Ana Sayfa Blog Sayfa 2

Dimitris Sotakis: “Kurgu söylemek istediklerimi söylemek için bir anahtar”

Dimitris Sotakis’ten ilk olarak Büyük Hizmetkar romanını okudum. Yarattığı heyecanla hemen diğer kitaplarına yöneldim. Bu arada arkadaşlarım da kitaplarını okumaya başladı. Yazı dili, anlatımı, romanlarına yerleştirdiği düşünceler, yarattığı duygular, bir süre bunlardan bahsettik. Derken bir söyleşi yapma fikri doğdu. Aşağıda bu söyleşiyi bulacaksınız. Keyifle okumanız dileklerimle.

Merhaba Sevgili Dimitris Sotakis, Sizinle söyleşmek büyük mutluluk. Önce okurlarımıza sizi tanıtmak isteriz. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Dimitris Sotakis kimdir? 

Kimliğiniz hakkında konuşmak o kadar kolay değil, özellikle de onu kendiniz tanımlamakta zorlanıyorsanız. Ben içinde yaşadığımız dünya hakkında kendi bakış açısını vermeye, insan olarak yaşadıklarımız hakkında kendi gerçeğini anlatmaya çalışan biriyim. Pratik olarak konuşursak, çoğunlukla roman yazıyorum ve çalışmalarımın dünyanın çeşitli yerlerine çevrildiğini görecek kadar şanslıyım, bu şüphesiz harika bir şey.

Bildiğimiz kadarıyla beşi Türkçeye çevrilmiş on bir romanınız ve bir de öykü derlemeniz var. Peki, bu listeye yenileri eklendi mi? 

Son kitabım “Yarım Kalp“, Türkiye’de sadece bu yıl TUDEM yayınları tarafından yayımlandı. Kaçırdığımız hayat ve onu geri kazanmak için gösterdiğimiz çaba hakkında bir kitap.

Kitaplarınızın Fransızca, Türkçe, Sırpça, İtalyanca, Felemenkçe, Çince ve Danca’ya çevrildiğini biliyoruz. Bunların dışında Yeni çeviriler oldu mu? Kimler daha çok sevdi Sotakis’i?

Kitaplarımın bu kadar çok dilde yayınlandığını görmek beni heyecanlandırıyor çünkü bu kadar farklı kültürlere ve yaşam tarzlarına sahip insanlarla iletişim kurmanın en iyi yolu bu, bu gerçekten harika bir duygu. Eminim milliyet sayılmaz, beni ilgilendiren insan unsurudur ama Türkiye’de çalışmalarımı beğenecek bu kadar çok okuyucu olduğu için çok mutluyum.

Yazıda ilhama mı yoksa çalışmaya mı inananlardansınız?

İlhama pek inanmıyorum, bence ilham, “çağırdığınızda“, yaratıcı bir moddayken, gelecektir. Kitaplarım çoğunlukla sembolik, fikirlerimi tanımlamaya, kendimi açıklamaya, kafamı kurcalayan meseleleri, insanlıkla ilgili meseleleri, insanların dünyanın bu çağında nasıl yaşadıklarını ele almaya çalışıyorlar, bu yüzden bu kitapları yazarken kendi sorularımı yapıyorum, en iyi yapabileceğim şey bu.

Romanlarınızda (tabii dilimize çevrilen) toplumsalın yan etkilerini deşifre eder bir haliniz var. Öyle ki bunu bir duygu olarak da okura geçirmeyi başarıyorsunuz. Niyetiniz bu mu oluyor yoksa bu bir sonuç mu?

Muhtemelen hem niyet hem de sonuçtur. İçimde çok sık olan ve kitaplarım için itici bir güç oluşturan bir şey, insanların mutluluğu elde etmek için neleri feda ettikleri, insanların bulundukları zamandan ve yerden zevk almak için yaptıklarıdır. Ama genellikle olan şey, insanların hayatın temel ilkelerini unutmasıdır, çok fazla hata yaparız ve bunu fark ettiğimizde geç olur.

Yine romanlarınızda hep bir delilik hali söz konusu. Sıkıcı gerçekliği esnetmek ve gerçeklikte kurguya yer açmak için olduğunu söylemişsiniz bir söyleşinizde. Bunu biraz açmanız mümkün mü? Ve karakterlerin bu delilik haline geçişlerini güçlü kılan yan, psikolojiye dair duyulan yoğun ilgiden mi besleniyor?

Bir şey yazdığımda amacım gerçeklikten kaçmaktır. Hayatlarımız çoğu zaman çok sıkıcıdır, gerçeklik çok öngörülebilir ve çok vasattır, bu yüzden sanat yeni yollar, üzerinde yürünecek yeni yollar açmanın bir yoludur. Bu yüzden kurgu benim için söylemek istediklerimi söylemek için büyük ve önemli bir anahtar. Bir okuyucu olarak basit bir gerçek hikaye beni cezbedemez, kendi hayatımda bile bir şeye girmek için her zaman rüya gibi bir öğeye ihtiyacım var.

Nasıl gelişiyor bir romanın yazılma süreci içinizde? Nelerden besleniyorsunuz? Nasıl çalışıyorsunuz? Mesela Yarım Kalp’e bakalım. Oradaki gibi hayallerinin peşinden gitmekten vazgeçmek üstüne düşünmek mi sizi bu romanı yazmaya sürükledi?

İnsanların beni tetiklediği izlenimine kapılıyorum. İnsanların ne söylediğini, benim ne gözlemlediğimi, nasıl düşündüklerini, gözlemlemek, dinlemek, en ufak ayrıntılara bile dikkat etmek her zaman çok önemlidir. Asla bir kitap yazmaya başlayamam, eğer kafamın içinde yazmadıysam, kitap önce içimde yazılır. Ama her zaman büyük bir fikir beni yönlendiren fikirdir, hikaye bazen söylemek istediklerim için bir bahanedir, bu yüzden hikayeyi fikirlerimi ifade etmek için kullanırım.

Hezeyanlar, rüyalar ve okuru yüz yüze bıraktığınız gerçeklik eleştirileri; bunları Dimitris Sotakis’in alametifarikaları olarak okuyabilir miyiz? Sizin hayatınızda da rüyalar bu kadar etkili mi?

Kesinlikle, hayatım bir rüya (umarım bir kabus değildir). Rüya, gerçeklikten sapma, benim güvenli zeminim, benim olarak tanıdığım yer. Bir rüya her zaman bir umudu gizler, hayatımızın sadece göründüğü gibi olmadığına dair bir umut, bu son değil, bekleyecek daha çok şey var. Bu yüzden hayallerim olmadan kaybolurdum.

Yapay zeka günümüzün en popüler konularından biri sizce edebiyata etkileri nasıl olacak?

Bence etkilemeyecek. Ya da sadece bir oyun olarak etkileyecektir, çünkü her şeyi ciddi şekilde etkilemez. İnsan doğası her zaman bir adım öndedir, hayatta kalmak ister, bu yüzden yapay zekanın bir düşman veya tehlike olmadığını düşünüyorum.

Bugünlerde üstünde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? 

Yarım Kalp sonuncusuydu ama eminim yakın gelecekte daha fazlası gelecek!

Son olarak Türkiye’deki yayınevinizin sonbaharda sizi Türkiye’ye davet etmek istediği yönünde duyumlar aldık. Doğru mudur? Okurlarınızla buluşmak için Türkiye’ye gelecek misiniz?

Bu doğru ve bu konuda çok hevesliyim! Türkiye’yi seviyorum ve oradayken her zaman harika zaman geçiriyorum! Yayınevim gerçekten harika ve kitaplarımla harika bir iş çıkarıyor ve bunu gerçekten takdir ediyorum. Türk okuyucularımdan çok sevgi görüyorum ve bunun için teşekkür ederim!

Okurlarımıza son olarak ne söylemek istersiniz?

Hepinizi çok yakında görmeyi umuyorum, bağlılığınız ve sahip olduğumuz iletişim için minnettarım.

Teşekkürler.

Dimitris  SOTAKİS, 1973’te Atina’da doğdu. İlk romanı Ev 1997’de yayımlandı. On bir romanı ve bir de öykü kitabı var. Kitaplarından, Soluğun Mucizesi (Türkçesi, Yılmaz OKYAY), Bir Süpermarketin Hikayesi (Türkçesi, Yılmaz OKYAY, İbrahim ARIK), Romanyalıyı Yiyen Yamyam (Türkçesi, Yılmaz OKYAY, İbrahim ARIK), Büyük Hizmetkar (Türkçesi: Fulya AKTÜRE), Yarım Kalp (Türkçesi: Fulya AKTÜRE)- TUDEM Deli Dolu Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. 

Shakespeare, Kafka, Orwell, Dostoyevski ve günümüz

Neden bütün okurlar Kafka’yı sever? Neden 1984 okuduktan sonra içimizde bir şeylerin değiştiğini hissederiz? Neden Shakespeare üstüne çok yazılır? Neden tüm bunlardan bahsetmek bize keyif verir? Neden meraklı bir canlıdır insan?

İnsanı yemek ve içmek dışında ne besler? Eli kalem tutan hemen herkesin yazdığı bu coğrafyada, memleketimizden insan manzaralarına baktığımızda okumak da abur cuburu artırmak gibi bir şey bazen aslında.

Hiç kuşkusuz hâlâ yazmayan kaldıysa da aramızda, yazmak kolay.

Okumaksa…

Dikkat, ilgi ve odağın sürekliliği, soyut düşünceye alıştırmak beyni ve bunu sürdürebilmek; oldukça da geliştirici bir beceriye sahip olmak demek aslında. Zihni eğitmek ve ilkel benliğinden uzaklaştırmak meselesi. Doğal olarak da elli saniyelik Instagram videolarından, kelime sayısı kısıtlı tweetleri okumaktan oldukça da farklı, tadına varıldığında vazgeçilmez bir lezzet. 

Oysa kimileri okuyamamaktan muzdarip, herkes telefona bağımlı. Bu bağımlılığın sadece miktarı farklı. Kimi ayrı kalamıyor, kimi bakmadan duramıyor, kiminin de aklı her an cebinde. Bu nedenle belki de kitaplar raflarda beklemekte. 

Kitaplar da tür tür, her birinin okuru ayrı. Shakespeare, Kafka, Orwell, Huxley, Dostoyevski, bir elin parmakları gibi ayrılamıyorlar birbirlerinden. Shakespeare’e, başparmak diyebiliriz. O, oyun yazıyor. Diğerleri, romancı.

Edebiyattan alınan haz da türlere göre farklılaşıyor.

Romana gelince

Her kurgu eser, yeni bir düşünce açar zihinlerde. Daha önce hiç böylesi yazılmamıştır. Farklı bir kapı, farklı bir düşünce evreni bu. İnsanı diğer türlerden ayıran, simgeleri (yani burada yazı denilen harf birimleri birbirine bağlayabilme becerimizi) birleştirerek ayrı bir dünyaya açılan bu kapıdan geçebilmesi, ufkunu genişletmesi için belki de roman yazılıyor. 

Şiire gelince

Türler demişken, John Berger’di galiba, “şiir açık yaraya konuşur.” diyen. Benden duymuş olun ama bu aralar, okunmayan türlerden biri de şiir. Ne olduysa oldu şairler dışında herkes bıraktı şiir okumayı. Bir şairler, bir de gizli şairler kaldı. Gizli şairler de aşık olduklarında, şiir olduklarını sandı. Oysa eskiden bereketli bir damardı bu topraklarda şiir. Demek ki bugünlerde herkes yaralarına, “acımadı ki, acımadı ki!” diye yaklaşmakta! 

Kitaplarsa…

Kimisi bilimsel, kimisi tipografik, kimisi de bir şeyler öğretir bu hayatta. 

Romana dönersek, romansın genişletilmiş ve daha gerçekçi bir benzeridir, diyebiliriz. Shakespeare’nin oyunlarındaki gibi sahne vardır romanda. Oyuncular ve roller de. Ve her ortalama okurun yolu bir gün mutlaka bu saydığım beş yazardan geçmektedir günü gelince. Orwell okuyanın elbet bir gün Huxley de okuyacağından olur bu.

(Yani buraya bir parantez açıp sevgili okuyucu, henüz bu yazarları okumadıysan sana şimdiden iyi yolculuklar diyebilirim.)

Roman, şiir gibi açık yaraya konuşmaz. Peki, ne yapar? 

İnsan ne bulur satırlar arasında? Görüp görebileceği sadece kendisi ise. Hadi bunu bir kenara bırakalım.

Hadi insana, insanı anlatma çabası da bir kenarda dursun.

Denmiş de denmiş, her şey koca bir ekolaliye dönmüş günümüzde.

Bazısı anlamsız, bazısı sıkıcı, bazısı saçma.

Okur da okur ama ne bulur bunlarda anlamak mümkün değil.

Hani bir fıkra var

Zamanını iz sürmeye adamış bir avcı, bütün işlerini gören kişiye, yine bir akşam, her akşam olduğu gibi bir akşam, “Haydi domuz pirzolasını kızart. Yanına da şarabımı koy, getir.” demiş. “Sonra da fasulyeni yersin.” Yardımcının o yorgunluğu üstüne bir de yine aynı yemeği yiyecek olması canını sıkmış. Gece, avcı uyuduğunda, kendine büyük bir külah yapmış. Külahın bir ucunu kendi mahremine, diğer ucunu da avcının burnuna dayamış. Fıkra biraz daha uzatılacaksa, avcının ertesi gece, yardımcısının kafasına çok affedersiniz zıçtığı, yardımcının da sabah uyanınca, insan domuz pirzolasını yedikten sonra burnundan zıçıyormuş diye hayıflandığı, eklenir. Sonra yardımcı ne yapsa beğenirsiniz? 

Bu böyle devam eder. Kabaca tez, antitez, sentez… Romanın da yazılma nedeni olur. 

