Ana Sayfa Blog Sayfa 462

Sınırlarını kaldırıp ruhunu bohçasına atan bir gezgin: Hülya Tosun

“Sınırlarım kalktı benim. Öyle güzel, öyle kendiliğinden oldu ki. Örneğin Beyrut’ta tanıştığım Rima’yla, İstanbul’dan Fas’a uçtuk biz. Arjantin’den gelen Ekvadorlu Margarita’yı da alıp Sahara çölünde dans ettik. Bir gece yarısı, kum tepesinin zirvesine tırmanıp el ele tutuşup yıldızları seyrettik ve aşka dair bir dilek tuttuk biz… İzmir’li Gül, Beyrut’lu Rima, Ekvador’lu Margarita, Fas’lı Said ve ben… Sınırlarım kalktı benim. Öyle güzel, öyle kendiliğinden oldu ki…”

Blogunda hakkında yazdığı yazıyı okumaya başlayınca bile içinizde bir şeyler canlandığını hissediyorsunuz. İncelikle örülmüş bir şal gibi ısıtıyor sizi. O bir “gitme aşığı”. İki haftalık tatil yapabilmek için bir yıl çalışmanın onu mutsuz ettiğini fark ettiğinde karar vermiş Ruhu Bohçada Gezen olmaya… Tüm cesareti olup gidemeyenler adına sordum sorularımı.

Röportajı okuyunca tanışmadığınız birinin satırlardan ruhunuza dokunduğunu hissedeceksiniz. “Güneşe inanman gerekmiyor. Başını kaldırıp ona bakman yetiyor.”  – Don Miguel Ruiz

Ezgi Kurt: Merhaba Hülya, öncelikle çevredeki birçok kişide senin gibi istifa edip gitme isteği olduğunu biliyoruz. Fakat maddi ve manevi yükümlülükler, sorumluluklar, hep bu isteği ertelememize sebep oluyor. Senin bu büyük kararı alma hikâyen nedir?

Hülya Tosun: Çok cesursun diye mesajlar alıyorum bazen. Aslında geriye dönüp baktığımda, cesaretten ziyade büyük bir korku da vardı sanırım. Benim değerlerime hizmet etmeyen, hiç de ait olmadığım bir dünyada, işte, ofiste sonsuza dek sıkışmaktan öyle korktum ki. Yani ayaklarım bir karar aldı ve her sabah inanmadığım dünyaya doğru gitmeyi reddettiler.

Neredeyse, senede yalnızca iki haftalık yıllık izin için yaşıyordum. O iki haftaya keyif aldığım her şeyi, yeni dünyalar keşfetmeyi, ailemi görmeyi, olabildiğince çok seyahat etmeyi sığdırmaya çalışıyordum.  İşten ayrılacağım ve sadece kalbimin istediği şeyleri yapacağım dedim. Yalnızca bir yıl işsiz(!) kalmayı başarsam bir yıl 52 hafta, yani kendime 26 yıllık yıllık izin takarım feleğe diye çıktım yola. Şimdilik üç yıl yani 78 yıllık yıllık izin oldu.

Ruhu bohcada gezen
Hülya Tosun

Ezgi: Son dönemde çok çeşitli gezgin blogger hikâyeleri görüyoruz. Sevgilisiyle, eşiyle yola çıkan var; karavanla ailesiyle gezen var; bisiklet kullanan, otostop çeken, yalnız gezen… Senin en çok keyif aldığın hangisi? Yalnız mı olmayı tercih edersin, yoksa bir başkasıyla bunu paylaşmak mı daha keyifli?

Hülya: Bu soruya cevap vermek benim için biraz zor. Sanki ikisinin de tadı ayrı. Uzun yıllar çoğu seyahatimi sevdiğim bir arkadaşımla yaptım. İşler çok kolaylaşıyor ve bütçe açısından da oldukça avantajlı. Hepsinden de önemlisi, günün sonunda da her ne ise o gün başıma gelen bildiğim tanıdığım biriyle o gülümsemeyi paylaşmanın keyfi muazzam. Bununla birlikte, yakın zamanda ilk yalnız uzun süreli yurtdışı seyahatimden döndüm. Tayland ve Kamboçya’daydım. Ben yalnızlığı hiç sevmem ve hem Türkiye içindeki hem de yurtdışındaki uzun soluklu seyahatlerimde anladım ki, yola yalnız çıksam bile yalnızlığı özellikle ben seçmediğim sürece yalnız olmak zorunda değilim. 40 günlük Tayland Kamboçya yolculuğumda sanırım sadece iki üç günü yalnız geçirdim. Diğer tüm zamanları ise yolda tanıştığım insanlarla paylaştım. Harika insanlar tanıdım. Galiba yalnız çıkmanın bana göre en büyük avantajı ise diğer insanlarla tanışmaya çok çok daha açık olmak.

Ruhu bohcada gezen11

Ezgi: Peki, bir kadın gezgin olmanın ne gibi avantajları ve dezavantajları var?

Hülya: Şimdi bu soruyla karşılaşınca fark ettim ki böyle bir şeyi hiç düşünmemişim. Ya bu konuya hiç dikkat etmemişim ya da belirgin bir fark görememişim. Yani soruya cevabım şimdilik yok. Acaba kadın olmaya dair günlük yaşantımdaki dezavantajlara öyle alıştım öyle normal oldu da seyahatte de aynıları söz konusu olduğundan fark etmiyor muyum? Emin değilim. Avantaj deyince de muzipçe aklıma ilk gelen şu oldu; “Aaa seyahat mi ediyorsun, kadın başına mı?” sorularındaki şaşkın bakışları görmek ve –belki de- bazı kalıpları yıkmak çok keyifli.

Tüm bunların yanında, iki uzun Anadolu yolculuğu yaptım. Her ikisi de çocuklara yönelik keyifli gönüllülükler içindi. Doğrudan kadın olduğum için değil belki ama bir kuruma bağlı olmaksızın, sadece ben olarak yola çıkmak ve gönüllü bir şeyler yapmak istemek hiç de alışık olunan bir durum değil. Bir de üstüne kadın olunca, derdimi anlatmakta, izinler almakta çok zorlandım.

Ruhu bohcada gezen3Ezgi: Bir yolculuğa çıkmadan önce planlama sürecin nasıl oluyor? Nereye gideceğin bir yıl önceden belli mi, plansız bir rotan mı var?

Hülya: Ben yola çıkmadan önce plan yapmayı, uzun uzun araştırmayı çok sevmiyorum. Daha önceki yıllarda bir ofiste çalışırken yeni yıl öncesi, masa takvimleri gelirdi ofise. İlk iş bütün tatil günlerine bakar ve o tarihler için ucuz uçak bileti kovalamaya başlardım. O yüzden mecburen çok önceden belli olurdu nereye ne zaman gideceğim. Kısacık zamanlara birçok şey  sığdırmaya çalıştığımızdan, sağ olsun yol arkadaşım Gül gidilecek yerler, yapılacak şeyleri araştırmayı üstleniyordu ve bir planımız oluyordu. 

Şimdilerdeyse seyahat şeklim oldukça değişti. Zaman konusunda esneğim. Daha az planla yola çıkıyorum ve o azıcık planın bile tamamen değişmesine sonuna kadar açığım. Seyahate başladığım yıllardaki gibi, şurayı mutlaka görmeliyim, şunu mutlaka yapmalıyım gibi kaygılarım da kalmadı. O an içimden ne gelirse, neden keyif alıyorsam onu yapıyorum. En çok yeni insanlar tanımak, onların hikâyelerini dinlemek heyecanlandırıyor beni. Bunu da planlar yaparak değil, gittiğim yerlerde hayatın içine karışarak yaşıyorum galiba.

