Director of the widely circulated documentary The Tree of Eternity: The Yirca Resistance, portraying the villagers’ struggle against the expropriation of their land by the State and the Capital, Kazım Kızılhas always turned his lens to the oppressed to capture their struggles. On 17 April 2016, Kazım was detained during a street protest against the rigged constitutional referendum of 16 April, and was arrested 4 days later on charges of insulting the president.
The charges of insulting the president pressed against Kazım are based on his tweets, sent prior to this protest, which points to the possibility of retrospective accusation. Clearly, the real reason behind Kazım’s arrest is to prevent him from documenting and disseminating the images of people’s rightful reaction to the fraudulent referendum results. It is not the documentation, or dissemination of such images that sparks this popular backlash but rather the attempt to install a new regime based on the illegally obtained results of a manifestly manipulated election.
We consider Kazım’s arrest as yet another in a long line of repressive acts by the government against dissident filmmakers, particularly documentarians and journalists. With over 150 journalists imprisoned, each and every foreign journalist accused of espionage, many editors detained from their news offices by police raids, the illegal attacks on journalistic freedom betray the panic state that the totalitarian regime is in to prevent the facts from surfacing.
We do not accept the baseless charges brought against Kazım Kızıl and demand his immediate release. As documentary filmmakers and journalists in Turkey, we hereby declare that we will never surrender to these oppressive policies and illegitimate arrests, and we will continue documenting and disseminating the facts of our country despite the constraints and regardless of the consequences.
Kazım Kızıl is a documentary filmmaker, video-activist, and photographer. With his widely circulated documentary The Tree of Eternity: The Yirca Resistance, he not only made the dissident voices of Yirca villagers heard, but also became an active member of the resistance against the expropriation of land for a thermal power station. He participated in every form of resistance, demonstration, and social movement with his camera – becoming the eyes and ears of all who could not be there. His videos and photographs document the facts in their purest and strongest state. His latest documentary Where Are You Buddy? portrays the working conditions and stories of child farmworkers. To watch his films and videos, please click here.
Devlet–sermaye ortaklığına karşı zeytinliklerini ve yaşam alanlarını savunan bir avuç Yırcalının hikayesini anlattığı Ölmez Ağaç: Yırca Direnişiadlı belgeseli birçok festivalde gösterilen, ezilenlerin sorunlarına tuttuğu kamerayla tanıdığımız arkadaşımız Kazım Kızıl, 17 Nisan günü şaibeli 16 Nisan anayasa referandumunu protesto eylemlerini takip ederken gözaltına alınmış ve 4 gün sonra çıkarıldığı mahkemece tutuklanmıştır.
Tutuklama gerekçesinin attığı tweetler ile Cumhurbaşkanına hakaret suçlaması olması, gözaltına alındıktan sonra geriye dönük suç isnadı oluşturulduğu izlenimi uyandırmaktadır. Çok açıktır ki bu tutuklamanın asıl nedeni şaibeli ve dolayısıyla gayrimeşru referandum sonuçlarına karşı yükselen haklı halk tepkisinin Kazım’ın kamerasından belgelenmesini ve bu sayede geniş kitlelere ulaşmasını engellemektir. Asıl infial yaratan, halkı kin ve düşmanlığa tahrik eden, bizlerin halk tepkisini belgelememiz değil, bu tepkiye sebep olan gayrimeşru referandum sonuçlarıyla ülkenin rejimini değiştirmeye yeltenenlerdir.
Kazım Kızıl’ın tutuklanmasını son dönemde muhalif sinemacıları, özellikle belgeselcileri hedef alan baskı ve sansür politikasının bir uzantısı olarak görüyoruz. Halen 150’den fazla gazetecinin hapiste tutulması, yabancı gazetecilere ajan muamelesi yapılması, haber merkezlerinin sabah operasyonlarıyla basılarak editörlerin derdest edilmesi gibi hukuk dışı uygulamalar, totaliter bir rejimin gerçeklerin açığa çıkmasını engelleme telaşından başka bir şey değildir.
Kazım’a yöneltilen bu mesnetsiz suçlamaları kabul etmiyor, meslektaşımızın bir an önce serbest bırakılmasını talep ediyoruz.Ayrıca bilinmesini isteriz ki, bizler Türkiyeli belgeselciler ve gazeteciler olarak bu baskı ve hukuksuzluklara asla boyun eğmeyecek, yaşadığımız ülkenin gerçeklerini her ne şartta olursa olsun belgelemeye ve dünyaya duyurmaya devam edeceğiz.
İmza listesi güncellenmektedir. Destek olmak isteyenler imzalarını belgeseldayanisma@gmail.com adresine gönderebilirler.
Kazım Kızıl kimdir?