Bazısı bunu şöyle açıklar: Yazarın bir iddiası vardır. Bunun için kahramanlar ve karşı kahramanlar yaratır. Onların yaşadıkları bize sentezi sunar. Her roman, bize bir şey söyler denmesinin nedeni olur.

Okur

Okur… Nereden geldi şimdi bu aklıma? Sahi sanat, edebiyat, felsefe neyimize bizim bu hayatta? Neyimize müzik, neyimize resim, neyimize roman bizim? 

Ve sonra yazayım bari diyor insan, galiba, nasıl olsa kimse okumuyor.

E kim, kime, neyi ve niye yazıyor? 

Ah, bir de okudum yalanı var ki, nette kitap özetleri dolanıyor.

Yaz be okur. Sen de yaz. Yazmak lüks değil sonuçta bir ihtiyaç. Birisi okur diye değil. Kendine kendini yaz. Bak bakalım sevecek misin? Kendini, yaşadığın şeyleri? 

Ama romansa yazdığın bir düşün be arkadaş, sen şimdi bize ne diyeceksin? 

Labirentimiz afilidir, şiiri de cabası. Duvarları kitaplar, sanırsın ışıklı kuleli plazalar parlar. Kaç ömür yetmez, yazılanları okumaya, çalınanları dinlemeye, çizilenlere bakmaya. Boş verip bunları sadece bakacak değiliz ya. Ekranlara ve çevremizde olanlara ya da belki de sözü yine yorumculara bırakmalıyız. Topa kim, kaç numara ayakkabıyla vurmuş? Bu maçta atılan gol sayısı kaçı bulmuş?

Kim, kime, nerede, ne yapmış diye anlatsınlar durmadan.

Ekranlar, ekranlar ya da ekrana bakar gibi hayata bakan insanlar…

Kısaca;

Memleket ortalaması hamiş ve hanimiş insan manzarası.

Neredeyse okunan kitaptan fazla yazılan kitap sayısı.

Buradan bakınca böyle Memleketimden İnsan Manzaraları

O zaman Nazım Hikmet’in bir şiirine benzeterek bağlayayım sözlerimi:

Onlar ki hiç kitap okumasalar da onlara kıymayın efendiler. Bırakın insan olmaktan gelen en güzel özelliklerinden birine yani edebiyattan keyif alma sularına rahat rahat dalabilsinler.

Your Stage + Art: Müziğin evrenselliğini kutlayan bir sahne

Bugün paylaşımcılığın ve özgürleşmenin buluştuğu ortak noktadan, müzikten konuşacağız. Your Stage + Art, müziğin insanları bir araya getirme gücüne inanan, müzisyenlere eşit ve özgür şartlar altında müzikseverlerle buluşma imkânı sunmaya çalışan bir oluşum. Sanatla ilgilenen herkesin yeteneklerini ve yaratıcılıklarını sergileyebilecekleri dinamik bir platform sağlama konusunda kendilerini “tutkulu” olarak tanımlıyorlar. Sanatıyla özgürleşmek isteyen ve müziğin birleştirici gücüne inanan herkese kapıları açık. Detayları sizin için oluşumun kurucusu Aslı İpek Çağan’a sorduk, öğrendik:

Yeni etkinlik 31 Mayıs’ta!

Her şeyden önce sormak isterim, şu anda başvuruya açık yaklaşan etkinliğiniz var mı?

Merhaba. Evet, ufukta sabırsızlıkla beklediğimiz ve azimle çalıştığımız dördüncü etkinliğimiz, Your Stage Art Vol 4, var. 31 Mayıs’ta Cloud Pub’da gerçekleştireceğiz. Sahne almak ve işbirliği için başvurular sürekli açık; başvuru formunu doldurarak, bize mail atarak veya web sitemizdeki diğer iletişim kanalları aracılığıyla her zaman başvurabilirsiniz. Başvuru havuzundan sırayla ve uygunluk durumuna göre etkinlik öncesinde sanatçılarımızı belirliyoruz.

Birbirimizi tanıdığımız için değil müzik yapmak istediğimiz için bir aradayız

31 Mayıs’ı heyecanla bekliyoruz! Your Stage + Art’ın hikâyesine dönelim. Nasıl bir ihtiyaçtan yola çıktınız? Nasıl başladınız?

Üyesi olduğum müzik grubumuz olan Agapi ile geçen yaz bazı sağlık sorunları nedeniyle müzik yapamadık. Bu süreçte müzik yapamamak beni üzdü. Bu durumun üzerine açık sahne mantığında çalışan birkaç yapıya sahne almak için başvurdum. Doğru dürüst ilgi alaka ve samimiyet bulamadım. Sahnelerine önce davet edeceklerini sonra davet edemeyeceklerini söyleyen bir yapı da oldu içlerinde. “Bu kadar müzisyen varken, neden birlikte çalacak insanları bulamıyorum?” diye düşündüm. Birçok projeden ret almamın ardından, kendi platformumu kendi ilkelerimle kurmaya karar verdim. İnsanların birbirini tanıdığı değil, müzik yapmak istediği için bir araya geldiği, fırsat eşitliği sağlayan ve amatör ruhu destekleyen bir alan yaratmak istedim. Müzisyenler olarak bir araya gelip müzik yapmak, eğitim almak ve birbirimize destek olmak için bir yer olmalıydı. Şu anda, tam da hayal ettiğimiz gibi ilerliyoruz, her şey çok güzel ilerliyor. Sahneye çıkan amatör arkadaşlarımızın heyecanını ve performanslarını gördükçe sevinçten mutluluktan gözlerimiz doluyor.

Temel misyonumuz fırsat eşitliği ve işbirliği üzerine kurulu

Amatör ve profesyonel müzisyenlere eşit fırsatlar sunmayı, müzisyenlerle müzikseverleri bir araya getirmeyi amaçlayarak yola çıktınız. Bu misyonunuzu biraz daha detaylandırabilir misiniz?

Bizim temel misyonumuz, müzik dünyasında yer almak isteyen herkes için eşit fırsatlar yaratmak ve müzikseverleri, amatörleri, profesyonelleri bir araya getirerek bir topluluk oluşturmak.

Amacımız, müzik yapma tutkusuna sahip herkesin kendi potansiyelini keşfetmesine ve geliştirmesine olanak tanıyan bir ortam oluşturmak.

Amatör müzisyenlere kendi yeteneklerini sergileyebilecekleri ve deneyim kazanabilecekleri bir platform sağlamak istiyoruz. Aynı zamanda, profesyonel müzisyenlere kendilerini daha da geliştirebilecekleri ve yeni işbirlikleri kurabilecekleri bir alan sunmak istiyoruz. Her seviyeden müzisyenin birbirinden öğrenebileceği ve birlikte büyüyebileceği bir ekosistem oluşturmayı hedefliyoruz. Müzikseverleri ise çeşitli yetenekleri keşfetmeleri ve yeni sanatçılarla bağlantı kurmaları için teşvik ediyoruz.

Herkesin müziği yaşaması, deneyimlemesi ve paylaşması için bir ortam oluşturarak, müziği sadece bir dinleyici değil, aynı zamanda yaratıcı olarak da deneyimlemelerini sağlamak istiyoruz.

Ekip işi!

Bir ekip olduğunuzdan söz ediyorsunuz. Ekiptekileri bize tanıtabilir misiniz?

Ekip arkadaşlarımız hakkında daha fazla bilgi vermek beni heyecanlandırıyor.

Projemizin temel taşlarından biri olan Yasin Yılmaz’ın reklamcılık alanındaki 30 yıllık deneyimi, işimize büyük bir değer katıyor. Ajans Sadece‘nin sahibi olması ve geniş bir tecrübeye sahip olması, projemizin kurumsal kimlik tasarımını tamamlamamızda büyük rol oynadı.

Ayrıca, prodüksiyonda Talha Çakan ve Sıfır İllegal ekibiyle ortak çalışıyoruz. Videolarımız onlara emanet.

Mehmet Jabi‘nin etkinlik organizasyonu ve sahne tasarımı konusundaki uzmanlığı da ekibimize büyük katkı sağlıyor. Magic of the Chaos etkinliğinin kurucusu olması, etkinliklerimize daha önceki deneyimlerinden gelen bir birikimi beraberinde getiriyor.

Kayıtsız ekibinden Hakan Tokur da artık aramızda muhabir ve içerik üreticisi olarak bulunuyor.

Ekibimiz sürekli gelişiyor, proje bazlı çalıştığımız insanlar da oluyor tabii. Bunun dışında etkinliklerde gönüllülerimiz de oluyor.

Ekibimiz hâlâ büyümeye açık; bu yolda bizimle çalışmak isteyen herkesi bekliyoruz. Projemizi daha da geliştirerek yaygınlaştırmak için sabırsızlanıyoruz. Bu konuda ilgi gösteren herkesi bize ulaşmaya davet ediyoruz.

Değer veren bir platform olmak. Geçmiş deneyimler bize bunun önemini öğretti

Kurumsal kimliğinizi inceledim. Sektördeki uzun yıllara dayanan deneyiminizle, sanatçıları desteklemeye ve canlı bir topluluk oluşturmaya kendinizi adadığınızı belirtiyorsunuz. Bu uzun yıllara dayanan deneyim platforma nasıl bir değer katıyor biraz açıklayabilir misiniz?

Uzun yıllar boyunca etkinlik ve eğlence sektöründe çalıştım. Festival ekiplerinde, büyük konserlerin kulislerinde ve fikir ekiplerinde yer aldım. Ayrıca, kendi ufak etkinliklerimi düzenledim ve son iki senedir sahnede yer alıyorum. Bu süreçler, sektörü derinlemesine anlamamı sağladı ve sanatçı ile dinleyicinin isteklerini ilk elden görebilme fırsatı verdi.

Ekibimdeki arkadaşlarım Yasin ve Jabi de deneyimleriyle bana çok destek oluyorlar ve fikirsel süreçlerimizi çok yaratıcı bir şekilde sürdürebiliyoruz.

İçinde bulunduğum çoğu işte, “Ben kendi işimi böyle yapmayacağım” diye içimden geçirirdim. Şimdi ise bu deneyimleri göz önünde bulundurarak Your Stage + Art’ın temellerini atmaya çalışıyorum.

Müzisyenlere değer veren bir platform olarak bilinmek ve bütün müzisyenlerin gelmek isteyeceği bir alan yaratmak istiyoruz. Bu bağlamda, onların ihtiyaçlarına veya yapabiliyorsak kalplerine dokunmak bizim için çok önemli.

Etkinlikler ve stantlar hakkında…

Müzikseverlerin ve müzisyenlerin bir araya geldiği etkinliklerde neler oluyor? Etkinliklerle ve stantlarla ilgili bize bilgi verebilir misiniz? 

Etkinlik öncesi gelip kamera düzenimizi kuruyoruz ve soundcheck süreçleriyle birlikte bu teknik kısımları hallediyoruz. Müzisyen arkadaşlarımız gelmeye başlıyorlar. Onları sahne öncesi kulise alıyoruz. Orada, Hakan bir kamera yardımıyla ekiplerimizle hem bağlantı kurmak hem de içeriklerimizi zenginleştirmek adına röportaj içerikleri çekiyor. Ekipler, kendileri için hazırlanmış setuplarla birlikte sahneye çıkıyorlar. Her gruba en fazla 45 dakikalık bir set süresi veriyoruz ve bu süreçte onları kaydediyor, dinleyicilerle birlikte bizler de dinliyoruz. Bu şekilde sırayla her gruba yer veriyoruz.

Stantlar, ilk iki etkinlikte çok fazla şekilde yer aldı. Genellikle el sanatları üzerine ve kendi ürünlerini üreten arkadaşlarımıza küçük işletmelerini tanıtmak için bu stantları açmıştık. Ayrıca, dinleyicilerin gün içinde sıkılmasını önlemek ve yeni şeyler deneyimlemelerini sağlamak amacıyla bu stantları kurduk. Ancak, stantların ağırlığını daha çok müzik deneyimi sunmak için evirmeye karar verdik. Müzik eğitmenleri, kurslar, müzik marketler gibi kendi işimizle alakalı olan stantlara daha çok ağırlık vermeyi, bunun yanında da dinleyicilere ve müzisyenlere unutulmaz anlar yaşatmayı hedefliyoruz.

Kapımız tüm sanatçılara ve sanatseverlere açık

Stantları daha çok müzik deneyimi sunmak üzere evirme kararınıza rağmen Your Stage + Art’ın kapıları sadece müzik ile ilgilenenlere değil, tüm sanatçılara ve sanatseverlere açık diyebilir miyiz?

Evet, eğer öğretebileceğinizi düşünen bir sanatçıysanız, kapımız sonuna kadar açık! Sanat bir etkileşim işidir ve biz, Your Stage + Art olarak bu etkileşimi gerçekleştirmeyi ve ilhamlarla dolu bir ortam oluşturmayı hedefliyoruz. Sanatınızı anlatmak, insanlara deneyim sunmak ve işletmelerinizi tanıtmak isterseniz bize ulaşabilirsiniz.

İlk etkinliğin öğrettikleri…

Bugüne kadar üç başarılı etkinliği geride bıraktınız. Peki ilk etkinliğiniz nasıl bir başlangıç oldu? Bu etkinlikte elde ettiğiniz deneyimler sizi nasıl etkiledi?

İlk etkinliğimiz tamamen ücretsiz gerçekleştirdiğimiz bir etkinlikti ve bu yüzden çoğu sorumluluğu kendimiz üstlendik. Öz sermayemizden harcayarak ve videocu arkadaşlarımızın gönüllü çalışmalarıyla ilk etkinliğimizi gerçekleştirdik. Bazı teknik aksaklıklar yaşasak da ilk gün kendi sahnemizi tamamladıktan sonra içimdeki huzuru ve “Bu iş benim hayalimdeki iş!” dediğimi hatırlıyorum.

