının içselleştirilmesini sağlamak, onun da ötesinde bu sürecin önemini vurgulayarak en iyi uygulamaları paylaşmak amacıyla; Türkiye’nin sürdürülebilirlik alanında önemli projelere imza atmış şirketlerinin üst düzey yöneticilerinin, birbirinden değerli akademisyenlerin ve araştırmacıların katılımıyla 1 Aralık 2016 tarihinde “Yaşamın Özü” konseptiyle (SYK 2016 BURSA) Sürdürülebilir Yaşam Konferansını düzenliyor.
Konferansta Sürdürülebilir Bir Gelecek İçin İklim Değişikliği ve Ekonomi, Sürdürülebilirlik Yaklaşımı ve Raporlama, İnovasyon ve Sürdürülebilirlik, Kültürel Sürdürülebilirlik adlı 4 farklı oturum yer alıyor. Amaç sürdürülebilirliğin ekonomik, sosyal ve çevresel boyutlarını tartışmaya açarak; ulusal bir bilinç oluşturmak. Ulusal ve uluslararası arenada sürdürülebilirlik konularında önemli çalışmalar ortaya sunmuş kuruluşların rol model uygulamalarını paylaşacakları konferans, aynı zamanda katılımcılar için sürdürülebilirlik kavramının derinleşmesini hedefliyor.
Bu kurumsal sosyal sorumluluk hareketini sürdürmek amacıyla yaşamın özünü hissetmek için www.yasaminsesiniduymak.com adresinden online ve ücretsiz olarak başvurunuzu gerçekleştirebilirsiniz.