İnsanın çocukken ilk kez deneyimlediği anlar, üzerinden kaç yıl geçerse geçsin, aklından bir türlü çıkmıyor. Benim için öyle en azından. Ki her Hasankeyf dendiğinde, oraya yapılmak istenenlerin bahsi her geçtiğinde içim cız ediyor. Nasıl etmesin?
Mavinin, yeşilin ve tarihin bir aradalığını ve bunun nasıl bir güzelliği meydana getirdiğini ilk kez orada gördüm. Suyun şarkısını ilk kez orada duydum. Fakat bittabi genç bir kadının kişisel anılarından ibaret değil Hasankeyf. Yüzyıllar öncesine dayanan bir yaşanmışlık, tarih beşiği. O yüzden önce bir zaman yolculuğu yapmak istiyorum, neyin yok edileceğini anlamak adına. Zira kim diyebilir ki tarih, sadece eskiye ait bir anlatıdır ve yaşananların izi bugüne değmemiştir?
Anadolu’da Ortaçağ’a ait bütünlüğünü koruyabilen tek kent olma özelliğini taşıyan Hasankeyf’in, Geç Asur ve Urartu devirlerine kadar inen bir geçmişi olduğu biliniyor. Hatta bazı tarihçiler tarafından antik kentin tarihi günümüzden 10 bin yıl öncesine kadar dayandırılıyor. Roma İmparatorluğu zamanında çağın iki süper gücü olan İran İmparatorluğu ile Romalılar için bir ileri karakol özelliği sergileyen Hasankeyf, MS 2’nci ve 3’üncü yüzyıllarda Bizanslılarla Sasaniler arasında el değiştirdi, MS 4’üncü yüzyılda Hasankeyf’e sağlam bir kale yapan Bizanslılar, bu tarihten sonra kenti ellerinde tutmayı başardılar.
MS 5’inci yüzyılda Süryani Piskoposluğu’nun başkenti konumuna gelen kent, 6’ncı ve 7’nci yüzyıllarda doğu ülkelerine özgü Hıristiyan kiliselerinin ilk merkezlerinden birine dönüştü. Bizans’ın hâkimiyeti Müslümanların burayı ele geçirdiği 7’nci yüzyılın başlarına kadar sürdü. Kent, ikinci halife Ömer döneminde Müslümanların hâkimiyetine geçti. Halifeler döneminin ardından sırası ile Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler ve Mervaniler’in yönetimine geçen kent, 1101- 1232 tarihleri arasında Artukoğulları’nın başkenti yapıldı. Hasankeyf kentinin, tarihi önemini kazanması da Artuklular’ın 1101 yılında buraya hâkim olması ile mümkün oldu. Bu tarihten itibaren o günkü ismi ile Hısn Keyfa, Ortaçağ’ın önemli şehirlerinden biri haline gelir. Kuzeyden güneye doğru akan Dicle Nehri üzerinde yer alması ve o günlerde ticaretin önemli bir kısmının nehir yoluyla yapılması nedeniyle Hasankeyf, ticari ve ekonomik açıdan da gelişti. Aynı zamanda savaşın ve talan edilmelerin dışında kalan kent, kültürel yapısının ve doğasının bozulmadığı bir huzurun zenginliğine sahipti.
Köklü bir geçmişe sahip olan Hasankeyf, iki yıkım yaşadı. İlki, kent Eyyubilerin kontrolündeyken oldu. Bunda Moğolların etkisi vardı. Bu tahribatın ardından kentin eski sakinleri, yeniden eski dokuya kavuşmak için çalışmaya başladılar. Kent, ikinci yıkımını ise 1966 yılında yaşadı. 1966’da Hasankeyf’e gelen Süleyman Demirel, kalenin içindeki mağaralarda yaşayan insanlara konut yapılması için emir verdi. Bu emir çerçevesinde ihaleyi alan firma Hasankeyf’te tarihi eserlerle dolu bir alanı inşaat çalışmaları sırasında tahrip etti.
Hasankeyf, 50’lerden bu yana bir yıkımla daha karşı karşıya. Ilısu Barajı Projesi ile ilgili çalışmalar, sayısızca insanın göç etmesine neden oldu. Bu göç halen devam etmekte fakat dağılan ve dağılacak olan sadece insan yaşamı değil. Kültürel yapı ve ekolojik yaşam da dağılacak olanlar arasında. Bu HES projesi gerçekleştiğinde yok olacak güzellikleri tek tek saymak mümkün değil. Kent, sular altında kaldığında bin 500 canlı türü, endemik bitki, höyükler, antikçağa ait yerleşim yerleri de zarar görecek. Bir şehir, tarih sular altında kalırken doğal yaşam da yok olacak.
Benim Hasankeyf’i görmem ise 1999 yılında oldu. Üzerinden uzun yıllar geçti, çocuktum ama hâlâ hatırlıyorum o an kentin bana hissettirdiklerini. Şaşırmıştım önce bu kadar tonun bir aradalığına. Sonra da güzelliğin tadını çıkarmıştım sevdiklerimle beraber. Bir sesi vardı Hasankeyf’in. Hâlâ anımsamaya çalıştıkça o günü, bu ses kulağıma geliyor. Gürültü değildi, cıvıltılı bir sesti. Düşünün renk cümbüşünde, tarihin ortasında, doğanın ve insanın neşesi yankılanıyor. Haliyle bu da yaşınız kaç olursa olsun size hayat veriyor. Ben de çok mutluydum o gün. Maviye dokundum, suyun şarkısını dinledim, sonradan fark ettim, yaşanmışlıkların izini ilk kez o gün gördüm. Çok kalabalıktık. Bugün olmayan ve çok sevdiğim insanlar da vardı. Yani daha eksilmemiştik. O yüzden bu kentin sular altında bırakılışı, benim de anılarımın, bir HES projesiyle yok edilecek doğayla birlikte kaybolacağını hissettiriyor bana.
Geçtiğimiz günlerde projenin gerçekleştirilmesi için gereken prosedür tamamlandı. Bu tabiat ve kültür birleşiminin yok edilmesine kesin olarak karar verildi. Bu tahribatın gönüllüsü çok ama aynı zamanda mücadelecisi de mevcut. İmza kampanyaları ve çeşitli çalışmalar ile Hasankeyf’e ses olmak istiyorlar. Biliyorlar, bu bin yıllık yaşantının, doğanın yok edilişi ile pek çok şey yok olacak. Bir kültürün ve doğanın yok oluşunu izlemeyi kim ister ki? O yüzden her şeyin bittiği görüntüsü veren şu noktada dahi ses olmalı, bırakmamalı. Mücadele yanlısıyım ben de. Zira Hasankeyf’in sesini duymak istiyorum. Dicle’nin şarkısını dinlemek, yeşilin ve tarihin bir aradalığını görmek…
Kaynak: Evren Haspolat, Hasankeyf: Tarihi, Tarihi Eserleri, Yasal Konumu ve Geleceği, THM, 2005.