Ruhu bohcada gezen12Ezgi: Gittiğin yerlerde tanık olduğun hayatlar sana ne öğretti? Kendinde nasıl bir değişim görüyorsun?

Hülya: Çok sevdiğim bir söz var; “Önyargı, taassup ve dar görüşlülüğün en iyi tedavisidir seyahat.” Seyahat ederken bildiğim ve bilmediğim önyargılarımdan tek tek sıyrılmaya bayılıyorum örneğin. Hikâyeleri, tam da yaşandığı yerde, yaşayan insanların dilinden dinleyince, aynı sofraya oturup aynı ekmeği bölüşünce hem önyargılarım kalkıyor hem de insan olma hallerimizi hatırlıyorum. Nerde doğarsak doğalım, hangi kültürle büyürsek büyüyelim sonuçta insanız ve aynı şeyleri hissediyoruzu hatırlamak çok iyi geliyor.

Bana “Tek başına yollara düşmekten korkmuyor musun?” diyorlar. Aslında tam aksine, yollara çıkıp yeni yeni insanlarla tanıştıkça ve ortaklıkları görünce insana, insanlığa olan güvenim tazeleniyor. İlk yazımın ilk cümlesidir: “Sınırlarım kalktı benim.” Gerçekten de dünyanın farklı yerlerini görüp, farklı insanlarla lokmalarımı paylaştıkça sınırlarım kalkıyor benim. Yanlış anlaşılmak pahasına da olsa şunu söylemekten geri duramayacağım, haritanın üzerine çizilmiş çizgiler, birbirinden ayrılan toprakların hiçbir anlamı kalmıyor benim için.

ruhubohcadagezen 1

Ezgi: İşin maddi boyutunu nasıl çözüyorsun? Sponsorların var mı?

Hülya: Her şeyden önce yaşamım çok sade ve harcamalarım çok az. Kredi kartımı bilet almak dışında kullanmıyorum. Alışverişi minimum düzeyde tutuyorum. İhtiyacım olan birçok şeyi; telefon, bilgisayar, kıyafet, yolculuk, armağan ve takas yoluyla sağlamaya çalışıyorum. (Bir de annem harika kıyafetler dikiyor) İhtiyacımdan fazlasını tüketmemeye, biriktirmemeye çalışıyorum. Yolculuklarda da mümkün mertebe evlerde misafir olup konaklama masraflarını azaltıyorum, marketlerden pazarlardan alışveriş yapıyorum. Dolayısıyla yaşam ve seyahat masraflarım tahmin edilenden çok daha az.

Tüm bunların yanında da işten ayrıldığımdan beri her seyahatte küçük ya da büyük –bazen de hiç ummadığım yerlerden- destekler geldi. İlk uzun Anadolu seyahatimizin bir kısmı sosyal dönüşüm için bireysel projeleri destekleyen bir uluslararası STK tarafından desteklendi. Masal anlatmak üzere köyleri dolaştığım seyahat, tamamen tesadüfen tanıştığım bir İngiliz tarafından desteklendi. Bir arkadaşımla tatil için birkaç günlüğüne  İstanbul’a gelmişti. Benim de vaktim olduğundan onlara İstanbul’u gezdirmiştim. Laf arasında bir sonraki hayalim de çocuklara masal anlatarak dolaşmak demiştim. Hem işten ayrılış ve sonrasındaki kalbimi takip etme yolculuğum hem de yeni hayalim olan masal yolculuğu onu öyle çok etkilemiş ki sessiz sedasız yolculuğuma sponsor olmuştu. En son yaptığım Tayland ve Kamboçya yolculuğumda ise biletim 20-30 arkadaşımdan gelen desteklerle alındı.

ruhubohcadagezen 2

Ezgi: Son zamanlarda sosyal medya kendini tanıtmanın, anlatmanın en iyi yolu haline geldi. Sen sosyal medyayı ne kadar önemsiyorsun?

Hülya: Yolculuklarımın yanı sıra bana en çok keyif veren şey yol hikâyelerimi “Ruhu Bohçada Gezen” sayfamda paylaşmak ve bunu sosyal medya üzerinden yaptığım için sosyal medyayı önemsiyorum. Bana umut ve cesaret veren, önyargılarımı kıran her hikâyeyi paylaşmak istiyorum ve paylaşıyorum. Sosyal medyanın büyük bir gücü var. Özen gösterdiğim şey ise bu gücün beni ele geçirmesine mani olmak. Şiddetsiz İletişim’in kurucusu Marshal Rosenberg’in çok sevdiğim bir sözü var; “Oyun olmayan hiçbir şeyi yapma.” Ben de paylaşımlarımı yaparken sık sık bu sözü kendime hatırlatıyorum ve keyif aldığım şeyleri paylaşmaya çalışıyorum.

Ruhu bohcada gezen9Ezgi: Gittiğin şehirlerde çocuklarla buluşup onlara başka çocuklardan mektuplar götürdün. Bu projenden bahseder misin biraz? Başka projelerin de var mı?

Hülya: Çok keyifli iki Anadolu yolculuğuydu.  İlki Bohçamda Anadolu ismini verdiğimiz ve arkadaşım Burcu ile üç ay boyunca köy köy dolaştığımız bir yolculuktu. Mersin, Maraş, Siirt, Diyarbakır, Dersim, Rize Artvin ve Kars’ın köylerinde misafir olduk, hem köylülerin hikâyelerini dinleyip bir blog’da bu hikâyeleri paylaştık hem de çocuklarla üç gün boyunca etkinlikler yaptık. Engelli hakları, doğayla bağlarımız, “Nasıl bir dünya istiyoruz?”a dair etkinliklerin yanı sıra bir çok da oyun oynadık. Sonunda da etkinlikleri yaptığımız çocuklardan, şehirden şehire, köyden köye mektuplar taşıdık.

İkinci yolculukta ise tek başımaydım. İki buçuk ay süren bu yolculuk Antakya, Urfa, Mardin ve Diyarbakır’ı kapsadı. Köy okullarına gidip gönüllü olarak çocuklara masallar anlattım ve yine okuldan okula, köyden köye çocukların mektuplarını taşıdım.

ruhubohcadagezen 3

Ezgi: Bu yolculuklarda seni etkileyen bir olayı bizimle paylaşabilir misin?

Hülya: Urfa’da bir okul. Gencecik bir okul müdürü. “Ben de dinlemek istiyorum masalınızı” dedi. Sınıfa girip en arka sıraya oturdu. Masallara başlamadan önce, hayal dünyasına giriş yapabilmek için gözlerini kapamaya davet ederim çocukları, ben bir müzik çalarım ve hep birlikte bir ağaç olmayı hayal ederiz. Gözlerini açınca da tek tek sorarım “Sen ne ağacı oldun, neredeydin, mevsim neydi?” diye. O sınıfta o gün en arkada oturan genç müdüre de sordum. Çocuklar hepsi aynı anda en arka sıraya döndü ve nefeslerini tuttu. Genç müdür “Ben bir çınar ağacı oldum, öyle büyüdüm öyle büyüdüm ki kocaman gölgemde tüm çocuklarım özgürce oynayabildi” dedi. Yola çıktığım ve Urfa’ya gittiğim için daha iyi biliyordum artık, oralarda bir ağaç gölgesinin kıymetini. Ama ondan da önemlisi, bir sınıf dolusu çocuğun, kocaman açılmış gözleriyle en arka sıraya dönüp, bir müdürün gözlerini kapatıp, kendini müziğe bırakıp, bir ağaç olmayı hayal ettiğine tanık olmasını görmek bence paha biçilmezdi.

