Yakın gelecekte insanların Mars ve gök taşlarını kolonize etme planları malum. Bir çok şirket ya da ülke uzay madenciliği planlarken bir yandan da Dünya’nın hızla yaklaştığı kitlesel yok oluş dönemine gidildiği için Dünya dışı gezegenlerde yaşam kurmayı planlıyor.
Dünyanın içinde bulunduğu son kitlesel yok oluş dönemi ile ilgili çeşitli başarılı filmler var. Fakat gök taşlarına ulaşıp Ay’ı ve Mars’ı kolonize ettikten sonra neler olacak? İşte The Expanse tam da bunu işliyor.
Her şeyden önce bilim-kurgu yapımlarının artık gerçeğe daha uygun filmler çekmek için astrofizikçilerden ve üniversitelerden danışmanlık almaları ile birlikte gerçekçilik bizi daha da içine çeker oldu. Örneğin The Expanse’de ışınlanma diye bir olay yok, fakat az yakıtla çok uzun mesafelere çok hızlı bir şekilde giden gemiler var.
Yakın gelecek; Dünya BM tarafından temsil edilen, suyu ve kaynakları tükenmek üzere bir gezegen. Ay tamamen Dünya’ya ait ve Dünya çeşitli gök taşları ve küçük gezegenlerde hükme sahip.
Mars, geçmişte Dünya’ya bağlı askeri bir koloni iken isyan ederek bağımsızlığını ilan etmiş bir gezegen. Kendi uydusu Deimos’un yanı sıra Dünya ile birlikte bir çok gezegen ve gök taşı üzerinde Dünya ile paylaşılmış bir hükme sahip.
Gök taşları ve gezegenler ise çeşitli amaçlar için kullanılıyor. Güneşten uzak gök taşları buz çıkarmak ve buzları Dünya ve Mars’a satarak var olmaya çalışan şirketler tarafından kullanılıyor, gök taşları ve gezegenlerde insanlar yaşıyor.
Filmin zamanından yıllar önce, gök taşlarında çalışan işçiler çocuklarının sağlık koşullarından dolayı greve giderler ve BM savaş gemilerini göndererek grevcileri bombalatır (her devletin yaptığı gibi). Bunun ardından Dış Gezegenler İttifakı kurulur. Bunun altında ise OPA adında militan kanat bulunmaktadır ve OPA’nın içinde de çete ve gruplar vardır.
Dünya ve Mars, Mars’ın bağımsızlığını ilan etmesi üzerine büyük bir savaşa girişmiş ve savaş büyük kayıpların ardından sona ermiş. Dış gezegenlerde yaşayan insanlar için (kendilerine Betli, Belter, Beltawolta derler) kazananın Dünya ya da Mars olması önemli değil. Çünkü onlar Dünya ve Mars’a su ve yiyecek çıkarmak için gök taşlarında doğup ölen insanlar. Her halükarda yaşamları bir maden işçisi olarak son bulacak. Şu an tersanelerde, kot taşlayan atölyelerde, madenlerde ve zenginleri daha çok zengin etmek için çalışan bizlere olan şeyden farkı “uzayda” geçmesi.
İktidarlar değişiyor ama yaşam şartlarımız asla iyileşmiyor. Türkiye’de özellikle maden, HES ve inşaat şirketlerine öyle imtiyazlar veriliyor ki işi kiralık katil tutup, projelerini engelleyen çevrecileri öldürtmeye kadar götürüyorlar (bkz.1, bkz. 2, bkz. 3). Bunun uzaydaki grevcilerin bombalanarak öldürülmesinden çok da bir farkı olmasa gerek.
Mars’lılar Mars’ı Dünyalaştırma projelerini savaştan dolayı gerçekleştirememişler. Dünyalıların Dünyada var olmayı hak etmediğini düşünüp onlara karşı bir nefret ile büyüyorlar. Dış Gezegenler ise ikisinden birden nefret ediyor. Dış gezegenler, Güneş Sistemi’nin Afrika’sı olmuş durumda.
Filmde Beltliler’in özel bir dili var ve bu dil Polonya’da konuşulan bir dilden türetilmiş.
Ayrıca uzaylı yaşam formları konusu oldukça iyi işlenmiş durumda. Burada yine bilim insanlarının fakirler üzerinde deney yapmasını görmek mümkün. Bu tip deneyler günümüzde de yapılmaktadır ve tabii ki denekler fakirler. (bkz.)
Beltlilerin Dünya ve Mars’a girişleri yasak, sağlık ve yaşam koşulları berbat. Uzayda bir Belter (kuşaklı, dış gezegenli) ne yapabilir? Neye inanabilir?
Bu soruların cevabı yok. Uzayda yapabileceğimiz tek şey ancak bir nihilist olmak. Bu sonsuzlukta ve bu çaresizlikte bir insan yalnızca bir nihilist olabiliyor; tanrı fikri çoktan yok olmuş ki filmimizin kahramanlarından Miller da tam böyle biri. Şartları sen belirleyemezsin, şartların içine doğarsın diyerek genç ve ateşli bir isyancıya da acımasızca ders veriyor. Bunun yanı sıra ölüm içgüdüsü, sadizm, özgür irade gibi konuların sorgulanmasına da sıkça rastlıyoruz.