İlk etkinliğimizde daha oturmayan bir sistemimiz olduğundan müzisyenlerle ilişkilerimizi tam anlamıyla oturtamamıştık. Ancak, geri dönüşleri aldıktan sonra bu konuda çalışmalar yapmaya başladık. Artık kulis ve müzisyenlerle ilgilenen en az iki arkadaşımız etkinliklerimizde bulunuyor. Kollektif bir ruhu yansıttıkça, ekibimiz ve bizimle olmak isteyen insanlar artıyor. Bu durumdan çok memnunuz ve bundan hoşlanıyoruz.

Kendi kendine yetebilen bir platform olmayı hedefliyoruz

Oluşum, kâr amacı güdüyor mu? Sanatçılarla ve sanatseverlerle olan maddi ilişki nasıl ilerliyor?

Kâr amacı gütmüyoruz, ancak organizasyonu tamamlamak için birçok harcama yapmamız gerekiyor. Kendi kendine yetebilen bir platform olmayı hedefliyoruz, bu yüzden bazı finansal planlarımız var ve bunları daha da geliştirmeliyiz.

Şu anda sanatçılara bir gelirimiz olmadığı için ücret ödemiyoruz. Bizim verdiğimiz medya hizmetleriyle karşılıklı onaylayarak sürecimizi ilerletiyoruz. Ancak ileride düşündüğümüz finansal yöntemleri geliştirebilirsek, müzisyenlerimizle birlikte paylaşmayı istiyoruz.

Müzikseverler şu anda sadece bilet alarak destek olabiliyorlar, ancak ileride bazı bağış yöntemleri veya farklı projelerle bize destek olmalarını sağlamaya çalışacağız.

Müziğin evrenselliğini savunuyor ve deneyimliyoruz

Platformunuzun çeşitli hedefleri var. Biraz da onlardan konuşalım. Müziğin evrenselliğini vurgulayarak, farklı kültürleri ve çeşitli müzik tarzlarını bir araya getirmeyi hedefliyorsunuz. Bu konudaki yaklaşımınızı biraz detaylandırabilir misiniz?

Bireysel olarak konuşursam, ben etnik müzik sanatçısıyım ve müziğin bu denli çeşitliliği beni her zaman aşık etmiştir. Ancak aynı zamanda bir elektronik müzik dinleyicisiyim. Rap, rock veya jazz fark etmez, müzik sentez işidir ve o sentezi güzel yapabilirsek gerçekten yüreklere dokunabiliriz. Ben bunu iyi bir dinleyici olarak söylüyorum. Bir jazz müzisyeni ile klasik Türk müziği icracısını bir araya getirmek, bir rapper ile elektronik müzik prodüktörünü bir araya getirmek ve buradaki anlık yaratımdan çıkacak yeni sesler beni çok heyecanlandırıyor.

En son yaptığımız etkinlikte, bir grup çok popüler bir şarkı çalarken diğer gruplardan birindeki trampetçi gelip onlara eşlik etmeye başladı. Herkesin heyecanını gözlerinde gördüm. Ben de Ermenice bir şarkıyı elektronik davul eşliğinde söyledim. Meraklı gözler ve sorularla karşılaştım. Bu sayede etkili bir dinleyiciyi kendi ellerimizle yaratıyor ve aklımızdaki bir projenin başlangıcını Your Stage + Art sayesinde atmış oluyoruz.

Dijital medya stratejimizi daha istikrarlı hale getirme sürecindeyiz

Dijital medyanın gücünü kullanarak müziği daha geniş kitlelere ulaştırmayı hedefliyorsunuz. Bu konuda neler yapıyorsunuz ve gelecekteki dijital stratejiniz nedir?

Müzisyenlerimize çektiğimiz klipleri YouTube’da yayınlayarak bağımsız bir medya kuruluşu olarak ilerlemeyi hedefliyoruz. Farklı mekânlarda farklı müzisyenlerle hem onları hem de kendimizi tanıtacak şekilde videolar kaydetmeyi ve geniş bir kitle olan YouTube izleyicisini çekmeyi amaçlıyoruz.

Bunun dışında, dijital üzerinden gerçekleşen eğitimlerle de ilgili bir kitleyi kendimize çekiyoruz.

Ayrıca, kuliste gerçekleştirdiğimiz bazı konuşmaları içeren bir içerik serisine de başladık.

Dijital dünya her gün gelişiyor ve değişiyor. Bu yüzden ona uyum sağlamak için trendleri takibe devam etmeyi ve daha istikrarlı bir dijital strateji izlemeyi hedefliyoruz.

Sürdürülebilir işbirlikleri en büyük hedeflerimizden biri

Sürdürülebilir işbirlikleri hedefiniz doğrultusunda müzik marketleriyle, okullarla, müzik dernekleriyle ve diğer kurumlarla nasıl ilişkiler kurmayı planlıyorsunuz? Bu konudaki hedeflerinizi biraz somutlaştırabilir misiniz?

Yaptığımız şeyin aslında ileriye taşınabilmesi tabii ki de en büyük hedeflerimizden birisi. Bu hedefe ulaşmada işbirlikleri ve dayanışmanın önemli bir rol oynayacağına inanıyoruz. Her bir benzersiz ruhun, bu işe çok şey katacağını düşünüyoruz.

Müzik marketleriyle iletişimlerimizde, onların ürünlerini doğrudan ilgili kitleye ulaştırmayı hedefliyoruz. Aynı şekilde, müzik dernekleri ve eğitim kurumlarıyla işbirliği yaparak kültürel ve bilgisel aktarımlar gerçekleştirmeyi amaçlıyoruz. Bu sayede hem oluşum olarak gelişmeyi hem de bireysel gelişimi desteklemeyi hedefliyoruz. Düzenlediğimiz eğitimlerde ve workshoplarda bilgi alışverişi yapabileceğimiz ilişkiler kuruyoruz.

Aynı zamanda eğitim platformu olmayı arzuluyoruz

Your Stage + Art aynı zamanda bir eğitim platformu diyebilir miyiz? 

Öyle olmayı arzulayan bir platform diyebiliriz.

Etkinlik içerisinde bazı deneyimleme alanları sunmuştuk. Bir keresinde online olarak “müzisyenler için sosyal medya kullanımı” eğitimi verdim. Ancak ilerleyen planlarımızda bu konunun üzerine daha fazla odaklanmayı planlıyoruz.

Müzik üzerine konuşulabilecek birçok alt dal var; müzik felsefesi, müziğin fiziği, müzik terapisi, teorisi ve uygulaması gibi birçok konu… Bu konularda eğitimler ve oturumlar düzenleyerek ilerideki hedeflerimize ulaşmayı planlıyoruz.

Uluslararası alanda yer almak için çalışıyoruz

Türkiye genelinde ve uluslararası düzeyde bir müzik platformu haline gelme vizyonunuzu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu hedefe ulaşmak için gelecekte gerçekleştirmeyi planladığınız projeler var mı?

Müziğin evrenselliğiyle ilgilenen bir ekip olarak, kültürler arası bağlantılar kurmayı çok önemsiyoruz. Bu çerçevede, Avrupa Birliği projeleri veya kültürel festivallerin parçası olmak ya da onlardan biri olmak için bağlantılarımızı sürdürüyoruz.

Gezici bir platform olmayı hedefliyoruz

Son bir soru… Your Stage + Art’ı mekan olarak The Cloud Pub ile özdeşleştirmeli miyiz?

Evet, ana sahnemiz The Cloud Pub.

Cloud Pub, Your Stage + Art’ın doğum yeridir, ilk adımlarını atmasını sağlayan, bizim için çok değerli bir yerdir. İşletmecisi yakın arkadaşımız aynı anda projemizin yaratıcı yönetmenidir.

Fakat gezici olmayı hedefleyen bir platformuz; bu etkinliği sadece Ankara’da değil, birçok şehirde birçok noktada gerçekleştirmek istiyoruz.

Herkes Your Stage + Art’da sahne alabilir!

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bize yer ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bağımsız müzisyenleri desteklediğimiz bir topluluk, bir platform Your Stage + Art ve herkese kapısı açık. Bu röportajı okuyan ve kendini burada bir şekilde gören herkesin mailini bekliyoruz. İletişime geçelim. Kolektif bir bilinçle müzik yapmanın ruhunu bilenler ya da bunu tatmak isteyenler, sahneniz hazır!

Your Stage + Art’ın 31 Mayıs’ta gerçekleşecek olan dördüncü etkinliği hakkında ayrıntılı bilgi için internet sitesini ziyaret etmeyi ve sosyal medya hesaplarını takip etmeyi unutmayın!

Edebiyat tekeli ve kırık kalemler

Ülkemizde okuma alışkanlığının çok fazla olmadığını biliyoruz. Bunun için çevremize bakmamız bile yeterli ama gelin sayılara da bir göz atalım.

  • TÜİK’in 2023 yılında yaptığı araştırmaya göre son bir yıl içerisinde 15 yaş ve üzeri fertlerin yüzde 69’u hiç kitap okumadı, yüzde 31’i en az bir kitap okudu. Bunun en büyük nedeni ise gelir durumundan bağımsız ‘ilginin olmaması” idi.
  • Ülkemizde, günde sadece bir dakika kitap okumaya zaman ayrılıyor. Günlük televizyon izleme süremiz ise 4 saat 33 dakika. Türkiye, bu televizyon izleme süresi ile dünyada en çok televizyon seyreden ülkeler arasında.
  • Kitap satın almak, ülkemizde tüm ihtiyaçlar içerisinde 235. sırada.
  • Türkiye, kitap okuma oranı açısından 180 ülke içerisinde 140. sırada.
  • 2022’de önceki yıla oranla bandrol verilen kitap sayısı yüzde 14 oranında düştü.

Türkiye’de okumaya olan ilgisizliğin bir sonucu olarak kitap yayınlatmak da artık neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda. Yayınevleri çoğu zaman kitabın satmayacağı ve kâğıt-baskı masraflarının çok artmasından ötürü zarar edeceği kaygısıyla kitap basma konusunda pek iştahlı değil. O yüzden de riski en az, yani zarar ettirmeyecek kitapları yayınlamayı tercih etme noktasındalar.

Kitap okuyan sayısının bu kadar az olması ve kitap yayınlamanın çok maliyetli olması gibi birçok soruna rağmen son yıllarda parayla kitap basan yayınevlerinin sayısının inanılmaz sayıda artması ise ilginç bir çelişki. Kitap okumayan bir toplumda kitap yazanların bu kadar çok sayıda olması da açıkçası biraz ironik.

Sonuç olarak para ile kitap basılması, potansiyeli yüksek kitapların da artık parasız basılamaz hale gelmesini sağladı. Yayınevlerinin tüm yükü ve riski yazarın üzerine yıkmaya başlaması yayınevlerinin çoğunu sadece matbaacı konumuna getirdi. Belli başlı büyük yayınevleri dışındaki çoğu yayınevi artık sadece parayla kitap basar hale geldi. Kimisi bunu açık açık söyleyerek müşteri toplamanın derdine düşmüş durumda. Evet, yazar değil; müşteri! Bir de parayla kitap bastığını ilk aşamada gizleme çabası içerisinde olan yayınevleri var ki bu en kötüsü. Kitabınızı göndermenizi istiyorlar ve daha 24 saat geçmeden yani kitabınızı bile okumadan sadece sayfa sayısını hesaplayıp size tutarı iletiyorlar. Birçok insan da bu tuzağa düşüyor.

Yayıncılık bu değil elbette. Fakat piyasa maalesef potansiyeli yüksek ve yetenekli yazarları da zorunlu olarak bu yola itmeye başladı. Sonuç ise okumayan bir toplumda oluşan edebiyat tekeli.

Bu kadar çok sayıda kitap varsa edebiyat tekeli nasıl olabilir diye düşünebilirsiniz. Bu noktada ise şu soruları sormamız gerekiyor: O kadar kitabın içinden kaçı ikinci veya üçüncü baskıyı görüyor? Bu kitapların yazarları en fazla bir iki kitap daha yayınlatıp bu zorlu mücadeleden vazgeçiyor mu? Sonra aynı süreci yaşayan yeni yazarların birkaç denemesinden sonra aynı şey devam mı ediyor? Kaç yazar, sadece yazarak hayatını idame ettirebiliyor? Kaç yazar kitaplarından telif alabiliyor?

Siz yıllarca edebiyat diye yanıp tutuşurken, çok küçük yaşlardan beri elinizden kâğıt ve kalemi düşürmeden belki de milyonlarca kelime yazıp kitabınızı yayımlatmak için kapı kapı dolaşırken, hayatında tek bir öykü bile yazmamış birinin kitabı biraz editör desteği ile hızlıca basılabiliyor. Çünkü o kitabın satma olasılığı yüksek, yazarının tanınmış biri olması yeterli. Kitabın kötü veya iyi olması da pek o kadar önemli değil. Editörler kitabı ona göre ele alıp düzenliyor. Hem zaten kime göre iyi? Kime göre kötü?

Halihazırda ünlü olanların (yazar olması hiç de gerekli değil) kitapları ile yazar olarak tanınmış yazarların kitapları ikinci, üçüncü ve belki de onuncu baskıyı görebiliyor. Bir kurum, akademi, camia, dernek vb. oluşumların desteği ile güçlü bir PR ve WOM yaratabilen bazı yazarların kitap yayınlatması sürdürülebilir bir hal alıyor.

Çok satan bir yazarın mesela altıncı veya yedinci kitabı çok iyi olmasa da artık bu pek fazla sorun teşkil etmiyor. Sadece o yazarı takip edenlerin kitabı satın alacak olması bile yayınevine yetiyor. Siz de yazarın edebiyat yorgunluğunun kurbanı oluyorsunuz. Fakat bu da artık çok önemli değil.