Ruhu bohcada gezen7Ezgi: En çok görmek istediğin veya yaşamak istediğin yer neresi?

Hülya: Eskiden olsa en çok Latin Amerika’yı görmek istiyorum diye yanıtlardım. O zamanlar hâlâ seyahat etmenin çok da kolay olmadığını ve sadece birkaç yer seçmek zorunda olduğumu sanırdım. Şimdilerdeyse dünyanın kalan her yeri listede. En çok görmek istediğim değil belki de daha önce görmek istediğim yerler olmaya başladı.

Ezgi: Gelecek planların nelerdir?

Hülya: Ben de gelecek planı pek olmuyor. Yaşam şeklim değiştiğinden değil aslında, rutin bir hayatım varken de böyleydi. Üç-beş yıllık kalkınma planlarım hiç olmadı. O zaman da, bu zaman da daha çok hayallerim var. Dünyanın geri kalanına gitme hayali zaten var biliyorsunuz. Bunun yanında 4-5 yıldır hayatıma giren, kalpten iletişim araçları var. Bana çok iyi gelen, insanların yargılardan uzaklaşıp kalpten iletişim kurabildiği, birbirlerini yalnızca insanlık halleriyle görebilip gönülden kucakladığı bu iletişim araçlarını paylaşmak için yola çıkmak, farklı şehirlerde atölyeler düzenlemek istiyorum. Hatta şu anda da bu hayalin ilk adımı için, bir ay sürecek Anadolu seyahatimin ilk durağı Antakya’dayım. Başka Türlü Tanışalım Mı? ismini verdiğimiz atölyeleri önümüzdeki günlerde Mersin, Adana ve Konya’da düzenliyor olacağız.

Yeryüzü Paktı’na katıl; tek gezegen, tek insanlık

Dünyamız tükeniyor… Suyumuzu, toprağımızı, besinimizi zehirliyoruz. Yok ediyoruz her şeyi. Yeni savaş türleri ortaya çıkartıyoruz. İşte tam da bu nedenle yeryüzü demokrasisi aracılığı ile tek insanlık, tek yeryüzü topluluğu için, geleceğimizi elimize almak için Yeryüzü Paktı‘na katıl.

Yeryüzüne barışın tohumlarını ekmemiz gerekiyor. 5 Aralık 2015 Dünya Toprak Günü‘nde, COP21 toplantısı için bir araya gelen yaşam ve gezegen savunucuları; tohumlarımızın, topraklarımızın ve biyolojik çeşitliliğimizin, ancak yerel çiftçilerin elinde kaldıkları takdirde, endüstriyel küreselleşmiş tarımın ciddi düzeyde katkıda bulunduğu iklim değişikliğine çare olduğunu hatırlatmak amacıyla bir “Umut Bostanı” kurdular.

Yeryüzü’nün vatandaşları olarak, iklim değişikliğine uyum sağlayabilmemiz için vazgeçilmez olan müşterek varlıklarımızı, yani tohumlarımızı, toprağımızı, suyumuzu, biyolojik çeşitliliğimizi, havamızı ve iklim sistemlerimizi koruyacağımıza dair Yeryüzü’ne ve birbirimize söz veriyor; gıda, beslenme ve sağlık krizine, su ve iklim krizine ve milyonlarca iklim sığınmacısının yaratılmasına çözümün ekolojik organik tarımda ve yerel gıda sistemlerinde yattığını savunuyoruz.

Gezegeni ve Birbirimizi Koruyacağımıza Dair Halk Paktı

1. Topraklarımızı ve biyolojik çeşitliliği koruyacağımıza söz veriyoruz, çünkü insanlığın refahı ve güvenliği toprağın canlılığına dayalıdır.

2. Tohumlarımız, biyolojik çeşitliliğimiz, topraklarımız, suyumuz, havamız, atmosferimiz ve iklimimiz müşterek varlıklarımızdır. Müştereklerimizin özelleştirilmesini kabul etmiyoruz. Özen, işbirliği ve dayanışma yoluyla bunları geri alacağız.

3. Tohum Özgürlüğü ve Biyoçeşitlilik, Gıda Özgürlüğü ve İklim Değişikliğine Uyum’un terra viva 2temelidir. Çeşitli türlerin evrilme özgürlüğünü temsilen, tohum özgürlüğünü, onurla, öz-örgütlenmeyle ve çeşitlilik içinde savunacağımıza söz veriyoruz.

4. Endüstriyel Tarım’ın iklim krizi ve açlığa çözüm olarak gösterilmesini kabul etmiyoruz. İklim değişikliğine karşı geo-mühendislik, “iklim akıllı” tarım, genetiği ile oynanarak “geliştirilmiş” tohumlar ya da “sürdürülebilir yoğunlaştırma” gibi sahte çözümleri tanımıyoruz.

5. Küçük ölçekli ekolojik tarım uygulamalarını sürdüreceğimize ve koruyacağımıza, hem dünyayı besleyip hem de gezegeni soğutabilecek olan yerel gıda sistemlerini kuracağımıza ve destekleyeceğimize söz veriyoruz.

6. Şirketlerin hakları ve kişiliklerine dayalı yeni “serbest” ticaret anlaşmalarını kabul etmiyoruz. Şirketler toplumun sosyal, ekolojik ve etik sorumluluklar çerçevesinde var olmasına izin verdiği tüzel kişilerdir. Şirketlerin iklim değişikliği konusundaki sorumlulukları Kirleten Öder Prensibi çerçevesinde ele alınmalıdır.

7. Yerel canlı ekonomiler yeryüzünü korur, anlamlı istihdam olanakları yaratır ve ihtiyaçlarımızı karşılayıp esenliğimizi sağlar. Endüstriyel gıda ve tarım sistemleri gibi Dünya’nın ekolojik süreçlerine, topraklarına ve biyolojik çeşitliliğine zarar veren, milyonlarca insanı topraklarından koparıp göçe zorlayan üretim ve tüketim sistemlerine katkıda bulunmayacağız.

8. Katılımcı canlı demokrasiler yaratmaya ve erk sahiplerinin çıkarları için demokrasilerimizi elimizden alınmasına direnmeye söz veriyoruz. Paylaşma, katılım, çeşitlilik ve gezegene ve birbirimize özen gösterme ilkeleri çerçevesinde örgütleneceğiz.

Lauch of Citizen’s pact on World Soil Day
Bu pakt, Navdanya, Solidarité, AMAP Ile de France Network, Cultures en Herbes ve Paris 11 Belediye Başkanı tarafından Paris’teki Jardin Marcotte Parkı’nda bir Umut Bostanı’nın kurulduğu 9 Kasım 2015 tarihinde imzaya açıldı. Bu tarihten sadece dört gün sonra, 13 Kasım günü yaşanan korkunç saldırılardan biri de bu mekânda gerçekleşmiş, insanlığın geleceğine ilişkin birbirine zıt iki olasılığı gözler önüne sermiştir: Şiddet, yıkım, nefret ve korku dolu bir gelecek ya da barış, yaratıcılık, sevgi ve ortak insanlığımızı geri almak. Paris, Fransa – 5 Aralık 2015.

9. Yeryüzü’nün Vatandaşları olarak, Yeryüzü Topluluğu’nun, tüm türleri ve tüm halkları, zengin ve canlı bir çeşitlilik halinde içerdiğinin farkında olarak, bilinçli bir şekilde yaşama sözü veriyoruz.