Belgesel sinemacı, video-aktivist ve fotoğrafçı… Ölmez Ağaç: Yırca Direnişi belgeseli ile direnen Yırca halkının sesini duyurmakla kalmamış verilen mücadelenin de bir parçası olmuştur. Her direnişe, eyleme, toplumsal harekete kamerasıyla katılmış, orada olmayanların gözü kulağı olmuştur. Çektiği fotoğraf ve videolar ile gerçeği en saf ve etkili şekliyle göstermiştir. Son olarak tarlalarda çalışan çocukların öykülerini anlatan ve çocukların çalışma koşullarına da tanıklık ettiği Neredesin Arkadaşım? adlı bir belgesel filmi yapmıştır. Filmleri ve videolarını izlemek için tıklayınız.
Aklın havadaysa ve sen yerdeysen, yan yana ayrı düşmüşsen… Denizi özlediysen ve denizden uzaksan, siste bağıran vapur düdüğünü her duyduğunda biraz Ortaçgil dinlersin aslında…
Bülent Ortaçgil şairliği, müzisyenliği, duruşu, müziğe kattıkları ile bir dünya insanı… Zaten kendisi de “hiçbir yerli” olduğunu söylüyor. Ürettiği müziğin de bir kalıba sığdırılmasını istemiyor: “Ne tür müzik yapıyorsunuz?” sorusuna cevabı “Ben de bilmiyorum“. Ama biz dinleyicileri olarak biliyoruz ne kadar kaliteli müzik yaptığını, eskimediğini. “Bestseller” değil “Longseller” olmasını seviyoruz. Belki milyonlar dinlemiyor yaptığı müziği, kendisi de zaten ana akım müziğin içinde olmamaktan oldukça hoşnut.
Ve Ortaçgil iyi ki var, iyi ki müziğini bizimle paylaşmış, müziğe bu kadar kendini vermiş insanı bir araya getirmiş ve şarkılarına iyi ki kadın sesi değmiştir. Yani nasıl anlatsam bilemiyorum, Ortaçgil müziği benim hayatımda oldukça geniş bir yere sahip.
Ortaçgil, 43 yıllık müzik hayatında ilk kez canlı kayıt bir albüm oluşturdu. Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda sağlıkta şiddete karşı düzenlenen konser, yaylı sazlar için bestelenmiş “Sen” albümünün tamamının yanı sıra diğer Ortaçgil klasiklerini de içeriyor. 2 DVD’den oluşan bu özel arşiv çalışmasında sadece konser kaydı değil, provalar, röportajlar, Ortaçgil’in müzikal yol arkadaşlarının özel görüntüleri de yer alıyor.
Senfonik Ortaçgil, bu ayın ortasında DVD ve audio formatında Ada Müzik tarafından piyasaya sürüldü.
Merhabalar, bu röportajın benim için oldukça özel bir yeri var. Sizi küçüklüğümden beri dinliyorum. Açıkçası sizinle sohbet edeceğimiz için de bir hayli heyecanlıyım. Bir diğer heyecanım da Senfonik Ortaçgil’in yayımlanması. Albüm, 2012 yılında çalınmış bir konser kaydından oluşuyor. Kayıt, DVD ve CD olarak bu ayın ortasından itibaren raflarda yerini aldı. DVD’nin içinde konserin provasından da görüntüler yer alıyor. Üzerinden 5 yıl geçmiş bir konserin kaydını bizlerle buluşturdunuz, zannediyorum kılı kırk yararak bugüne getirdiniz.
“Kırı kırk yarmak” deyimi doğru mu bilemiyorum, elimdeki imkânları sonuna kadar kullandım. Bu kadar uzun süre almasının nedeni sadece benim titiz çalışmamdan değil, aynı zamanda plak şirketimiz Ada Müzik’in de bu kaydın heba olmasını istememesinden kaynaklanıyor. Tabii bu tür şeyler süreyi uzattı. Ben de bu dönemi çalışmak için kullandım.
Genel olarak benim şimdiye kadarki tecrübelerim hep ses kaydetmek üzerine oldu. Müzisyen hep bununla uğraşır, görüntü kaydetmekle ilgili tecrübem yok benim. Daha önce deneyler yaptık, hoşuma gitmedi ve beceremedik öyle bir şeyi. Çünkü işin içine sinema girince işler değişiyor. Hâl böyle olunca da bir akışkanlık, bir bütünlük, izleyen insana başı sonu belli bir estetik sunmak gerekiyor. Bu böyle olmayınca müziği seyretmekten ibaret oluyor, müzik de seyrediliyor tabii ama hiçbir zaman yaptığınızı beğenmez oluyorsunuz. Çünkü artık dünya seviyesinde bir müziği görüntülü kaydetmenin de birtakım aşamaları var. Bunun örneklerini görüyorsunuz. O örneklere ulaşmak için – ki ben hâlâ ulaşamadığımı iddia ediyorum, ama ona ulaşmak için uzun zaman uğraştım – imkanları doğru dürüst kullanalım dedik.