Parayla basılan kitaplar ise eğer ciddi bir PR bütçesi ayrılmadıysa sadece basılıyor ve internette birkaç yerde satışa çıkabiliyor. Belki yüz, belki en fazla beş yüz adet satılıyor. Geriye kalan kitaplar ya yayınevlerin deposunda çürüyor ya da yayınevi beş-on lira gibi sembolik ücretlerle sırf deposu boşalsın diye kitapları satmaya başlıyor. Edebiyat çöplüğü, ciddi okurları da bu şekilde edebiyat tekeline mecbur kılıyor.

Nedir bu edebiyat tekeli derseniz?

Edebiyat tekeli; tanınmış, bilinen yazarlar ile PR desteği veya başka desteklerle iletişim-pazarlama gücü sayesinde çok satanlar listesine girebilmiş yazarların kitaplarından örülü bir dünyaya okurları hapseden bir piyasa gerçeğidir. Buna ek olarak, kitap dağıtım kanallarını elinde tutan birkaç firma olmasından ötürü maliyetler, ödeme, vadeler konusunda yayınevlerinin ayakta durabilmesini iyice güçleştiren böyle bir sistemde var olma çabasıdır.

Piyasadaki kitaplar veya yazarlar başarısız mıdır? Kesinlikle hayır. Azımsanacak bir sayıdan mı bahsediyoruz? Kesinlikle hayır. Sırf bunları bile okusa bir insan ömrünü mutlu mesut tamamlar. Mevzu kitap kurtları diye adlandırdığımız okuyucu kitlesinin sıkışmış bir ağın içerisinde dönüp durmasından ziyade, yetenek parıltıları gösteren, ileride belki de edebiyat tarihine adını altın harflerle yazdırma potansiyeline sahip nice yazarın, okur kitlesi ile buluşmasını sağlayacak bir edebiyat ortamının asla ama asla oluşamaması veya bunun olma ihtimalinin çok düşük olması. Yetenekli olsa bile arkasında bir desteği olmayan, kitap basımı, PR, pazarlama için de ciddi meblağlar harcayamayacak bir yazarın açıkçası ülkemizde pek şansı yok. İstisnalar var mıdır? Elbette vardır ama adı üstünde “istisna”.

Hiçbir zaman yazarların ve hatta tüm sanatçıların bu zorlu yollardan geçmediğini iddia edemeyiz. Ne var ki çağımızda okumanın artık git gide önemini kaybetmeye başlamasına paralel, popüler kültürün dinamiklerinin de etkisiyle nicelik artarken niteliğin inanılmaz oranda bir düşüş sergilemesi, ciddi anlamda bir yozlaşma sorununu da beraberinde getirdi. Ayaklar baş oldu hesabı, edebiyatın ne olduğunu bilmeyen insanların “yazar” sanılmasından ötürü ortalıkta iki satır yazanı yazar, iki fırça tutanı “sanatçı” ilan eden bir çağın yanılsamalarında gerçek sanatçılar da kendi gölgeleriyle baş başa kalıverdi. Maddiyatın her şeyin belirleyicisi olduğu böyle bir çağda niteliğin bu kadar değer kaybetmesi ise bizi her şekilde fakirliğe itti. Fikir fakirliği, edebiyat fakirliği, sanat fakirliği… Çünkü çevremiz fikir çöplüğü, edebiyat çöplüğü ve sanat çöplüğü ile dolup taştı. Değerli olanları tarih hatırlayacak olsa da bu hengamede birçok insan harcandı. Ve toplum edebiyat çöplüğünde veya sanat çöplüğünde artık değerli olanı medyanın veya başkalarının değer ölçülerine göre belirlemenin derdine düştü. Başarılı olan herkes iyi sanıldı. Aslında bu kocaman bir yalandı. Her zaman öyleydi… Fakat çağımızdaki kadar bir yozlaşmaya bu anlamda pek fazla rastlandığını sanmıyorum.

Bunların farkındayız zaten ama yapacak bir şey yok diyen çok insan var. Şikâyet edip kafayı kuma gömdüğünde, yani oyunu kurallarına göre oynamadığında, kaybedenler kulübünün zorunlu bir üyesi olmak dışında seçenek olmadığını öne sürenler de çok. Çünkü sistem bunu gerektiriyor. Günün sonunda insanın elinde “ya bu çemberin içindesin ya da dışındasın” veya “ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin” hissiyatından başka pek bir şey de kalmıyor.

Peki, tüm suçu insanlar okumuyor veya kitap basma maliyetleri çok yüksek gibi nedenlere yüklemek doğru mu? Karşımızda çok belirli ve somut nedenler varsa, bunlarla savaşmak için neler yapılıyor diye düşünmemek elde değil. Pek bir şey yapılmadığını gördüğümüzde ise demek ki bu engeller aslında yayınevleri için çok da önemli değil izlenimi uyanıyor. Ne de olsa satışı neredeyse garanti kitapları bastığı veya zaten maddi külfeti yazara yüklediği için sorunlarla da baş etmesine gerek kalmıyor sanki.

Mutlaka sınırlarını zorlayan, bunlarla mücadele etmeye çalışan yayınevleri olmuştur. Tek başına bir yere kadar ayakta durabildiğinden ötürü bu savaştan vazgeçmiş olma olasılığı ise yüksektir. Benzer şekilde bu sorunlarla tek başına mücadele etmeye çalışan bir yazarın sonunda kalemini kırması gibi bir küskünlükle sonuçlanmış çabaların olduğuna eminim. Ve bu insanların ister yayınevi olsun ister yazar veya bir dergi grubu çağımızın şövalyeleri olduğunu söylemek gerekir. Örneğin; yakından takip ettiğim oldukça nitelikli bir dergi ayakta kalabilmek için son nefesine kadar savaşıyor ama maalesef böyle giderse yakında kapanma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunun farkında. Burada da bir tekel içerisinde olan gruplar dışında piyasada nefes almak kolay değil. Aynı yazarların dönüp dolaşıp aynı şeyleri kaleme aldıkları, popüler kültüre hizmet eden içerikleri tekrarlayan, Frida, Kafka gibi ikonik hale gelmiş isimleri kapaklarına taşıyarak, poster, takvim hediyeleri veren sözde edebiyat dergilerinden biri değilseniz, o camia içerisindeki yazarlardan biri değilseniz veya aynı edebiyatı sürekli yineleyen tuhaf bir tayfanın arasında değilseniz, yani popüler kültürün edebiyat modasına uymuyorsanız, şansınız az demektir.

Bu devranı değiştirmek için bir şeyler yapılamaz mıydı? Elbette… Bunun için önce elimizdeki gerçeklere odaklanacaksak, şu sorulara cevap aramamız gerekecektir:

  • Okuma alışkanlığını artırmak için neler yapılabilir?
  • Kitap basma maliyetlerini en aza indirmek ve kitap dağıtım kanallarına alternatifler yaratmak için nasıl bir yol izlenebilir?
  • Popüler kültüre ait dinamikler çağımızın olmazsa olmazı ise, toplumda kitap okuma alışkanlığını artırabilmek adına bu kültüre nasıl yön verilebilir?

Bu sorulara yanıt bulmak ve harekete geçmek için büyük çaplı yayınevlerinden tutun, vakıf, dernek, STK ve kurumlara kadar birçok yapının bir araya gelmesi gerekir.

Elbette bazı dernekler var ama çalışmaları genelde belirli bir çerçeve içerisinde kalıyor. Kamuoyunun büyük kısmının haberi bile olmayan güzel işlere imza atılsa da popüler kültüre dokunacak bir kampanya göze çarpmıyor. Halbuki bu öyle bir konu ki belirli bir kitle için yapılan çalışmalar takdir edilse bile herkese ulaşabilecek potansiyelde değil. Bu kolay değil elbette ama imkânsız da değil. Bunun için bazı büyük kurumların ve yayınevlerinin ellerini taşın altına koyması gerektiği de aşikâr.

Öncelikle yapılması gereken kurum, vakıf, dernek, STK ve yayınevlerinin bir araya gelmesini sağlayacak bir oluşum veya iş birliği. Peşi sıra bu, kamuoyunun yararına bir atılım olacağından, Reklamcılar Derneği veya benzeri bir yapı ile görüşülerek onu da bu çalışmanın bir paydaşı haline getirmek, ardından medya kurumları ve PR şirketlerinin kapısını çalmak. Diğer bir deyişle kamuoyunun yararına çalışabilecek kapasitede olan profesyonelleri oluşuma dahil etmek.

Durum tespiti, pazar yani piyasa, iletişim, dağıtım kanalları, hedef kitle analizi vb. birçok konu masaya yatırılıp SWOT analizi yapıldığında tüm resim de aşağı yukarı zaten ortaya çıkacaktır. Elde edilen veriler ve analizler sonucunda ise izlenecek yol haritası belirlenecektir. Fakat günün sonunda şöyle bir gerçek var ki kamuoyunu kitap okumaya özendirmek ve okuma alışkanlığı kazandırmak amacıyla bilinçlendirme çalışmaları yapıp farkındalık yaratmak için önce kamuoyunun dikkatini çekmek gerekiyor. İnsanlar kitap okumayı yeterince sıkıcı bulurken ve bundan kaçarken, kitap okumanın insana kazandırdıklarını anlatabilmek adına onları daha da sıkıcı bir iletişime maruz bırakmak, hedeflenin tam tersine ulaşmaktan başka bir yola götürmez bizi. İnsanların kitap okumayı sıkıcı bir eylem olarak görmesinin önüne geçebilecek bir şekilde hareket etmek, kitap okumanın bilgi edinmek dışında sağladığı faydalara da odaklanmak fayda getirecektir.

Popüler kültürün dinamiklerini kitap okuma alışkanlığını artırmak adına olumlu yönde kullanmak iyi olmaz mıydı? Örneğin; madem Türkiye’de televizyon izlemeye bu kadar zaman ayrılıyor, neden dizi yapımcıları ile görüşülerek uygun olabilecek popüler dizilerdeki karakterlerin kitap okumasına yönelik bazı sahneler dahil edilmiyor senaryo içerisine? Yabancı film veya dizileri izlediğimizde hepsinde olmasa da çoğunda mutlaka bir şekilde kitap, kütüphane veya sergi vs. gibi öğelerin filmlerin veya dizilerin içerisine entegre edildiğine tanık olabiliyoruz. Benzer şekilde, anneler günü, babalar günü, sevgililer günü veya doğum günlerinde kitap hediye edilmesi adına kampanyalar kurgulanabilirdi. Ayrıca ilgili bakanlıklar ile görüşülerek televizyondaki kamu spotlarının kimisine televizyon seyretmeye biraz ara verip kitap okunmasının teşvik edilmesi adına çalışmalar yapılabilirdi.

Hem neden edebiyat veya kitaplar söz konusu olduğunda yaratıcılık kısmını es geçiyoruz?

Düşünsenize; metroya veya vapura biniyorsunuz ve onlarca insanı elinde aynı kitabı okuyorken görüyorsunuz. Evet, bu bir reklam: gerilla marketing. Bir yayınevi veya kitap tanıtımı yapmadan kitap okuma alışkanlığını artırmak adına kurgulanmış bir şey. Dahası devamında viral kampanyalar yapılabilir, sosyal medya efektif bir şekilde kullanılabilirdi.

Mesela; neden reddedilenler diye bir kitap serisi çıkarmak hiçbir yayınevinin aklına gelmiyor? Neden bu tarz ilginç ama finansal açıdan riskli görülen projelerde kurumlarla iş birliğine gidilemiyor? Ülkemizde neden kitap sponsorluğu yok? Kısıtlayıcı olmasından ötürü mü, yoksa ticari kaygının edebiyata sinmesi korkusu mu? Fakat çoktan bu kaygı sinmiş ki parayla kitap basılabiliyor. Genç bir adamın veya kadının hayat mücadelesini konu alan bir kitapta sabun markasının sponsorluğunu görmek abes kaçabilir ve zaten bu riske ne marka ne de yayınevi girer haklı olarak ama yukarıda bahsettiğim büyük projeler için kurumlarla sponsorluk görüşmeleri yapılabilir. Reddedilenler kitap serisi bir veya birkaç yayınevinin yetenek görse de ticari anlamında risk taşıdığından ötürü basamadığı kitaplardan oluşabilirdi.

Daha da güzeli yayınevlerinin potansiyeli olduğuna inandıkları yetenekli ama ismi hiç duyulmamış yazarların kitaplarını basabilmeleri adına fon alabilecekleri bir oluşum söz konusu olamaz mıydı? Bazı kurumlar veya vakıflar buna ön ayak olamaz mıydı? Ülkemizde imkansızlıklardan veya fırsat tanınmadığı için kalemi kırılmış yetenekli yazarları keşfedebilmek gibi bir fırsata neden gözlerini kapamayı tercih ediyorlar? O yazarları Türk edebiyatına kazandırmak gibi bir vizyonu neden edinemiyorlar?

Yarışmalar düzenleyen yayınevleri, vakıflar, kurumlar var zaten diyeceksiniz. Bu yazarlar eserlerini oralara gönderebilir, o kadar yetenekli iseler mutlaka keşfedilirler diye de düşünebilirsiniz. Elbette bu çok önemli ve gerçekten de işe yarayan bir şey. Ne var ki binlerce yazardan sadece üç veya beş kişi için geçerli. Üstelik yeraltı edebiyatı diye adlandırdığımız tür veya fantastik edebiyat, bilimkurgu gibi türler için de buraların kapılarının pek açık olduğunu söylemek mümkün değil. Yani bu yarışmalar genelde belirli bir çerçeve içerisinde kalan eserlere öncelik vermektedir. Dolayısıyla ülkemizden bir Tom Robbins, Charles Bukowski veya Haruki Murakami çıkması bu yarışmalarla olacak iş gibi durmuyor.