10. Adalet, onur, sürdürülebilirlik ve barışa dayalı yeni bir Gezegen Vatandaşlığı ve yeni bir Yeryüzü Demokrasisi kurmak için her yerde umut bostanları kuracak, değişim tohumları ekeceğiz.

Paktın tüm metnini okumak için tıklayınız. Metin İngilizcedir.

Yeryüzü Paktı’na katılıp, imzacı olmak için tıkla!

Az kalsın açlıktan ölecek çocuğu hatırlıyor musunuz?

Danimarkalı sosyal hizmet görevlisi Anja Ringgren Loven Nijerya’daki çocuklara yardım ederken küçük bir çocuğa rastlamıştı. 

Büyücü sanılıp, ölüme terk edilmişti bu iki yaşındaki çocuk. Danimarkalı hizmet görevlisi Anja, tek başına kalan çocuğu çok kötü bir halde buldu. Terk edilmiş şekilde sekiz aydır sokaklarda yaşıyordu. Anja, adını Hope (Umut) koyduğu bu çocuğun fotoğraflarını kendi Facebook hesabında da paylaşmıştı.

Bugünlerde Anja’nın Hope’a olan sevgisinin ve ilgisinin sonuçları açıkça ortada. İlk başlarda hayatta kalma şansı çok az olmasına rağmen çocuğun durumu önemli derece düzeldi.

Hope yeterince kilo aldı, son fotoğraflarında fark edilebileceği gibi şimdi daha sağlıklı ve mutlu görünüyor.

Anja yeni fotoğraflarla birlikte şunları da yazdı: “Bu şirin çocuğu ilk defa kollarıma aldığımda hayatta kalamayacağından emindim. Aldığı her nefeste çaba harcıyordu, savaşıyordu ve onun bir ismi olmadan, bir onuru olmadan ölmesini istemedim bu yüzden ona ‘Hope’ ismini verdim. ‘Hope’ benim için özel bir isim. Yalnızca anlamından dolayı değil aynı zamanda simgelediği şey için de önemli. Uzun zaman önce ‘Hope’ ismini parmaklarıma dövme yaptırdım çünkü benim için ‘Her gün insanlara yardım et’ anlamına geliyordu.”

Benim hüzünlü fahişelerim*

Tayland, Budist kültürünü, tapınak hikâyelerini öğrenmekten çok seks turizmiyle anılan ve son zamanlarda çok ünlü olan bir yer. Liberal ya da modern ötesi olduğunu düşünmeyin. Realitede fakirlik söz konusu.

İki ay süresince gözlemlerim, çocuğunu kasabalarda bırakarak zengin Avrupalı (özellikle İngiliz ve Alman) erkeklere hizmet eden ama yine de hüzünlü yüzünü görebileceğiniz genç annelere ve de “ladyboy”lara (Asyalı transseksüel) yönelikti. Vizesiz giriş yapılan ve de pek ucuz bulunan Tayland, ne yazık ki ortalama 60 yaş üstü emekli Avrupalı erkekler ile 18 – 40 yaş arası Avrupa’ya taşınma umuduyla onların yanında olan kadınları özünde barındırıyordu.

Hikâyeler birbirini kovalarken kendimi Kamboçyalı çocukların kızlık zarının satımını dinlerken buluyordum. Bira eşliğinde bir kadın olarak ahlayıp vahlamak ne yazık ki durumu değiştirmiyor. Şahit olduğum şeyler çok fazlaydı Tayland’da geçirdiğim yaz süresince. Avustralyalı tanıdığım Taylandlı karısının hastanede günlerce beklemesi nedeniyle ona duyduğu kutsal minnettarlık, 70’lik bir Alman’ın 20’li yaşlardaki kız arkadaşına duyduğu aşkı anlatımındaki hevesi, elbise ve takı gibi hediyelerle hiç İngilizce konuşamayan Taylandlı eskortunu sevindiren 70’lik Yeni Zelandalı iş insanı…

Ortada Kuzey Tayland’ın fakir köylerinden gelip Pattaya ve Puket’te sarsıcı striptiz şovları eşliğinde kazanılan paraların babalarının kumar borcu ya da köylerinde bıraktıkları bebekleri adına ailelerine gönderilmesi söz konusuyken neye nasıl şekilde tepki verebileceğimi kestiremiyordum. Peki, bu kadınları batı değerleriyle yargılamak ne derece mümkündü? Kaçındığım tek şey buydu. Bu, bir nevi askerleri yargılayıp Hitler’i unutmak gibi değil mi?

tayland

Aslında hikâye Vietnam Savaşı ile başlar. 1960’larda Amerikan askerleri seks adına Tayland’ın meşhur şehri Pattaya‘ya akın eder. 1966’da Tayland hükûmeti bir yasa ile polislerin bu olaya toleranslı olmasını öngörür (military prostitituon). Ülkenin şu anda bir seks cenneti (!) olarak görülmesi ve ardında binlerce kadının hikâyesini taşıması söz konusu. Amerika, Avrupa ve de Asya’da Tayland için özel olarak seks turizm paketleri uygulanıyor. Duyduğum kadarıyla “ladyboy”ların ameliyatı için hükûmet destek veriyor. 2003 yılında Tayland ekonomisinin yüzde 3’nü oluşturan 4,3 milyar dolar seks turizminden elde edilmiş.

Kral ve ailesi hakkında en küçük düzeyde bile ileri konuşmak ve de sosyal medyada phuket girlsonların aleyhine yazı yazmak yasakken, kürtaj hakkınız yokken, telefonlarınız – emailleriniz dinlenip izleniyorken, marihuana taşımak çok yüksek suç teşkil ediyorken, nasıl oluyor da her dinde hassas yaklaşılan kadın bedeninin yabancı – orta sınıf Avrupalı erkekler tarafından metalaştırılması söz konusu oluyor?

Budizm’de kadınlar, seks işçiliğinden ötürü kınanmıyor. Nedeni ise kişisel aydınlanma yolunda dharma (algılanan gerçeklik) adına kadının bu işi yapması. Özünde budizme göre seks işçisi kadınlar ikiye ayrılıyor: Bu işi herhangi bir materyal kazanım olmaksızın gönüllüce yapanlar (ki bu kadınlar kaçmak yerine kendi arzularına sarılan kadınlar) ve hayatta kalmak için bu işi yapmak zorunda kalanlar. Budizm’e göre kınanması gereken kendi bencil istekleri doğrultusunda ikinci kategorideki kadınlarla olan erkekler. Ki bu da özünde istenilmeyen kötü karma (bad karma) ile sonuçlanıyor.

Sosyal güvenlik sistemiyle birlikte devlet politikalarının zayıf olması ve iş bulma imkânının küçük köylerde zor olması ışıklar altında sunulan seks turizmi için bir katalizör, üstelik hali hazırda lolitalarını bekleyen potansiyel john’lar (İngilizce’de sokak dilinde seks işçilerine parayla hükmeden) söz konusuyken.

*Yazının başlığı Gabriel Garcia Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularım (Memoria de Mis Putas Tristes) isimli kitabından esinlenmiştir.

Su içerek cilt hastalıklarından korunmak ve geç yaşlanmak mümkün

Kırışıklığın en büyük nedeni yaşlılık değil susuzluktur. Dehidrasyonun (susuzluğun) başladığı kişilerde ilk belirtiyi ağız kuruluğu değil deri gösterir. Ağız kuruluğu başlayan kişilerde vücut ağır susuzluk sinyali gösteriyordur ve bu his ölümden önceki çağrılardan biridir.