The Expanse’de yer çekimi konusu da ciddi. Öyle ki gök taşlarında doğan insanların bedenleri ve kemikleri düşük yer çekiminden dolayı uzun oluyor.
Birden fazla taraf var, birden fazla ana karakter var. Herkesin açısından sorunları anlatılıyor. Bu da bize aslında herkesin kendince haklı olabileceğini, herkesin haklı olmasına rağmen savaşların süreceği gerçeğini hatırlatıyor.
Yakın gelecekte yapay zeka, robotik sistemler, hologramik görüntüleme sistemleri ve VR teknolojisi yüzünden milyonlarca insanın işsiz kalacağı açık bir gerçek. Filmde bu konu da işleniyor. Dünya’da para daha çok fakat sokaklar açlarla dolu. (bkz.)
Aslında 3 taraf arasında gizliden bir savaş var. DGİ ve OPA militanları hafif silahlara sahipken, uzayda Mars ya da Dünya devriyeleri tarafından katledilmeniz durumunda kimse hesabınızı soramıyor. Çünkü fail-i meçhuller her yerde. Ve uzayda cesede rastlamak oldukça zordur.
James Holden en önemli karakterlerden biri. Savaş istemiyor ve herhangi bir taraf olmayı reddediyor. Dünya’yı terk etmiş eski bir asker. Dünya dışında tüm insanlar Dünya’nın kendi kendini nasıl yok ettiğini bilerek büyümüş durumdalar ve hepsi bundan dolayı Dünyalıları aptal buluyor.
Gelecekte cinsiyet ayrımcılığı ortadan kalkacağı için (yani şu an medeniyet olarak da o zamandaki insanların gerisinde bulunduğumuzdan henüz bu ayrımcılık var) bu filmde kadınların gücünü hissetmek gayet mümkün. Filmde Dünya’nın en güçlü insanlarından biri bir kadın ve savaşı durdurmak için elinden geleni yapıyor. İsmi Avasarala olan bu kadının ses tonuna, jest ve mimiklerine hayran kalacağınıza eminim, çünkü o Shohreh Aghdashloo. Aynı şekilde Mars donanmasının en güçlü askeri de bir kadın. Bunun dışında DGİ, OPA gibi örgütler de kadınlarla dolu ve bir çoğu önemli pozisyonlarda. Burada bir daha kadın eli değen şeyin her zaman daha sevgi, adalet ve barıştan yana olduğunu görüyoruz. Çünkü masumları kurtarmak ilk önce kadınların aklına geliyor.
Ayrıca uzayda dünya özlemi de işleniyor. Geçmişte Dünya’da yaşayıp, sonra uzayda çalışıp Dünya’ya dönemeyenler depresyona giriyor ve intihar ediyorlar.
Mars’da ise jenerasyon çatışması mevcut. Koloni binalarının içine doğan yeni nesil, Dünya’yı hiç görmedikleri için hallerinden memnunken Dünya’dan Mars’a taşınmış ataları Dünya hasreti ile yanıp tutuşuyor.
Anne bağımlılığı da Naomi ve Amos arasındaki ilişkide oldukça güzel anlatılmış durumda. Naomi ve Amos birbirini yıllar önce tanımışlar. Amos her bilim-kurgu filmindeki ekipte olan klasik vurdu-kırdı yapan ama içinde bir yerde vicdana sahip, genelde edilgen olan tip (SG-Atlantis’de Ronon, Firefly’da Jayne gibi).
Karar almakta güçsüz çünkü muhtemelen eksik anne ilgisi ile büyümüş. Naomi’yi bir şekilde annesi bilmiş; öyle ki Naomi’ye zarar vereni gözünü kırpmadan öldürebilmekle birlikte, Amos birini dövmeye başladığında öldürmemesi için onu yalnızca Naomi ikna edebilir. Tüm bunların yanı sıra Amos Naomi’ye karşı cinsel bir aşk beslemiyor. Amos, tıpkı bir küçük çocuk gibi Naomi ile (annesi) yalnız kalmak istiyor olması ve konuşmadan anlaşabilmeleri de oldukça ilginç noktalar.
Bir gök taşında bilim insanlarının yaptığı bir deney sonucu köşeye sıkışan Miller ve Holden’in konuşması şu şekilde:
Miller : Dünya gibi bir yeri nasıl terk edebildin?
Holden : Sevdiğim her şey gözümün önünde ölüyordu.
Ve Holden ile Naomi’nin arasında geçen dialog:
Protomolekül (dış uzaydan gelen bir canlı formu) her şeyi değiştirdi, değiştirmedikleri dışında; Dünya, Mars ve Dış Gezegenlerin savaşmadığı bir dönem hatırlamıyorum, kimi zaman taraflar değişir, çalıştığımızı düşündüğümüz kişiler, kendimize “iyi taraf onlar” dediğimiz. Ama savaş üstüne savaştan ve bunun üzerine tekrar savaştan kurtulamıyoruz. İnsanlığın çirkin bir parçası da bu ama değişeceğini sanmam. Teknolojinin de bunu değiştirmeyeceği kesin. Silahlar, toplar, nükleer silahlar, hiçbir silah barışı getirmedi. Kimse protomolekülün ne işe yaradığını bilmiyor ama buna rağmen kullanıyorlar…