Ayrıca her yazarın her kitabı da muhteşem olacak diye bir kural yok. Bazı kitaplar muhteşem olmaz ama yazarları gelecek vaat ederler. O yüzden yazarın okur kitlesini oluşturabilmesi adına bu aşamalardan geçmesi de önemlidir. Fakat maalesef yazarların böyle bir şansı ülkemizde çok fazla yok.

Mesela; neden ilk kitap fuarı diye bir şey yok ya da yeni yazarlar fuarı? Sadece ilk kitabı veya en fazla birkaç kitabı çıkan yeni yazarları tanıtmak ve desteklemek amaçlı yapılacak böyle bir fuar, aynı zamanda yeni yazarlar keşfetmek isteyenleri de kendisine çekmez miydi? Bu fuara sponsor bulunamaz mıydı?

Neden büyük yayınevleri, hele ki arkasına kurumları almış olan büyük yayınevleri ülkemizde okuma alışkanlığını geliştirmek için ve adını duyuramamış, desteklenememiş onca yazara kucak açmak için bazı projeleri hayata geçiremiyor?

Neden usta yazarlar bu yetenekli insanlara destek vermiyor, onlarla ortak projeler yaparak keşfedilmelerine katkı sağlamıyor? Mesela; neden Orhan Pamuk, Ahmet Ümit, Hakan Günday, Ayşe Kulin gibi tanınmış yazarlarla, henüz adı duyulmamış ama gelecek vaat eden yazarların eserlerini bir araya getirilebilecek bir kitap projesi yapılmıyor? Hakan Günday’ın bir yere kadar getirdiği öyküyü başka bir yazarın tamamlaması harika olmaz mıydı? Ya da belirli bir kavramdan yola çıkarak o kavram odağındaki öykülerden oluşan bir kitap yayınlanamaz mıydı? Hakan Günday’ın yalnızlığa dair öyküsü ile Ahmet Ümit’in öyküsü ve ardından adını duyma fırsatımız olmayan yetenekli yazarlarımızın bakış açısıyla yalnızlığın öyküsünü okuyamaz mıydık?

Belki de buna benzer bazı çalışmalar yapılmıştır fakat eğer okuma alışkanlığını geliştirme adına bilinçlendirmekten ve farkındalık yaratmaktan bahsediyorsak, bu projelerin tek atımlık değil, sürdürülebilir bir şekilde olması en önemli etkendir.

Ütopik veya idealist bir bakış açısı sanılan bu tarz fikirlerin, tekelin tekerine çomak sokmak olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat aslında bunun, edebiyat fakirliğini bitirmek için bir adım atmak ve insanları daha fazla okumaya özendirme adına farkındalık sağlamak için ezberleri bozmanın bir yolu olduğunu düşünürseniz eğer, aslında her tarafın kârlı çıktığını anlayabilirsiniz.

Her şeyden öte tüm bunlar için vizyon sahibi olunması gerektiği aşikâr. Ezberleri bozmadan, sadece düzene göre adım atmak bizi sürünün bir parçası yapar ve en radikal insanlar bile genelde sürünün güvenliğine sığınarak kendi radikal adımlarını atar. Yoksa edebiyat aşkına veya ülkemizdeki bu sorunlara çözüm bulmak adına adım atmak isteyenler için ne okuma oranlarının düşük olması ne de kitap basma maliyetlerinin yüksek olması birer engel olurdu.

Çok yetenekli yazarlarımız var; kendini ifade etmek için fırsata ve desteğe ihtiyacı olan… Büyük yayınevlerinin sırt çevirdiği, kitap başvurularını okumadığı veya reddettiği, diğer yayınevlerinin okumadan direkt sayfa sayısına istinaden bütçe geçtiği, hasbelkader yayınlansa da hiçbir tanıtımı yapılmadığından depolarda çürümeye yüz tutmuş kitapları ile nice değerli yazar…

Edebiyatımız kırık kalemlerin tarihi olmadan umudumuzu korumaya devam etmeliyiz. O yüzden de bu yazıyı kaç kişi okur, kaç yazar, yayınevi, dernek veya vakıf görür; okusa da kaçının umurunda olur, inanın hiçbir fikrim yok. Nitekim diğer yazılar gibi pek fazla okunacağını sanmıyorum. Yine de bu çağrıma birilerinin kulak vermesini diliyorum. Aksi halde her birimiz körler ülkesinde yaşayıp elimizdeki mumlarla kendimizi aydınlatmaya devam ederiz.

Yeni nesil ne diyor?

0

Her şey bir konuşmayla başladı. Bir arkadaşım yeni nesil sözcüklerden bahsediyordu. Konu hakkında konuştukça konuştuk. Dedim, bir yazı yazayım ben de, dergide de bulunsun. Çünkü kullananlar arasında konuşurken tıkır tıkır işleyen bu sözcükler bilmeyende “Ne dedi ki şimdi?” diye kocaman bir soru işareti uyandırıyordu. Anlaşmak iyidir diyerek hemen ilkine geçeyim isterim.

Body shaming

Body shaming’in en sevdiğim kullanımı, “niye body shamingledin ki sen beni?” şeklinde kullanımı. Bedensel özelliklerinden dolayı birini eleştirmek anlamında kullanılan bu ikili, beraberinde bedensel farkındalık ve kendi bedeninin biricikliği bilincini açığa çıkarıyor. Böylece bedensel özelliklerin olumsuz konu edilmesi kınanan bir durum halini alıyor. Böyle olması güzel. Evet, body shaming, yapılması hoş bir şey değil. Body shaming içeren yorumlar yapmaktan kaçının.

Ghosting

Ghosting, ilişki terörünün bir türü, arkadaş ya da flört olunan birinin birden bire sizinle bağlantısını kesmesi anlamına geliyor. Gostladı, gostluyor gibi kullanımları da mevcut. Ghostlayan, ghostlanmayı fazlasıyla hak ediyor da denebilir.

Slay

Slay, vay harika, çok iyi anlamında kullanılıyor. Bayıldım, çok güzel yerine coşkuyla, slay deniyor.

Manifestlemek

Manifestlemek, istenen bir şeyi dilemek, hayal etmek, olmasıyla ilgili olumlu düşünce belirtmek için söyleniyor. Bazı durumlarda, manifestlemek için 777’yi kullananlar da var.

Toksik

Olumsuz durum, kişi ya da ilişkiler için kullanılan bir sözcük. Siz, siz olun toksik ilişkilerden uzak durun.

Benching

Benching, yedekte tutmak anlamında ikili ilişkiler için kullanılan bir sözcük. Kimsenin başına gelmesin dileyelim ama istediği, arzuladığı aşkı bulana kadar boşta kalmak istemeyenler kendine birini ayarlıyor ve buna da benching diyor. 

Cringe olmak

Anlamı başkasının yerine utanmak, sosyal medyada kullanımına rastlamak mümkün.

Friendzone

Yine ilginç yenilerden birisi de bu sözcük ve durum, şairin de dediği gibi “sen elmayı seviyorsun diye / elmanın da seni sevmesi şart mı?” Hoşlanan kişiyi arkadaş olarak görmek, öyle kabul etmek anlamında kullanılıyor. Friendzone’um, denmesi de yaygın.

Bullying – Bullylemek

Zorbalık yapmak demek. Bunun akranlar arasında olanı çağımızın vebası gibi bir şey ve bullyingle ne kadar mücadele edilse o kadar iyi.

Yıkık

Durumun ya da kişinin beğenilmemesi anlamında kimi zaman da bir davranışı eleştirmek anlamında kullanılıyor.

Düştüm

Çok beğendim, bayıldım, enfes. “Kazağa bak, düştüm.” şeklinde de örneklenebilecek bir sözcük.

LOL

Çok güldüm, demek.

Stalk

Birinin sosyal medya hesabındaki gönderilerin tümüne ya da çoğuna bakmak anlamında kullanılıyor. Ekstra bir durum, fazla ilgi gösterme bazen de gizli ilgi gösterme göstergesi.

Shiplemek

Ünlüleri ya da herhangi birilerini birbirine yakıştırmak anlamında kullanılıyor.

DM

Özelden yazmak, yani mesaj yazmak, yollamak anlamında kullanılıyor. 

Atarlanmak

Sen niye atarlandın ki şimdi durup dururken?” niye kızdın, niye bu şekilde bir çıkış yaptın anlamında.

Gider yapmak

Atarlanmanın bir benzeri, olumsuz bir şekilde karşılık vermek, demek.

Gastlighting 

Bir kişiye kendisinden şüphe edecek kadar manipülasyon uygulamak demek. Kimsenin başına gelmez umarım ama gelirse de neye uğradığına şaşırmak yerine gastlightinglendiğini bilmek iyi gelebilir.

Boş yapma

Söylediğin gerçekçi gelmiyor. İnandırıcı değil. Abartıyorsun, gerek yok, yerine boş yapma deniyor.

Manit

Sevgili demek. Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama manitanın kısaltılmışı.

Ok Boomer

Karşı tarafı sakinleştirmek ve konuyu kapatmak için söyleniyor ama burada şöyle bir durum var: Boomer, yaşlı, kabaca geri kafalı yaşlı demek. Ok boomer da senin gibi geri kafalı bir yaşlıya laf anlatmaya çalışacağıma tamam der geçerim anlamda kullanılıyor aslında.

Efso

Efsane demek, harikulade bir durum, şey ya da kişi.

Bu neyin kafası

Şimdi anlamadım bu yaptığını, bana çok da mantıklı gelmiyor demenin başka bir biçimi.

Yeni sözcükler listesi uzayıp gidiyor. Ben listemi, belki bu yazı yazılırken yepyeni bir sözcük daha kullanıma giriyordur ve daha düne kadar kullanılan bir sözcük unutuluyordur diyerek bitirmek istiyorum.

Sağlıcakla kalmanızı dileklerimle. 

Ekoloji örgütlerinden Erzincan İliç için ortak açıklama

“Beklenen” felaket Erzincan İliç’te 13 Şubat 2024 tarihinde yaşandı. Uzmanlara kulak asmayan rantçılar para hırsları ile “öldürmeye”, iktidar yargısıyla, bakanıyla, uygulamasıyla cinayetlere ortak olmaya ve topraklarımızı peşkeş çekmeye devam ediyor. Siyanürlü toprağın altında kalan 9 işçiden hâlâ haber yok, kurtarma çalışmaları devam ediyor. Milyonlarca ton siyanürlü toprak Fırat Nehri’ne doğru aktı. Havamızı, suyumuzu, toprağımızı kirletip geleceğimize şerh koyan doğa katili şirketlerden Anagold Çöpler Altın Madeninde çalışan işçileri tehdit ediyor, sızıntı olmadığını, göçük nedenli bir kirlenme yaşanmadığını iddia ediyor. Yani bildiğimiz gibi, utanmıyorlar, yalan söylüyor oyalamaya çalışıyorlar. Bu arsızlığa karşı 170’ten fazla ekoloji örgütü ortak bir açıklama yayımlayarak yaşanan felaketin sorumlusunun iktidar olduğunu vurguladı.

Ekoloji örgütleri taleplerini şöyle sıraladı: “Çöpler Altın Madeni ve Anagold şirketi acilen kapatılmalıdır. Suça ortak olan tüm kamu görevlileri ve şirket yetkilileri hakkında soruşturma açılmalı ve yurtdışına çıkış yasağı getirilmelidir. Siyanür liçli madencilik yasaklanmalıdır. Ekokırım alanı, bağımsız gözlemcilerin denetimine açılmalı, delillerin karartılmasının önüne geçilmeli, süreç kamuoyuna açık biçimde yürütülmelidir.” İnceleme heyetleri ile birlikte suç mahalinde olacaklarını ve olayın peşini bırakmayacaklarını belirten imzacılar ekledi: “Ülke genelindeki eylemlerimizle bu suçu unutturmayacağız.”

Basın açıklamasının tam metni ise şöyle:

VAHŞİ MADENCİLİK CAN ALMAYA DEVAM EDİYOR
İKTİDAR ŞİRKETLERLE EL ELE EKOKIRIM VE İNSANLIK SUÇU İŞLİYOR!

Erzincan İliç Çöpler Altın Madeninde 13 Şubat günü, siyanürlü yığın liçi sahasındaki çökme sonucu oluşan göçük altında sadece işçiler değil siyasi iktidar da kalmıştır!

Ekoloji örgütleri, odalar, sendikalar, barolar, siyasi partiler olarak İliç’teki Anagold Madenciliğe ait Çöpler Kompleks Madeninin kapatılması için yıllardır siyasi iktidarı uyarıyoruz. Uzmanlarımız maden çalıştığı sürece bu felaketlerin kaçınılmaz olduğunu onlarca kez raporladı. Ancak her seferinde iktidar, işbirliği yaptığı Anagold’un ortakları olan Kanadalı SSR Mining ve yerli Çalık Holdingden yana tutum aldı. Yaşanılan siyanür sızıntılarına rağmen geçici kapatma ve göstermelik para cezaları dışında ciddi bir yaptırımda bulunulmadı.

Siyasi iktidar ÇED olumlu kararları, kapasite artışının kabulü, milyonlarca dolar vergi indirimi ile SSR Mining ve ortağı Çalık Grubunun vahşi madenciliği sürdürmesine göz yumdu!

Anagold Türkiye’nin en büyük ikinci altın madeni olan Çöpler Kompleks Madeninde, Yukarı Fırat Su Havzası ve birinci derece fay hattı üzerinde bulunmasına rağmen, Avrupa’da yasaklanmış olan siyanür liçi uygulamaktadır. Tonlarca siyanür, sülfürik asit ve çok sayıda zehirli kimyasal kullanılan madende, yüzlerce futbol sahası büyüklüğünde açık atık havuzu, yığın liç alanı, pasa dağları ile bölgede erken ölümlere ve hastalıklara neden oldu. Madenin etkileri yüzünden zehirlenmeler ve ölümlerde artış her seferinde örtbas edildi! Dönemin Erzincan Savcısı İlhan Cihaner’in iddianamesinden öğrendiğimize göre şirket, bölgede bulunan tüm bürokratları rüşvetle susturdu! 