Vücutta da suyun kuruduğu ilk yer terleme, soğutma ve ısıtma işlemlerini gerçekleştiren deride başlayabiliyor. Dehidrasyon sırasında su depoları tüketilirken kaybedilen su ne yazık ki her zaman aynı oranda yerine konulamıyor. Kuru, kırışık ve donuk cildin de başlıca nedeni susuzluktur. Nemini kaybeden deri kuruyup dolgunluğu gittiği için süner ve kılcal damarlarda yeterli dolaşım sağlayamadığı için donuk ve sağlıksız bir görüntü ortaya çıkar. Sağlıklı bir cilt için yeterli ve sağlık tüketimi çok önemlidir.

Deri, hücreleri sürekli su isteyen ve dış ortamla temas halinde olduklarından terleme ve buharlaşma yöntemi ile de oldukça su kaybeder. Dolaşım sistemi yoluyla deriye su iletilmezse derinin onarım hızı düşer ve su kaybından ötürü bir kısım hücreler ölür, vücut susuz ve ölü hücrelerle kaplanır.

Kadınların bir kısmı genç yaşta olmalarına rağmen kırışıklıklara sahip olmasının da en büyük nedeni susuzluktur. Susuzluk orta yaşta ki kadınların yüzünde kazayağı oluşumuna da neden olmaktadır. Derimiz esen rüzgâra ışıyan sıcacık güneşe açıktır ve bunlar su kaybını arttıran etmenlerdir. Derinin harici nemlendirilmesi de önemlidir fakat su içilerek dâhili olarak nemlendirilmesi derinin su ihtiyacının daha çabuk karşılanmasını sağlarken diğer organlarında ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Erkeklerde durum kadınlara göre daha avantajlıdır. Hormonları, yüzdeki kılların büyümesi için yüz derisine daha fazla kan taşınması emrini verir. Onlarda kronik dehidrasyon, yüzde kırışıklık daha geç meydana gelir.

Cildiniz için su

Kırışıklık karşıtı kremlere her ay onlarca para dökeriz bunların hepsi kapitalizmin insan sağlığı üzerinde yarattığı tehlikeli duruş ve sömürü şeklidir. Eczacılar bu kremleri satarken, hekimler bu kremleri önerirken kendi cüzdanları yerine sağlığı düşünüyor olsalardı; doğadan yaşamın her noktası uğruna akan suyu danışanlarına önerirlerdi. Günlük yeterli su tüketen kişilerde hücreler suya doyduğu için şişer. Dokuları meydana getiren hücreler olduğu için dokular da canlanır ve gerginleşerek kırışıklık önlenir. Sağlıklı dolaşım sayesinde de bölgeye oksijen iletimi sağlanır.

child-drink-water

Susuzluğun neden olduğu en ciddi deri sorunu sklerodermadır. Deri canlılığını yitirir ve inceldikten sonra timsah derisi gibi pullanır. Hastalık vücudun açıkta kalan bölgelerinde (kolları, bacakları, dizleri, elleri ve ayaklarında) ilk belirtilerini gösterir. Deri pullanır, kalınlaşır ve liflenir. Daha sonraki aşamalarında çok acılı bir hastalığa dönüşürken iyice incelen deri, altındaki anatomik yapıları büzülerek sarar. Kişinin yüzü etkilendiğinde ağız, burun ve gözleri biçimsizleştirir, hasta soluk bir maske takıyormuş gibi durur.

Skleroderma ilk aşamalarında yeterli ve sağlıklı su tüketilerek tedavi edilebilecek bir hastalıktır. Skleroderma tek değil dermatit, kserozis gibi birçok cilt hastalığının tedavisinde kullanılacak olan temel ilaç reçetelerde değil musluğunuzdan akan temiz suyla mümkündür. Ancak bunu Türkiye’deki sağlık sistemi anlayıp hekim tavsiye edinceye kadar, sizler evlerinizde ücretsiz bir şekilde deneyip görebilirsiniz.

İstenmeyen ve dışlanmış kişi: “Oğlan”

Oğlan İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları bölümünü bitiren Eyüp Büyükkelleci‘nin bitirme projesi olarak doğdu. LGBTİ temalı kısa film dünyada birçok festivalde gösterildi, şimdilerdeyse LGBTİ dünyasının önemli festivallerinden birisi olan 32. Boston LGBT Film Festivali‘nde gösterileceği günü bekliyor. Filmin senaristliğini, yönetmenliğini ve oyunculuğunu aynı anda üstlenen Eyüp Büyükkelleci ile film ve LGBT üzerine sohbet ettik.

Gökşen Coşkunyuva: Eyüp, öncelikle kendinden biraz bahseder misin?

Eyüp Büyükkelleci: İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları bölümünden 2015 yılında mezun oldum, ama öncesinde İşletme bölümünde okudum. Bu bölümde okumam o günün koşullarında gereklilik gibi bir şeydi benim için. Bazı yükümlülükleri görev gibi yerine getirmek çok zor hakikaten.

Gökşen: Oğlan projesi fikri nasıl doğdu? Filmde bir sürü yakın çekim görüntü ve aslında alaka kuramadığım ama kafamın içinde bir şekilde birleşen birçok imgeyle karşı karşıya kalıyoruz. Bu imgelemlerin çıkış noktası nedir?

Eyüp: Öncelikle düşünün ki size 7 dakika zaman veriliyor ve sizin için hayati önem arz eden bir konuda derdinizi anlatmanız isteniyor. Emin olun 100 dakika zamanım olsaydı derdimi anlatmanın bin bir tane yolunu bulurdum, ama bu fırsat bizlere gerçek hayatta da hiçbir zaman tanınmıyor, bu yüzden bende bir kısa film çektim.
 

Oğlan, disiplinlerarası sanat çerçevesinde yaklaştığım bir proje. Disiplinlerarası sanat, günümüzün dünyasının ilgisini ve dikkatini çeken hal aldı. Bizler bu duruma kayıtsız kalamayız. Performans Sanatları bölümünde okurken Beden ve Teknoloji teması üzerine bir proje sürecine girmiştik. Bu süreçte film çekme fikrim yoktu. Sadece birkaç saniye içinde hikâye kafamda oluştu. Her şeyden önce benim bu hikâyeyi kabul etmem, yani yüzleşmem gerekiyordu. Bu yüzleşme sonrasında hikâyem yaratım sürecine girdi ve bunun neticesinde bir kısa film ve sahne üstünde gerçekleştirilen bir performans ortaya çıktı.

Film tek başına değerlendirilebilir, ama performansı film olmadan değerlendirmek pek oglan afismümkün değil. Bu yüzden film performanstan bağımsız olarak dünyada çeşitli film festivallerinde gösterildi ve ilgi çeken bir iş haline dönüştü. Şunu söylemem gerekir ki çevremdeki birçok kişi bu işin bir parçasında yer aldı. Görüntü yönetmeni, festival süreci, poster tasarımı, filmde oynayan oyuncular… Kısaca bütünüyle yardımlaşmanın bir ürünü olarak ortaya çıktı. Bunlar parayla sahip olamayacağım şeyler.

Gökşen: Film bugüne kadar nerelerde gösterildi? Hangi ödülleri aldı? Gelen tepki ne oldu?