Madenin üç katı büyütülmesi için son kapasite artışı talebine, ekoloji hareketlerinin itirazlarına rağmen “ÇED olumlu” kararı dönemin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum tarafından verildi. İliç’teki katliama yol açan kararın sorumlusu Murat Kurum ise şimdi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı ile ödüllendirildi. 

Açtığımız davalarla engellemeye çalıştığımız ve savrulan tüm tehditlere rağmen vazgeçmediğimiz mücadele ne yazık ki göçük altında kalan canları kurtarmaya yetmedi. Zehirli kimyasallar içeren milyonlarca ton atığın çökmesi sonucu çalışan işçiler göçük altında kaldı. Kaç canın göçük altında olduğunu, ne kadar alanın zehirlendiğini bilmiyoruz. Siyanür ve toksik kimyasallarla koca bir Fırat havzası ve Fırat’ın ulaştığı tüm uluslararası sular tehdit altında. Ekokırıma yol açan facianın sonuçları, kamu yararı gözetmesi gereken kurum ve temsilcilerince ısrarla halktan gizleniyor. 

  • Sabırlı Deresi üzerindeki menfezleri kapatmak zehirli atığın Fırat Nehri’ne ulaşmasını durdurabilecek mi? 
  • Yeraltı sularına karışması bu yolla engellenebilecek mi? 
  • Bu süreçte buharlaşarak havaya karışan hidrojen siyanürün, ölümlere yol açması önlenecek mi? 
  • Şimdiye kadar yalan beyanlarla ÇED raporları hazırlatan şirket ya da bu raporlar rant ortaklığı sebebiyle göz yuman siyasi iktidar, bu sorulara doğru yanıtları verecek mi?

Ekoloji hareketinin yanıtı açıktır: 

  • Yaşanılan tartışmasız ekokırım olup doğaya, tüm canlılara ve insanlığa karşı kasıtlı olarak işlenmiş bir suçtur. 
  • Çöpler Altın Madeni ve Anagold şirketi acilen kapatılmalıdır. 
  • Suça ortak olan tüm kamu görevlileri ve şirket yetkilileri hakkında soruşturma açılmalı ve yurtdışına çıkış yasağı getirilmelidir. 
  • Siyanür liçli madencilik yasaklanmalıdır. 
  • Ekokırım alanı, bağımsız gözlemcilerin denetimine açılmalı, delillerin karartılmasının önüne geçilmeli, süreç kamuoyuna açık biçimde yürütülmelidir.

İnceleme heyetlerimizle suç mahallinde olacak ve bu süreci yakından takip ederek sorumlularının kanun önünde hesap vermelerini sağlayacağız. 

Ülke genelindeki eylemlerimizle bu suçu unutturmayacağız.

#İliçAltınMadeniniKapat

İmzacılar:

  1. 2017 Bodrum Yurttaş İnisiyatifi
  2. 78’liler Meclisi Girişimi
  3. Adaların Atları Platformu 
  4. Adam-der
  5. Adana Ekoloji Platformu 
  6. Adana Kadın Platformu
  7. Agonya Doğa Koruma Girişimi
  8. Akhisar Çevre Derneği
  9. Alevi Bektaşi Federasyonu 
  10. Alevi Kültür Dernekleri 
  11. Alevi Kültür Dernekleri Altınoluk Şubesi
  12. Aliağa Çevre Platformu (ALÇEP)
  13. Altınoluk Şahinderesi Dayanışma Platformu
  14. Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi
  15. ARÇEP Artur Çevre platformu 
  16. Ardep ( Artvin Demokrasi Platformu)
  17. Artvin Salınbaş Çevre Platformu-ASÇEP
  18. Avcılar Kültür Sanat Derneği 
  19. Aydın Ekoloji ve Yaşam Platformu (AYEP). 
  20. Ayvalık Kadın İnisiyatifi
  21. Ayvalık Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Girişimi 
  22. Ayvalık Tabiat Platformu
  23. Ayvalık Tabiat Derneği
  24. Bakırköy Kent Savunması 
  25. Bakırtepe Çevre Platformu
  26. Batman Çevre Gönüllüleri Derneği
  27. Bodrum Çevre Platformu
  28. Bodrum Kadın Dayanışma Derneği 
  29. Bodrum Savunması
  30. Bodrum ODTÜ Mezunları Derneği 
  31. Bodrum Yarımadası Kültür ve Çevresini Koruma Derneği,
  32. Burgazada Orman Gönüllüleri Platformu
  33. Burhaniye Çevre Platformu 
  34. Burhaniye Halk İnisiyatifi 
  35. Bursa Su Kolektifi 
  36. Büyük Menderes İnisiyatifi (BMİ) 
  37. Caferli Güzelleştirme ve Dayanışma Derneği 
  38. Çan Çevre Derneği
  39. Çekerek Irmağı Özgür Akacak
  40. Çeşme Çevre Platformu 
  41. Çeşme Ekoloji Platformu
  42. Çiğli Çevre Kültür ve Dayanışma Derneği
  43. ÇİNE YAŞAM PLATFORMU (Çiyap)
  44. Dalyan Kanalı Koruma Platformu
  45. Datça Demokrasi Platformu
  46. Dem Parti Ekoloji ve Tarım Komisyonu 
  47. Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) 
  48. Demokrasi İçin Birlik
  49. Deniz Yıldızı Kadın Dayanışma Derneği
  50. Deştin Çevre Platformu 
  51. Devrimci 78’liler Federasyonu
  52. Didim Çevre Platformu
  53. Didim Derneği (DİÇEP)
  54. Dikili Kültür ve Çevre Platformu (DİKÇEP)
  55. DİSK Dev Yapı İş Sendikası Muğla Temsilciliği
  56. DİSK Emekli-SEN Ege Bölge Temsilciliği
  57. DİSK İstanbul Temsilciliği
  58. Divriği Derneği 
  59. Divriği Kültür Derneği
  60. Divriği Yaşam ve Doğa Derneği 
  61. Doğa İçin Sanat Derneği 
  62. Doğader 
  63. Doğal Yaşam Derneği
  64. Doğama Dokunma Platformu
  65. Doğanın Çocukları 
  66. Doğrama Dokunma Platformu 
  67. Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri (DAÇE) 
  68. Dünya Mirası Adalar
  69. Edremit Çevre Sağlığı, Doğayı Koruma Sosyal Yardımlaşma Derneği
  70. Edremit Demokrasi Platformu
  71. Edremit DİSK Emekli-SEN
  72. Edremit Körfezi Erzincanlilar Kültür ve Yardımlaşma Derneği 
  73. Ege Çevre ve Kültür Platformu ( EGEÇEP) 
  74. EĞİTİM-SEN Edremit Temsilciliği
  75. Ekoloji Birliği
  76. Ekoloji Birliği Gençlik Meclisi
  77. Ekoloji Birliği Kadın Meclisi
  78. Ekoloji Kolektifi Derneği
  79. Ekoloji Politik
  80. Emek Partisi (EMEP) 
  81. Erzurumlular Dayanışma Federasyonu (EDAF)
  82. Eskişehir Çevre Derneği 
  83. EŞİTİZ- Eşitlik İzleme Kadın Grubu
  84. Fethiye Kent Konseyi
  85. Foça Barış Kadınları
  86. Foça Tarih ve Doğa Talanına Hayır Platformu
  87. Gaia Dergi 
  88. Geyve Boğazı Tabiat Varlıklarını Koruma Derneği 
  89. Gökova Ekolojik Yaşam Derneği
  90. Gömeç Çevre Platformu 
  91. Green Justice Platform
  92. Güllük Körfezi Koruma Platformu
  93. Gümüşlük Forumu
  94. Güzelçamlı Doğa Yürüyüşçüleri Grubu
  95. Hayat Agaci Kadin Kooperatifi
  96. Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Kuşadası Şubesi 
  97. İHD Ankara Şube Ekoloji Komisyonu 
  98. İHD Çanakkale Şubesi
  99. İkizdere Çevre Derneği 
  100. İkizdere Dernekler Federasyonu 
  101. İkizköy Çevre Komitesi
  102. İklim Adaleti Koalisyonu
  103. İnşaat İşçileri Sendikası
  104. İzmir Kadın Dayanışma Derneği 
  105. İzmir Yeşil Gelecek Derneği
  106. Jineps Gazetesi 
  107. Kamu Emekçileri Sendikası (KESK)
  108. KESK İstanbul Şubeler Platformu
  109. Karaburun Sivil İnisiyatif
  110. Karadeniz Alevi Bektaşi Federasyonu
  111. Karadeniz Ereğli Çevre Platformu (KERÇEP) 
  112. Karadeniz İsyandadır Platformu
  113. Karakoçan Dayanışma İnisiyatifi
  114. KAYY-DER Kültür Derneği
  115. Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği
  116. Kazdağları Ekoloji Platformu
  117. Kazdağları Kardeşliği
  118. Kazdağlı Kadınlar
  119. KEÇİ Kültür Ekoloji Çevre ve İletişim Derneği
  120. Kemaliye (Eğin) Güneşi Platformu
  121. Kemaliye ve Köyleri Çevre Platformu
  122. Kesk Çanakkale şubeler platformu
  123. Kızılırmak Yerel dernekler federasyonu 
  124. Kirazlı Ekolojik Yaşam Derneği
  125. Kocaeli Ekolojik Yaşam Derneği (KEYAD) 
  126. Koza Kültür Sanat ve Doğa Derneği 
  127. Körfez Bağımsız Kadın Dayanışması
  128. Köyceğiz Çevre ve Doğayı Koruma Derneği 
  129. Kuşadası Çevre Platformu (KUŞAÇEP)
  130. Kuşadası DİSK Eğitim-SEN Temsilciliği
  131. Kuşadası DİSK Emekli-SEN Temsilciliği
  132. Kuşadası Kadın Platformu
  133. Kuşadası Kent Dayanışması
  134. Kuşadası Kent Konseyi
  135. Kuzey Ormanları Savunması
  136. Küçükkuyu DİSK Emekli-SEN Temsilciliği
  137. Küçükkuyu Sivil İnisiyatif Grubu 
  138. Malatya Çevre Platformu
  139. Mardin Çevre, Tarihi Eserleri Koruma ve Geliştirme Derneği 
  140. Marmaris Kent Konseyi
  141. Mersin Çevre ve Doğa Derneği
  142. Mezopotamya Ekoloji Hareketi
  143. Milas Kent Konseyi
  144. Muğla Çevre Platformu (MUÇEP)
  145. MUÇEP Milas Meclisi
  146. MUÇEP Datça Meclisi
  147. Muğla Su İnisiyatifi
  148. Muğla’da Alternatif Yaşam Atölyeleri (MAYA)
  149. Munzur Çevre Derneği 
  150. Munzur Koruma Kurulu (DEDEF)
  151. ODTÜ Antalya Mezunlar Derneği 
  152. Ordu Çevre Derneği
  153. Özgürlükçü Gençlik 
  154. Patnos Dernekleri federasyonu
  155. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Merkezi (76 Şube adına)
  156. Polen Ekoloji Kolektifi 
  157. Samandağ RES Karşıtı Mücadele
  158. Samsun Devrimci 78’liler Derneği 
  159. Sancaktepe Erbaalilar Derneği
  160. Sarıyer Kent Dayanışması 
  161. Sinop Kent Hakları Derneği (KENTSAV)
  162. Sinop Nükleer Karşıtı Platform (Sinop NKP)
  163. Sinop Nükleer Karşıtı Platform Derneği (SNKPDER)
  164. Silivri Çevre Derneği
  165. Söke Çevre Platformu (SÖKEÇEP)
  166. Sürdürülebilir Yaşam Derneği
  167. Şezlongsuz Datça İnisiyatifi
  168. Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği
  169. Tarım Orman İş Çanakkale İl Temsilciliği
  170. Tarım Orman İş Çanakkale Şubesi
  171. Temiz Çevre Derneği – Antalya
  172. Terme Çevre Platformu (TERME)
  173. Türkiye İşçi Partisi (TİP)
  174. TİP Küçükkuyu Belde Temsilciliği
  175. Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP)
  176. TMMOB Mudanya
  177. TÜKODER-Tüketiciyi Koruma Derneği
  178. Tüm Emeklilerin Sendikası Küçükkuyu Şubesi
  179. Türk Tabipleri Birliği (TTB)
  180. Türk Tabipleri Birliği Çanakkale Şubesi
  181. Tüm Tokatlılar Kültür ve Dayanışma Derneği
  182. Türkiye Ormancılar Derneği Marmara Şubesi
  183. Uluslararası Çevre Gazetecileri Derneği (UÇE)
  184. Validebağ Direnişi 
  185. Validebağ Savunması 
  186. Van Çevre Tarihi Eserleri Koruma Araştırma ve Geliştirme Derneği (VAN ÇEVDER) 
  187. Yarımada Yeşilleri 
  188. Yaşam ve Dayanışma Yolcuları
  189. Yeni Foça Forum
  190. Yenişehir Çevre Platformu 
  191. Yeryüzü Ekoloji Kolektifi
  192. Yeşil Artvin Derneği 
  193. Yeşilırmak Çevre Platformu
  194. Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi
  195. Yeşil Sol Parti
  196. Yeşil Sol İklim Krizi Çalışma Grubu
  197. Yeşiller
  198. Yurttaş Girişimi




Sürdürülebilir mimari tasarımın yeni yıldızı: Ahşaptan ayırt edilemeyen pirinç kabuğu yapı malzemesi

Dünya ormanlarının korunması için ahşap yerine ACRE ile inşa etmek Modern Mill’in öncülük ettiği bu devrim niteliğindeki yapı malzemesi sayesinde sadece bir seçenek değil, aynı zamanda bir çevresel taahhüt anlamına gelir. ACRE, ahşapla neredeyse karıştırılamayacak kadar doğal bir pirinç kabuğu ile kaplı, çağdaş mimarinin ötesinde bir malzemedir. Bu özel malzeme, estetik açıdan ahşap dokusunu yansıtırken, çevre dostu, sağlam ve tasarım özgürlüğü sunan bir yapı çözümüdür. Modern dünyada, ACRE ile yapılan projeler sadece görsel bir zenginlik sunmakla kalmaz, aynı zamanda doğal kaynakları koruma misyonuna da katkıda bulunur.