Eyüp: İlk olarak film ve performans, yani ikisi bir arada, geçtiğimiz Mayıs ayında İstanbul Salon İKSV’de sahnelendi. Aldığım ilk tepkiler benim için motive ediciydi. Ardından FICGLB – Barcelona Gay Film Festivali açılış gecesi filmlerinden biri olarak seçildi ve Ekim ayında bu festivalin konuğu oldum. Ayrıca İtalya’da LGBTi dünyası için önemli bir festival olan Florence Queer Festival kapsamında Odeon’da gösterildi ve olumlu tepkiler aldım. Amerika’da Los Angeles CineFest’te en iyi on filmden birisi oldu.

Bunların dışında Roma CinemaDoc-İtalya, Move Me Productions Belgium Short Film Festival, Filmski Front / Film Front, DSOFF – Direct Short Film Festival, LAIFF – Los

Angeles Independent Film Festival, Human Right Film Festival of Barcelona, 13th Zinegoak, International LGBT Film and Performing Arts Festival, 4th AltcineAction Short Film Festival for Balkan, The Bangalore Queer Film Festival-Hindistan gibi festivallerde gösterildi. Şimdi de 5 Nisan’da Boston Brattle Tiyatrosunda 32. Boston LGBT Film Festivali kapsamında Uluslararası Kısa Film dalında seyirci karşısına çıkıyorum.

oglan, lgbti 3

Gökşen: Filmin adının Oğlan olma sebebini açıklar mısın?

Eyüp: “Oğlan” sözcüğü, argoda ya da toplumda çoğu kişinin bildiği anlamıyla hem cinsine ilgi besleyen kimseler olarak kullanılıyor, bildiğiniz üzere bir de ”oğlancılık” kavramı var, ama aynı zamanda yeni doğan bir erkek çocuğa “oğlan oldu” gibi söylemler mevcut. Türk Dil Kurumu sitesinde de sözcüğün anlamlarında biri “Cinsel bakımdan erkeklerin zevkine hizmet eden sapık erkek” olarak tanımlandırılmış. Yaşadığımız toplumda “Oğlan”, kullanılması çok tercih edilmeyen bir sözcük. Bu da benim filmimdeki istenmeyen ve dışlanmış kişi durumuna hizmet ediyor.

Gökşen: Film annenle arandaki ilişkiyi -doğru olur mu bilmiyorum ama- ve bu ilişkinin senin üzerindeki etkisini hem doğrudan hem de oldukça şiirsel bir yolla aktarıyor sanıyorum ki, neden sadece anne?

Eyüp: Öncelikle filmim, metafor kullanımı üzerine kurulu bir film ve bu dil aynı şekilde performansımın tarzını da yansıtıyor. ”Anne” bizlerin varlığını pekiştiren ve ilk temasımızı sağladığımız kuşkusuz en güvenilir alan. Bu ilişkideki en ufak bir kesinti bizim hayatımızdaki diğer ilişkileri doğrudan sekteye uğratacaktır. Oğlan‘da ise, aile kültüründen yola çıkarak toplumun diğer kesimlerine temas eden benlik, cinsiyet, kimlik ve var olma mücadelesini irdeleyen bir yaklaşımı var. Hamile bir kadının Oğlan‘ı vurduğuna şahitlik ediyoruz. Oğlan‘ın yaşantısından gördüğümüz bazı kesitlerin Oğlan‘ın hayatına etkilerini görüyor ve toplumsal bakış açısının ”seyircisi” oluyoruz. Bu anlatım dilini fantastik boyutta ele alma fikri beni heyecanlandırıyor.

eyup buyukkelleci
Eyüp Büyükkelleci

Gökşen: Eğer özel olmazsa, filmin ilk gösterildiği gün hatta filmle birlikte bir performansta sergilemişti. Bende oradaydım- ailen de oradaydı sanıyorum? Tepkileri ne oldu?

Eyüp: Ailem orada değildi, ama ben bu işi anneme atfediyorum.
 
Gökşen: Peki, ailen filmini izledi mi? Filmin yurtdışında bir çok festivalde gösterildi, bir çok olumlu tepki aldı. Ailen bu konuda seni desteklemekte mi?
 
Eyüp: Ailemin desteği için daha fazla üretmem gerekiyor. Onlara ve onlar gibi ailelere anlatabileceğim bir şeyler var! Aile desteği şüphesiz çok önemli, bu benim de arzuladığım bir şey ama içimdeki dertlerleri anlamak için desteklenmeyi bekleyemedim. Belki de hiçbir zaman desteklenmeyeceğim… Eyüp, ”Yaşadığımız koşullarda kısıtlanmış imkânlardan dolayı senin daha fazla üretmen gerekiyor” dedim. Üretme heyecanım âşık olmuş bir insanın duyduğu heyecandan farksız. Sanatçı olmaya çalışan birisi olarak içimdeki tüm dertleri anlatmaya devam edeceğim.
 

Gökşen: Türkiye’deki LGBTİ dernekleriyle film hakkında bir paylaşımın oldu mu?

Eyüp: Geçen yıl Performart’14 – Performative Arts Conference için “community” temalı bir işin parçası olacaktım. Bu iş için Türkiye’de bazı LGBTİ dernekleriyle ilişki kurma çabalarım oldu. Tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Bazılarını tenzih ederim, fakat birçoğu ile temasa geçebilmek bile çok zor. Oğlan projesi için Türkiye’de Kaos GL – Ankara ile bağlantım olmuştu. Kaos GL ilgi gösterdi. Benim için önemli olan hikâyemin, tanımadığım insanlara ulaşması ve temas etmesidir, ama şunu söylemeden geçemeyeceğim, bu işe asıl sahip çıkan yurtdışındaki festivaller oldu.

Gökşen: Türkiye’de ki LGBTİ hakları konusunda yapılan çalışmaları nasıl değerlendiriyorsun?

Eyüp: Öncelikle eşcinseller arasındaki homofobik söylemlerin ve yaklaşımların önüne geçmek gerekiyor, aksi takdirde toplumun diğer kesimlere temas edebilmek pek mümkün değil.
oglan, lgbti 2
 
Gökşen: Eşcinseller arasındaki homofobik söylem derken neyi kastettiğini biraz daha açar mısın?
 

Eyüp: Cinsel yönelimlerini kabul etmiş ya da kabul ettiğini iddia eden eşcinsellerin, eşcinselliğe karşı hoşnut olmayan ve nefrete varan söylemlerine o kadar çok rastlar oldum ki bu durumun boyutlarını endişe verici buluyorum.

Gökşen: Gelecek planlarınız nelerdir?

Eyüp: Yeni filmler yapmaya devam edeceğim. Şu an uzun film çalışmam var. Bu hikâyeyi hayatta geçirebilmem için maddi desteğe ihtiyacım var. Film çekmek çok maliyetli bir iş. Bununla ilgili çalışmalarım söz konusu.

Bu projeyle mülteciler Suriye’deki annelerine mesaj yollayabiliyor

0

21 Mart Suriyeli anneler için büyük bir gündü. Bu yıl ise anneler, Refugee Phones (Mülteci Telefonları) isimli projeyle sivil savaş yüzünden ülkeyi terk eden çocuklarından haber alabiliyorlar.

Suriyeli bir mülteci için Suriye’deki ailesine ulaşmak pek kolay değil. Bazı bölgelerde yaşanan elektrik kesintileri günler sürebiliyor. Bu durum bir telefonu şarj etmeyi veya bir bilgisayarı kullanmayı imkânsız kılabiliyor. Bazı insanların telefonları bile yok. Bu soruna karşın bir mülteci, Anneler Günü’ne -Suriye için 21 Mart- özel bir çözümle ortaya çıktı: Mültecilerin arayacağı bir acil hat oluşturulacak, bu hattı arayan mülteciler anneleri için mesaj bırakabilecek ve bu mesajlar Suriye ulusal radyo kanallarından birinde yayınlanacaktı.

Geçen Ekim Suriye’den İsviçre’ye gelen Mouddar Kouli “Suriyeliler için Anneler Günü kutsal bir gündür” diyor. Kouli, mülteciler için bir kampanya yaratmalarında ondan yardım isteyen Akestam Holst merkezli bir ajansta stajyer olarak çalışıyor. Bu isteğin üzerine Kouli, radyonun aileler arasında iletişimi yeniden kurmak için iyi bir yol olacağı fikriyle geldi.

Elektrikler kesik olduğunda insanlar genelde evlerinden ayrılırlar. Caddeye çıkarlar, toplu taşıma kullanırlar veya herhangi başka bir yere gitmek üzere arabalarına binerler. Bunu yaptıklarında ise radyo dinlerler” diyor Kouli.

Ajans maddi çıkar gütmeden ülkeye yeni ulaşmış mültecilere, bedava dakikalarla birlikte akıllı telefonları ulaştırıyor. Proje kapsamında herkesin arayıp mesaj bırakabileceği bir acil yardım hattı kurulması sağlandı. “Bu konuştuklarınızı cevaplayan ve sinyal sesinden sonra anneniz için sevgi dolu bir mesaj bırakınız, diyen bir makine” diyor Kouli.

cellphones-web-jumbo

Bu bir İsviçre numarası ama dünyanın herhangi bir yerinden herkes arayabiliyor. Suriye’nin içinden bile hattı kullanmaya başlayanların olduğu belirtiliyor.

Kouli’nin dediğine göre insanlar ilk başlarda hattı kullanmak konusunda tereddüt içindeydiler: “İnsanlar aramaya çekiniyorlardı. Bu durum onlara garip geliyordu; insanların onlara iyi davranmalarına alışkın değillerdi. Tüm bu yolculuğu yaptıkları sürede, geçtikleri bunca farklı yerde insanlar onlara kimsesiz, istenmeyen kişiler gibi davrandılar. Ardından İsviçre’ye geldiklerinde herkes oldukça iyiydi… Bu muameleye alışkın değillerdi.”

migrant mother

Kouli, diğerlerine göre daha şanslı sayılır. Annesini aramanın onun için daha kolay yolları mevcut. “Annem Şam’da” diye anlatıyor Kouli. “Ben diğerlerinden biraz daha şanslıyım. Çünkü Şam’da durum daha iyi. Elektrik kesintisi günde sadece üç kez yaşanıyor. Bu annemi ne zaman arayabileceğimi, ne zaman internet bağlantısı olacağını bildiğim anlamına geliyor.”

Bu projeyle iletişim kurmaları kendisi kadar kolay olmayan, telefonu veya arama kartı olmayan mültecilere ulaşmış oldu. İnsanlar mesajlarını isimsiz olarak da bırakabiliyorlar. Ancak annelerinin onları tanıyabilecekleri yeterlilikte detay vermeleri tavsiye ediliyor.
Kampanya, Suriyeli anneler arasında popüler olduğu bilinen Fuse Fm‘de reklam süresi satın aldı. Anneler Günü’nü takip eden bir hafta süresince her reklam arasının bir dakikası – gün içinde 24 kez oluyor- mültecilerin eve gönderdikleri mesaja ayrılacak.

Projenin resmi tanıtım videosu:

Kaynak: Fast Company

Türkiye’nin ilk ekolojik gençlik köyü Artvin, Avcala Yaylası’nda kuruluyor

Şavşat’ın Çamlıca Köyü sınırlarında kalan, Düz Dağı’ın eteklerinde yer alan Avcala Yaylası‘ndan adını alıyor Avcala Gençlik Köyü.

Ekoloji, spor ve gençlik alanlarında çalışmalar yürüten Youthlympic ekibi tarafından ortaya atılan bu gençlik köyü fikri; gençlerin kendini geliştirebileceği, yılın her anında gelip kalabileceği, kendi sebzesini meyvesini üretebileceği, projelerine odaklanabileceği, yeni projeler geliştirebileceği, farklı kültürden insanlarla tanışabileceği bir alan yaratmayı hedefliyor. Burası aynı zamanda Youthlympic’in hali hazırda yaptığı yaratıcı spor etkinliklerine de ev sahipliği yapacak.

Birçok gencin derdi olanÜniversite sonrasında ne yapacağım?problemine de cevap veriyor Avcala Gençlik Köyü. “Burada her zaman yerimiz var” diyor. “Gelsin kendisini yetiştirsin, yapılan eğitimlere katılsın, projelerde yer alsın” diye de ekliyor. “Organik beslensin, tarla sürsün, kitap okusun, iş arasın, farklı iş alanları keşfetsin, kendi alanında kendini geliştirsin, gitarını alıp ateş yaksın…”

Artvin’de oluşturulması hedeflenen bu ekolojik köyün, bir sosyal işletme mantığı ile hareket edecek yapıya bürünmesi hedefleniyor. Kısa vadede herhangi bir turistik tesis amacı bulunmayan bu yer için Erasmus+ Gençlik Değişimi Programı altında projesi hazırlandı. İçerisinde dört ana bölgenin olacağı ekolojik, doğal, organik yöntemlerle kendini idame ettiren, genç odaklı olmasının yanında toplumun her kesimine açık, hem turistik tesis hem de bir gençlik merkezi hem de ulusal ve uluslararası tanınırlığı ve marka değeri olan, çevreye duyarlı, yenilenebilir enerjiyi benimseyen bir ekoköy oluşturulması hedefleniyor.

 

Gençler, ekolojik ve sürdürülebilir yaşam, doğada hayatta kalma eğitimleri verilip ve yaratıcı spor etkinlikleri gerçekleştirildikten sonra evlerin inşası için tasarım süresine başlayacak. Gençlik Köyü, tahta yük paletlerinin yaratıcı bir şekilde birleştirilmesinden ortaya çıkacak minimal evlere çeşitli nitelikler ve roller kazandırması ile kurulacak. Hazırlanacak olan 2 ev ve etrafında doğa dostu malzemelerle yapılacak peyzaj çalışması ile yaratıcı temsili bir “Gençlik Köyü” ortaya çıkarılması hedefleniyor. 

Toplamda 8 ülkeden 42 genç, 15-26 Haziran tarihleri arasında Avcala Yaylası’na gidecek ve Türkiye’nin ilk ekolojik gençlik köyünün temellerini atacak. Faaliyet tablolarını ise şöyle açıklıyorlar:

1. Ekoloji, sürdürülebilir doğal yaşam, doğada hayatta kalma, eko mimarlık, eko girişim, spor alanlarında hazırladığımız kapsamlı eğitim ve atölyeler yapacağız.

2. Bu alanlarla ilgili ekibimizin hazırladığı müthiş eğlenceli etkinlikler gerçekleştireceğiz. Orada gerçekleştireceğimiz tüm etkinlikleri proje sonunda bir kit haline getireceğiz. Daha sonra kendi projelerinizde kullanabileceksiniz.

avcala logo

3. Tüm bu tatlı etkinlikler devam ederken katılımcılara tahta yük paletleri ile nasıl evler inşa edebilecekleri üzerine sunumlar yapacağız. Bu sunumlar sonrasında katılımcılar 20’şer kişiden gruplara ayrılacak. Burada önemli iki unsur var, inşa edilecek olan evlerden biri “Gençlik Üniversitesi”, diğeri ise “Gençlik Merkezi” olacak. Evlere nitelik kazandırmamızın nedeni ise şu, katılımcılar inşa edecekleri evlerle ilgili gerçekçi etkinlikler geliştirecek ve bunu sunacaklar. Yani “Bir eko köyde Gençlik Merkezi olsa, burada acaba nasıl etkinlikler olur?” gibi. Tabii bu evlere doğadan toplayacakları malzemelerle tabela da yapacaklar. Yaylada Youth Center olsa fena olmaz değil mi?