İleride, sürdürülebilir inşaatın ve estetik tasarımın öncüsü olmaya aday!

  • %100 Ağaç içermez, Fenol, formaldehit ve yapıştırıcı içermez. Suya, havaya ve haşerelere dayanıklıdır, çürümemesi, çatlamaması veya parçalanmaması garanti edilir.
  • Sıradan ağaç işleme aletleriyle kesim ve zanaat yapılabilir; özel ekipman gerekmez.
  • Suya ve kaymaya dayanıklı.
  • Sıfır atık. %100 geri dönüştürülebilir.
  • Sayısız uygulama alanı. Dış cephe kaplamasından zemin kaplamasına, mobilyaya ve daha fazlasına kadar hemen hemen her uygulama için ideal bir malzeme.

ACRE malzemesi, sürdürülebilir bir yapı malzemesi olarak kabul edilir. Pirinç kabuğu, geri dönüştürülmüş pirinç kabukları ve diğer doğal malzemelerden oluşur. Bu malzeme, ahşap malzemelerden farklı olarak, çürüme, nem, termit ve mantar gibi çevresel faktörlere karşı dayanıklıdır. Bu nedenle, ACRE malzemesi, hem iç hem de dış mekan uygulamaları için ideal bir seçenektir.

Modern Kaplamalar

ACRE malzemesi, kolayca şekillendirilebilir bir malzemedir. İşlenmesi ve kesilmesi kolay olduğu için, yapı tasarımcıları ve mimarlar için ideal bir malzemedir. Bu malzeme, özel bir presleme teknolojisi kullanılarak üretilir. Bu teknoloji sayesinde, ACRE malzemesi istenilen şekli kolayca alır ve özel tasarımların üretilmesine olanak tanır.

Dış Cephe Kaplaması

Güçlü bir yapıya sahiptir ve düşük bakım gerektirir. Ahşap malzemeler gibi, ACRE malzemesi de doğal bir malzeme olduğundan, zamanla solma ve renk değiştirme gibi belirtiler gösterebilir. Ancak, düzenli bakım ile bu belirtiler önlenilebilir ve malzeme uzun yıllar boyunca dayanıklı ve estetik bir yapı malzemesi olarak kullanılabilir. Alüminyum, pirinç ve reçine, bir araya getirilerek yoğun bir presleme işlemiyle sıkıştırılır ve sonuçta homojen bir malzeme oluşur. Bu işlem, malzemeyi su geçirmez ve çürümeye karşı dayanıklı hale getirir. Ayrıca, malzemenin yüzeyi, pirinç tozlarının parıltısı nedeniyle oldukça estetiktir ve ahşap gibi görünür.

Ahşap, çimento ve vinil kaplamalarına sürdürülebilir alternatif.

Bu malzeme tasarımcılara ve mimarlara, özellikle özel tasarımların üretilmesi için sonsuz bir yaratıcılık alanı sunar. Çünkü bu malzeme, doğal ahşap malzemelerin sunduğu görsel çekicilikle birleşen, dayanıklılık ve çevre dostu özellikler gibi avantajlar sunar. ACRE malzemesi, estetik bir yapı malzemesi olarak kullanıldığında, hem işlevsel hem de güzel bir sonuç elde etmek mümkündür. Malzemenin hafifliği, kolay taşınmasını ve montajını sağlar, ayrıca çok çeşitli renklerde mevcuttur.

Zemin Kaplaması

Sonuç olarak ACRE, göz alıcı pirinç kabuğuyla gizlenmiş, sürdürülebilirliği, dayanıklılığı ve esnekliği bir araya getiren bir yapı malzemesidir. Gelecekte, iklim kriziyle mücadele ederken, bu özellikleri barındıran yapı malzemeleri herkesin dikkatini çekecek ve çevre dostu tasarımların öncüsü olacaktır

Projeler:

The Heineken® Greener Bar / F1 Miami, FL

Luminous Waveforms by Phil Spitler / Bay Area, CA

Montauk Shiplap Siding / Montauk, NY

Outdoor Oasis Kitchen

The Hammond Modern Kitchen / Hammond, LA

The Hammond Beadboard Ceiling / Hammond, LA

The Hammond Multi-Floor Deck and Trim / Hammond, LA

Gaia Dergi

Hiçliğe Övgü

Yanılgılarının kıyısındaki sonsuz evrende bilinmezliğe yelken açtın. Ne kovaladığın bir şey vardı ne de aradığın herhangi bir şey… Sislerin arasında yol alırken, güneşe kavuşacağını ummaktan başka bir çaren de yoktu. Şimdi engin bir okyanusun ortasında yapayalnız kaldın.

Kaç diyardan geçtin? Kaç limanda demir aldın? Kaç fırtınadan sağ çıktın? Kaç kalbi kırdın? Kaç kere yüreğindeki arsız sancıları susturup içine kapandın? Önemi yok artık. Yol senin…

Koca bir ömrü seyre daldın. Gelenler oldu; gidenler ve de kalanlar… Fakat en kötüsü ise ne gidebilen ne de kalabilenlerdi. Onlara “tutunamayanlar” dedin sen. Bir türlü tutunamamışlardı sanki sana. Hayatını kevgire çevirenlere inat sen kendine tutunsan da içinde yarım kalmıştı insanlar. Tamamlayamamışlardı kendilerini. Ne o kadar sabırları vardı ne de o kadar sevgileri…

Sen de aldattığın duvarlarına geri döndün. Onlar ki seni her koşulda esir edilmiş zamana çivileyen korkusuz süvarilerdi. Dünyanın acımasızlığından değil de insanların kendilerini haklı görme saplantılarından yıldın. Üstelik olay haklı ya da haksız olmak da değildi. Önemli olan geride ne bıraktıklarıydı. Onca insandan geriye kocaman bir boşluk kalıyorsa, yaşanmışlıklar da çırılçıplak kalıveriyordu, ne tuhaf! İşte, bunu hiç kimse göremiyordu. Halbuki kral çıplaktı.

Bozuk bir plaktan gelen rahatsız edici sesleri dinlemek gibiydi bazen. Ne plağı onarabiliyordun ne de kırıp atabiliyordun? Plak ise bozuk olduğunun farkında bile değildi. Ve sen onu kaybetmemek için dinlemeye devam ediyordun. Sessizliğin acımasız çığlıklarında yitip gitmenin uzağında olsan da bir müddet sonra boşluğun bile seni kandırdığını anlıyordun. Çünkü boşluğu da kocaman bir sessizlik dolduruyordu.

Boşluk bile sessizlikle doluysa eğer, hiçliğin hilesi ne olabilirdi ki?.. Hiçliğin maskesini düşürmeye çalışmak mı zordu, yoksa kelimelerin kaygan zemininde dans eden insanların anlamdan yoksun sözcüklerle örülü konuşmalarından sıyrılabilmek mi?

İkisi de bazen aynı şey değil miydi? Her şeyin olduğu yerde kaosa bürünen hiçliğin maskesi tanımından ötürüydü. Mütevazı bir sözcüğün sıradanlığı ile yetiniyordu, hepsi bu. Kimsenin dikkatini çekmeden her şeyin başlangıcı ve sonu olduğunu gizliyordu böylece. Sırrı buydu belki de… Çünkü basit zordu, bunu iyi biliyordu.

Sense içinde debelendiğin hiçliğin kör bir kuyudan farksız olduğunu sanıyordun. Düşüncelerinin yarattığı kara zindanın kâh içinde kâh dışında durup izliyordun kendini. Demir parmaklıkların ardından bakıyordun bir geçmişine bir şimdiki haline. Geçmişin, kabuk bağlamasına bile izin vermediğin yaralarını deşip tekrar acı çekmene neden olsa da en kötüsü pişmanlıkların şu anını zehirliyordu. Sanki Dante’nin cehennem kapısından içeriye girecek gibi daha gelmemiş olan geleceğe ise yorgun gözlerle bakıyordun.

Karmakarışık hislerinin bir kâbus gibi üzerine çöktüğünü fark ettiğinde, tüm yarım kalmışlıkları toparlayıp bir bütüne ulaşma çabasının saçmalığı ile Sisifios’a dönüşüyordun. Sonu aynı ve anlamsız bir hiçliğin yazgısı ile boğuşurken sen de hiçliğe dönüşüyordun böylece.

Meğerse fazla olduğundanmış tüm bunlar. Kendine bile fazla gelmenin yükü ile hiçliğe dönüşüverdiğinde anlıyormuş insan kim olduğunu… Kendine bile yabancı olabileceğini… Hiç kimse olabileceğini…

Düşüncelerini prangaya vuran karmakarışık hislerinin peşinde ayıklarken zaman taşlarını sen, yeryüzünün kılıfını yırtıp atan güneşin ilk ışıklarını karşılıyordu martılar. Aylak bir martının sana güldüğünü sanıyordun o an ama aslında güldüğü gecenin alacakaranlığında hiçliğe karışan insanın varoluş çabasının saçmalığı idi.

O kırılma anı ne zaman oluyordu? Sen, kendi topraklarındaki krallığının o muhteşem tahtına bir insanın oturmasına izin verecek kadar ona güvendiğinde ve onun bir müddet sonra azılı bir cellat olup senin içinde ne var ne yoksa paramparça ettiğine şahit olduğunda mı? Yoksa sinsice her bir hücreni ele geçirdikten sonra seni en zayıf anında yakalayıp sömürmeye başladığını anladığında mı? Ya da hayatın boyunca edindiğin tecrübelerden sana kalanlarla oluşturduğun gizli hazineni çalıp gittiğinde mi? Sen ona sonsuz okyanuslar sunarken onun seni bir kaşık suda boğduğunu gördüğünde mi?

Üstelik o an sen boğulurken sana suyu tarif ediyordu insanlar. Kimileri ise sen boğulurken su yolunu bulur diyordu sana. Asıl meselenin boğulmak olmadığını kimse anlamıyordu. Çünkü sen koca bir okyanusta debelendiğini sanıyordun ama aslında bir kaşık suda olduğunu senden başkası fark edemiyordu.

Her şey hiçliğe doğru kayıyordu böylece. Değer verdiğin her şey kendi krallıklarının isyanında yitip gidiyordu. Sense sonsuz topraklarında hiçbir krallığın kalıcı olamayacağını bildiğinden, yeni doğan güne umutla bakabiliyordun ve o zaman kendi içindeki tahtı parçalıyor, onun yerine yere bir sedir atıyordun. Ve o zaman topraklarında asla bir daha krallıklar olamayacağına karar verip, topraklarının bağımsızlığını ilan ediyordun. Çünkü artık özgürlüğün, dürüstlüğün, sevginin ve adaletin ne olduğunu bilenlerin kalbini fethetmesi için bir tahta ihtiyacı olmadığını anlıyordun. Sediri küçümseyenlere ise güle güle demek kalıyordu geriye. Tabii sadece hoşça kal diyebilecek kadar yürekleri olanlara…

Hayatını iğdiş eden saçmalıkların gölgesinde yitip gitmektense ve herkesin doğru yol sandığı çıkmaz sokaklarda kaybolup durmaktansa, aylak bir martının gülüşünde anlam bulup kutsanmış bir deliliğe doğru yelken açmaya karar verdin sonunda. Yol belirsiz de olsa en azından senindi ya artık… Gerisi insanların anlattığı hikâyeden ibaretti. Bir varmış bir yokmuş hesabı…

Hem sen hiç düşündün mü, deliler kendine ne söyler?

Kim bilir işte, belki de böyle şeyler… Hiçliğe dair öyküler…

Felsefe Taşı: Bilgelik arayışındaki içsel yolculuk

0

Felsefe insan aklının sınırlarını sonuna kadar zorlayan cesur bir maceraperesttir. Bu yolculuk yorucudur, engebelidir ve zorlayıcıdır. Bu yüzden de yeterli sabrı ve çabayı gösterenleri bekleyen de büyük bir hazinedir. Bu hazineye siz ister felsefe taşı deyin, isterseniz de bilgelik…

Felsefe taşı aydınlanmanın, insanın içinde saklı olan akıl ve bilgeliğin sembolüdür. Simyacıların en büyük amacı da felsefe taşını (bilgelik taşını) bulmaktır.

Simyada “felsefe taşı”, dokunduğu her nesneyi altına dönüştüreceğine inanılan taştır. Bu taşı elde edebilmek için birçok formül ve deneme yapılmıştır. Simyacıların maddeyi altına çevirmek ve ölümsüzlüğü bulmak olan iki büyük hedefinin anahtarı olarak tasvir edilmiştir.  

Simya (alşimi), Prima Materia denen değersiz ilk hammaddeden, Nigredo, Albedo, Rubedo denen basamaklarla “Büyük İş”i elde etmeyi hedefler. Kimilerine göre büyük iş altın, kimilerine göre ise altını da elde etmeye yarayan “felsefe taşı”dır. Bu işlemler sırasında cıva doğrudan altın olmaz. Elementler sırasıyla kurşun, kalay, demir, bakır, cıva, gümüş, altın gelişimini izlerler. Bu sırada renkten renge dönüşürler. Macentadan (mor-kırmızı) violet-mora kadar farklı tayflarda renkler ortaya çıkar, hatta bu durum bir tavus kuşunun kuyruğu ile simgelenir. Bu işlemler de yedi basamakta tamamlanır. En sonunda ise “Rebis” de denilen nihai ürün ortaya çıkar, bu ürün Lapis (Taş) olarak bilinir.