4. Kendilerine vereceğimiz küçük tahtalarla inşa öncesi model tasarlayacaklar. Bu çalışma da bitince topluca inşa yapılacak olan tarlaya gidilecek ve iş güvenliği eğitimi sonrası inşaya başlanacak. Ortaya nasıl evler çıkacak biz de merak ediyoruz.

5. Tabii ki, sadece evleri inşa etmekle kalmayacaklar. O evlerin peyzaj çalışmasını da yapacaklar. Tahta paletlerden oturaklar, sedirler,masalar olacak. Evlerin önünde tohum bahçesi olacak. Evlerin üstüne 8 ülkenin de bayrağını çizecekler. Tahta paletleri boyayacaklar. Demir variller üzerine “Youth Village” yazacaklar. Doğadan toplayacakları malzemelerle toprağın üzerine kocaman bir Youth Village yazısı yazacaklar ve dronelarla çekim yapacaklar.

palet ev

6. Moss grafitiyi duydunuz mu? İşte son olarak da evlerin toprakla bir bütün olmasını sağlayacak olan moss grafiti devreye girecek. Herhangi bir yere moss graffiti yani yosun grafitisi yaptığın zaman ertesi gün ortalık yemyeşil oluyor. İnternetten araştırabilirsin.

7. Ve işte final. Her şey hazır olduktan sonra gençlik köyümüzün açılışını düzenleyeceğiz. Kırmızı kurdele? Elbette olacak. Açılışın olduğu gece kültürel gece de olacak. Yani tüm ülkeler kendi geleneksel yiyecek, içecek, elbise, tarih ve danslarını anlatıp gösterecek. Biz de Karadeniz’i tanıtacağız tabii, müthiş olacak.

İletişim için Twitter, Facebook, Instagram ve Youtube sayfalarına ulaşabilirsiniz.

Artvin Ardanuç’ta HES’e karşı 15 günlük nöbet başladı

0

Artvin’de doğa kıyımına ve HES’lere karşı direniş hiç durmadan devam ediyor. Son olarak Ardanuç’ta yapımı planlanan HES’e karşı bölge halkı 15 günlük nöbete başlama kararı aldı.  

Artvin Ardanuç’ta nöbete başlama kararı 28 Mart’ta alındı. Çalışmalara başlamak için son 20 günde iki kere sondaj makineleriyle gelen HES yapımını üstlenen şirket, üçüncü denemesinde makinelerini alana indirmişti. Bunun üzerine Ardanuç Derelerin Kardeşliği Platformu, 28 Mart’ta yaptıkları acil toplantıda 29 Mart’tan itibaren HES karşıtı protestolara hız verme kararı aldı. Bu kapsamda yürüyüşler düzenleme, HES yapılacak alanda nöbet kulübesi kurma ve akşam saatlerinde tencere – tava çalarak ses çıkarma eylemi başlatmak üzere harekete geçildi.

Şirket yetkililerinin halka sondaj çalışmaları bitsin bitmesin 15 gün sonra sahayı terk edecekleri ve bölgeye zarar vermeyecekleri sözünü verdiği belirtiliyor. Fakat Ardanuçlular, şirketin sözünü tutup tutmayacağından emin olmak için 15 günlük nöbete başladı.

Ardanuçlular protestolara ve nöbete dün başladılar. 29 Mart gecesi Ardanuçlular, “Dereler özgürdür özgür akacak” ve “HES”çiler halka hesap verecek” sloganları eşliğinde yürüyüş ve ses çıkarma eylemi yaptılar. İlçe otogarında yapılan basın açıklamasında da Ardanuç Derelerin Kardeşliği Platformu’nun şu açıklaması basına ve kamuoyuna duyuruldu:

“Haziran 2002 tarihinde gündemimize giren ve bütün süreçlerine müdahil olduğumuz Ardanuç Regülatörü 5 HES projesinin mahkemesi ara kararı Yargıtay tarafından lehimize bozulmuş olmasına rağmen, Türkiye’deki seçim sonuçları, siyasal atmosfer ve mahkemenin değiştirilen iki üyesinden sonra aynı dosya aynı mahkeme şirketin lehine karar vermiştir.

Biz de konuyu davamızı Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkımızı kullanarak süreci devam ettirmekteyiz. Bu arada şirket boş durmamış bulduğu işbirlikçiler marifetiyle regülatör alanına sondaj yapma çalışması amaçlı iki denemesinde makineleriyle birlikte alandan çıkarıldığı halde, üçüncü denemesinde kalabalık bir jandarma desteği ile alana girdi. Bizzat Artvin Jandarma Alay Komutanı dahil, yardımcı komutan ve astsubaylarıyla deyim yerindeyse operasyonu yönetiyordu.

ardanuc2

Alanı sahiplenen Ardanuç halkı hakkını aramak için bir umut ilçe kaymakamı ile görüştüyse de, olumlu bir sonuç alamadı. Kaymakam ve alay komutanı idare ve onun tasarruflarından yanaydı. Başka kurumlar yanlış yapmışlarsa kendilerinin bu konuda yorum yapamayacaklarını biz Ardanuç halkı haklı olsak bile ellerinden bir şey gelmeyeceğini beyan etmişlerdir. Kısacası, kendilerinin HES şirketinin yanında olduklarını süslü bir şekilde ifade etmişlerdir. Ardanuç halkı ise bir başına kaldığını kanunların ve uygulamaların kendi aleyhlerine olduğunu bir kez daha tecrübe etti.

ardanuc3n

Yapılan görüşmeler sonucu sondajın 15 günde biteceği ve 15. günde işlem bitsin bitmesin makineleriyle beraber gideceklerini ve alanda tahribat sayılacak hiçbir çalışma yapmayacaklarına dair verilen söz üzerine regülatör alanını işgal etmiş olan halk, işgalini sonlandırdı. Aynı gün akşamında yapılan halk toplantısında verilen sözlerin tutulup tutulmayacağına dair denetim amaçlı 15 gün gece – gündüzlü nöbet tutulması kararlaştırıldı.

31 Mart Perşembe günü ivedi olarak bilgilendirme amaçlı ilçede panel programlanmıştır. Konuşulan sınırlı sürenin sonunda hiçbir HES şirketi, makinesi ve kişinin alana sokulmayacağının kararını alarak tüm kamuoyuna deklare ettik.”

İstanbul Modern’de ekoloji sohbetlerindeyiz

İstanbul Modern’in Kütüphaneler Haftası vesilesiyle düzenlediği buluşmada ekoloji, doğa, sürdürülebilir yaşam ve çevre tabanlı konulara odaklanan yayınevleri ve oluşumlar ziyaretçilerle bir araya geliyor.

31 Mart Perşembe günü saat 17.00-19.00 arası Müze kütüphanesinde gerçekleşecek etkinlikte aralarında EkoIQ, Magma Dergisi, Gaia Dergi, Yeni İnsan Yayınevi, Buğday Derneği ve Bisikletli Sahaf’ın da yer aldığı katılımcılar, üretim süreçlerindeki deneyimlerini paylaşacak, süregelen çalışmalarını ve yayın politikalarını tartışmaya açacak.

Ayrıca katılım ücretsiz olacak.