Alşimistlere göre buradaki gizemli taş, doğanın gizemi ya da tözü ile özdeştir. Bu da simyada V.I.T.R.I.O.L. ile ifade edilmektedir. V.I.T.R.I.O.L., Latince olarak “Visita Interiore Terrae, Rectificando Invenies Occultum Lapidem” yani “Yerin içini ziyaret et, orada düzeltilecek (arındırılacak) olan gizemli taşı bulacaksın” deyişinin kısaltmasıdır.

V.I.T.R.I.O.L. söylencesinin temel felsefesine göre kişi ateşte arınmadan, yeraltına inmeden, gerçek acıyı tatmadan ve nihayetinde öze dönüşmeden aydınlanamaz.

Buna erişebilmek için yer kürenin içine inmek ve oradaki ateşe ulaşmak yani âdeta olanaksız gibi görülen çok zor bir işi başarabilmek gereklidir. Gerçeklere ulaşmak isteyen bir alşimist, kendini böyle zorlu deneyim ve girişimlere alıştırmalıdır.

Gerek simyada gerekse ezoterik sistemlerde felsefe taşı bir semboldür. Burada aranan taş, gerçek bir taş değildir. Ezoterizmde felsefe taşı insanın içinde saklı olan akıl ve bilgelik taşıdır. Felsefe taşına ulaşmanın yolu onu aramaktan geçmektedir. Arayış ve yol, taşın ya da hazinenin kendisinden çok daha önemlidir. Hedef yolda olmaktır.

Yolculuklar ve Yeraltına İniş

Şamanizm: Şaman geleneğinde Gök katlarını aşması gereken bir şamanın önce yeraltı denilen âleme inmesi gerekir. Çünkü kimse yeraltına inmeden göğe çıkamaz. Şamanist inisiyasyonlarında sırra erme denilen “inisiyatik ölüm” deneyimi, yeraltı denilen öte-âlemde veya spiritüel gök katlarında gerçekleştirilir. İnisiyasyonlardaki cehenneme iniş ya da ikinci doğuş denilen bu olgular Şamanizmde şaman adayının vücudunun sembolik olarak parçalanması suretiyle organlarına ayrılması ve sonra bu parçaların birleştirilmesi veya etlerinden sıyrılmış kemiklerinin etlenmesiyle vücuduna yeniden kavuşması olarak simgelenir (ki benzer bir mit Mısır’ın İsis-Osiris inancında da yer bulur).

Gılgamış Destanı: “Gılgamış” sırları bilen, gizli yerleri gören bilge kişi anlamına gelir. Ölümsüzlüğü arayan Gılgamış Destanı’nda Gılgamış, çıktığı yolculukların sonunda Utanipiştim’i bulur. Sümer tabletlerinde Utanipiştim “büyük bilge; insanlığın yıkımına, yeryüzünden silinişine tanık olmuş insan; ebedi ve ölümsüz yaşamın cisimleşmiş hali” olarak tasvir edilir (Utanipiştim büyük tufandan sağ kurtulan Nuh’tur). Utanipiştim, Gılgamış’ı ruhsal, yani pratik olgunluk için yeraltı ülkesine/ölüm ülkesine yolculuk yapmaya teşvik eder.

Odysseia: Odysseia, Homeros’un derlediği ünlü destanlarından biridir. Diğeri de İlyada’dır. Modern Batı kültürünü oluşturan temellerden biridir. Destan daha çok Yunan kahramanı Odysseus’u ve onun Truva’nın düşmesinden sonra evine yaptığı dönüş yolculuğunu konu edinmiştir. On sene süren Truva Savaşı’ndan sonra Odysseus’un evinin bulunduğu İthake’ye dönmesi bir on sene daha alır. Zorlu bir yolculuk süresince sayısız olayla mücadele eden Odysseus bu yolculuklarda yeraltı dünyasına yani Hades’in yanına da iner.

İlahi Komedya: İlahi Komedya’da Dante, ölüm sonrası sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennet’te geçen seyahati, hikâyenin kahramanı da olan kendisinin ağzından anlatır. Dante de cennete kavuşabilmek için önce cehennemi ziyaret eder.

Birçok ezoterik öğretide, destanda veya mitte söz konusu olan bu yolculuklar sonucu kişinin ölümle yüzleşmesi sonrasında arınması ve aydınlanmaya kavuşması söz konusudur. Diğer bir deyişle aslında her biri içsel yolculuğu simgeler. Destanlarda veya mitlerde bu daha çok alegori şeklinde karşımıza çıkar. Ezoterik öğretilerde ise sembollerle veya simgesel uygulamalarla karşılaşırız. Kimisinde bu ateşle olan sınavdır, kimisinde ise ölümle özdeşleşen toprakla…

Felsefe ve Bilgelik

Tüm bu yolculuklardan sonra felsefeye baktığımızda bu yolculukların, sembollerin yerini sorgulama ve mantık yürütmenin aldığını görürüz. Doğa felsefesinden yola çıkan ilk çağ filozoflarından sonra insanı merkeze alan, ardından ahlak ve dinle örülen felsefe, Rönesans ile birlikte aklı merkeze alır hale gelmiştir. Fakat sanayi devriminin yüzünü göstermesiyle birlikte Pozitivizm, İdealizm gibi düşünce sistemleri akıl çağını överken, bir yandan da akıl çağına savaş açan Nihilizm veya Varoluşçuluk gibi karşıt taraflar da gelişmiştir.

Nihilizm denilince akla ilk gelen isimlerden biri kuşkusuz Nietzsche’dir ve Nietzsche çağdaşlarından pek haz etmeyen birisidir. O her fırsatta en iyi filozofların ilk çağ filozofları olduğunu söylemekten geri durmamış ve hatta felsefenin köklerinin Uzak Doğu’ya dayandığını ifade etmiştir. Döneminin felsefesini de filozoflarını da yozlaşmış olarak nitelenmiştir ki ona göre yozlaşma insanoğlunun aynı zamanda kaçınılmaz sonudur. Akla fazla inanan ve aklı öven çağdaşlarının tutumunu doğru bulmadığı gibi onları sıklıkla eleştirmiştir. Salt aklın hayatı anlamaya yetmeyeceğini ve bizim sınırlı algılarımızın var olan gerçekliği hiçbir zaman tam olarak kavrayamacağını, bu nedenle de var olanla yetinmenin en iyisi olacağını savunmuştur. Bunca sonsuzluğun içerisinde sınırsız bilinmezliğin kol gezdiği evrende insanın bir şeylere körü körüne inanmasının saçmalıktan ibaret olduğunu, sonuçta bu uğurdaki tüm çabaların da anlamsız olduğunu öne sürmüştür.

Albert Camus ise hayatın saçmalıklar silsilesi olduğu üzerine birçok düşünce ortaya koymuştur. Her şeyin gelip geçiciliğine ve insanın anlam arayışının boşluğuna işaret etmiştir. Bunun temelinde yatan ise ne olursa olsun insan aklının sınırları ve elbette insanın, duyularının yetisi kadar algılama kapasitesine sahip olmasındandır.

Bir yandan Descartes, Kant gibi aklın gücünü savunanlar, bir yandan da her şeyin anlamsız olduğunu savunanlar olduğunu gördüğümüz bu dönem gerek akımlara gerekse birçok sanat eserinin de doğmasına neden olmuştur. Bunun en güzel örneğini edebiyatta karşımıza koyan eserlerden biri de şüphesiz Robert Musil’in yazdığı Niteliksiz Adam’dır.

(Niteliksiz Adam kitabı ile ilgili daha önce kapsamlı olarak ele aldığım yazıya bu linkten ulaşılabilir.)

Benzer şekilde psikolojide çığır açan Freud da birçok insanı etkimiş ve hatta Sürrealizm gibi akımların doğmasına neden olmuştur. Döneminde olduğu gibi sonrasında da Nietzsche, Camus, Freud, Heidegger gibi düşünürleri şarlatanlıkla niteleyenlerin sayısı da elbette çoktur.

Örneğin; Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünceler Tarihi isimi kitabını okuduğumuzda Nietszche, Camus, Heideger’den tutun Freud’a kadar birçok düşünür bu şarlatanlar arasında gelmektedir. Max ve Hegel ise doğru düşünme konusunda daha önemli bir yer teşkil etmektedir.

Elimize felsefe tarihi ile ilgili kapsamlı bir kitap alıp okumaya başladığımızda öncelikle Tales, Herakleitos, Pythagoras, Demokritos gibi filozofların düşünceleriyle doğa felsefesi ile tanışır, Sofistler, Sokrates, Kynikler, Platon, Aristoteles gibi insan felsefesini temel olan filozofları okur ve ilk çağ filozoflarının düşüncelerine hayran kalabiliriz. Önce Thales’e inanıp, ardından Pythagoras’ın düşüncelerini daha çok benimseyebiliriz. Fakat Sofistlerin şüpheciliği de bizi kendisine çeker, Sokrates’in bilgeliği, Platon’un ilginç yerlere dayanan savlarıyla birlikte Aristo’nun düşünceleri bizi biraz daha öteye taşıyabilir.

Ne var ki buraya kadar yeterince aklımız karışmamış gibi sonrasında Descartes, Hobbes, Spinoza, Leibniz ile düşünce tarihine nokta konulduğu yanılgısına varacağımız kadar etkileyici düşünürlerle tanışırız. Locke, Hume, Voltaire, Kant, Hegel, Schopenhauer, Nietzsche, Heidegerberg vb. ile de sonunda tüm okuduğumuz filozofların düşünce dünyasını keşfederken aynı zamanda felsefenin derin sorgulamaları arasında bir yolculuk yaptığımızı da fark edebiliriz.

Bilgelik içinse okumaktan, bilmekten, araştırmaktan, sorgulamaktan daha fazlasına ihtiyaç olduğu aşikardır. Çünkü Hermes öğretisinde bahsedilen yarı bilgeliğin aptallıkla eşdeğer olduğu bakış açısına benzer şekilde insanın kendisini tanımadan çıktığı her yolculuk sadece zaman kaybıdır.

Ne kadar bilgili veya akıllı olursak olalım ya da ne kadar çok okuyup çaba verirsek verelim, bilgelik insanın kendisini bilmekte saklıdır. İnsanın kendisini tanımasının zorluğu da evreni bilmek kadar sonsuz olmasından kaynaklanır.

Çünkü evren koca bir kaostur. Ve insanın kendisi de öyledir.

O yüzden de bilgelik dediğimiz şey sadece bir hedeftir. Önemli olan oraya varmak değil, o yolda yürüyebilme cesaretini gösterip emek harcayabilmektir.

Bilinmeyene ışık tutmak kaosu çözmez, karanlığı yok etmez ama en azından doğru yolda yürüdüğümüze emin olacağımız kadar yolumuzu aydınlatabilir. Üstelik bir maceraperest için bu yoldaki her keşif hazineye ulaşmaktan çok daha keyiflidir.

Antik dönemde denizlerin kırmızı olduğunu biliyor muydunuz?

Hayal ya, demem o ki, zaman yolculuğu yapıp antik dönemde yaşayan birisiyle karşılasanız size denizlerin kıpkırmızı rengi olduğunu söyleyecekti.

Renkleri ve renklerin tarihini hiç araştırdınız mı?

Biraz araştırırsanız şu iddiaya denk gelebilirsiniz: “İnsanlar eskiden mavi rengi göremiyorlardı. Örneğin Antik Yunan’da mavi renk diye bir şey yoktu. Mavi rengi sonradan keşfettik ve kullanmaya başladık.”

Araştırmaya devam ettikçe bu iddianın çok doğru olmadığı ve yanlış ifade edildiğini görebiliyoruz. Her renge spesifik olarak dilde isim verilmemesi insanların o rengi göremediği sonucunu vermiyor tabii ki.

Peki, antik dönemde yazılan metinlerde denizin tanımının “şarap koyusu” şeklinde tanımlanması sizde de derin duygular uyandırmıyor mu?

İnsanların renkleri duyguları ile betimleme arzusu.

Yani tam olarak söylemeye çalıştığım şey şu ki şarap içinde hissedilen duygu ile denizle vakit geçirildiğinde hissedilen duyguların benzerliği bu betimlemeyi yapmasına neden olmuş.

Birkaç farklı metinde ise denizin kırmızı renkli bir içecek olarak nitelendirildiğini görüyoruz. Antik dönemde bu zayıf renk algısı sizce duygu betimlemelerini güçlendirmemiş mi?

Denizde geçirdiğimiz vakit genelde bizi iyi hissettiriyor, iç sıkıntımızı geçirmek için kadim kültürde bize verilen tavsiye “denize bak için açılır” şeklinde.

Yine aynı şekilde canımız sıkıldığında modern kültürün bize sunduğu tavsiyelerden bir tanesi “bir kadeh şarap iç, iyi gelir” şeklinde. Bence denizin o dönemde koyu bir şarap rengi şeklinde tarif edilmesi çok da şaşırtıcı olmamalı.

Peki ya siz, en son ne zaman zihninizi meşe fıçısının içinde yıllanmış koyu şarap rengi denizlere bıraktınız?

“Oysa bir gün ben kurtardıydım onu,
Bir gemi omurgasında tek başınaydı,
Yıldırımla Zeus yarmıştı onun da hızlı gemisini, sürmüştü şarap rengi denizlere”

ODYSSEIA

Kaynak: A Winelike Sea, Caroline Alexander,Lapham’s Quarterly