Böyle bir fikirle yola çıktık ve her zaman olduğu gibi ilk olarak işin ses tarafını çözdük, ama işin görüntü tarafını elimizdeki imkanlar çerçevesinde çözdük. O nedenle ürün bu, zaten o konserden daha fazlası çıkmazdı. Öyle bir konseri de gerçekleştirmek zor olduğu için burada birazcık grubun öyküsünü de bu işin içine katmak istedik. Çünkü Türkiye’de böyle 25 yıldır bir arada çalan insan grubu yoktur. Bu bir arada oluyor olma, uzun süre beraber çalıyor olma durumundan insanların haberdar olmasını istedik. Oturduk, birbirimiz hakkında düşündük: Nasıl yapılıyor bu iş, nasıl çalınıyor… Çünkü genelde Türkiye’de müzisyenler finansal olarak yaşama, yaşayabilme savaşı veriyor.
Böyle ana akım dışındaki bir müziğin de 25 yıldır yürüyor olması, yürütülebilir olması durumunun belgelenmesi gerekiyordu. Dünya kalitesinde görüntü olmasa bile hiç olmasa böyle bir belge sunmuş olduk. İşte, böyle bir grup var, 25 yıldır da böyle bir müzik yapılmakta, küçüklü büyüklü bir sürü yerde konser verdik, bunun belgesini sunmak istedik.
DVD’de sadece konser kaydı yok, provalar da var.
Tabii, sahne bitmiş bir ürün. Ama o bitmeden önceki evreler meraklısı için ciddi şeyler. Tabii o kadar dokümanter olmadığı için o kadar kapsamlı değil, olsun. Yine de öyle bir prova mekanı bulmak bile kolay değil. O konser de büyük bir konser olduğu için insanlara bunun kaydını provalarıyla beraber ulaştırmak istedik.
DVD’yi izledim, çok çok güzel olmuş. İyi ki böyle bir emek verip bu kaydı bize ulaştırmışsınız. Aslında müzikalitesinin yanı sıra bu konserin en güzel taraflarından biri de “sağlıkta şiddete karşı” düzenlenmiş bir konserin kaydı olması.
Beğendiyseniz ne mutlu… Doğru, evet tabii, işin o boyutu da projeyi güzelleştiriyor.
Sadece sağlıkta şiddete karşı değil bence, direkt anlaşılmasa da tümünü değerlendirdiğimizde toplumdaki tüm şiddet türlerine karşı da bir müzik yapıyorsunuz. Şarkılarınızı yıllardır dinliyorum. İçinde hiç şiddet yok, öfke yok… iletişimi de güçlendiriyor kullandığınız dil. Belki bazı şarkılarınızda…
… ironik şeyler vardır. Dalga geçmek olabilir ama kendim de dahil olmak üzere dalga geçildiği için o haliyle çok gerçekçi oluyor. Zaten ben konserin başında da belirttim, şiddet nereden gelirse gelsin, niye yapılırsa yapılsın her türlüsüne karşıyım.
DVD’yi izlerken o başlangıç konuşmasından çok etkilenmiştim.
Bu konser o amaç için yapıldı, biz de o amaç için yapılmış bir konserden keyif aldık.
Bir de benim çok etkilendiğim bir nokta var. Yaptığınız müziğe her zaman tanım getirmeye uzak kaldınız, “Ne tür müzik yapıyorsunuz?” dediklerinde “Ben de bilmiyorum” demiştiniz. Ortaçgil müziği var ortada ve öyle görünüyor ki okul gibi bir yer. Bununla birlikte sizinle beraber müzik yapan birçok müzisyen var. Sözü geçen müzisyenlerin ayrıca kendi bireysel müzisyenlik kariyerleri de var, hepsi de Türkiye’de kaliteli işler yapıyorlar. Bu da oldukça etkileyici, demek ki siz beraber çalıştığınız insanlara, onlar da size çok şey katmış. Bunu yaparken de hem bir arada olmuş, hem de özgür kalabilmişsiniz. Ve 25 yıldır beraber müzik yaptığınız insanlar… Bu da gerçekten ciddi bir iştir. Sadece müzik yapmakla kalmıyorsunuz eminim, birbirinize tahammül de ediyorsunuz. Çok önemli bir şey bu. Bir de Ortaçgil dediğimiz zaman Çekirdek Sanatevi’ni anmadan geçmek olmazdı. Orada da bir ortak çalışma yürütme durumu var. Yani siz beraber iş yapmaya ve beraber iş yaparken gelişmeye, geliştirmeye açık kolektif ruhlu birisiniz, ben bunu gözlemledim.
Şunu belirtmekte fayda var, Çekirdek Sanatevi’nin kredisi, kriteri bana ait değil. Orada büyük payı olan ve bu işe karar veren, bu işi yapmaya niyetlenen Fikret’tir (Kızılok), oradaki aslan payı Fikret’e aittir. Bunun dışında evet, dediğin gibi ortak çalışmaya yatkın bir adamım ben, çünkü egom bastırılabilir bir ego, yani sırf egomla hareket etmiyorum. Öyle olunca zaten o dediğin “birlikte yürürken gelişme hali” doğuyor. Grubu yaşatan ana ögelerden biri de zaten biraz o. Benim işin içinde demokratik bir kişiliğimin olması ve bunun onca yıl uygulanabiliyor olması, bunların hepsi değişken.
Ve o kimyayı bir arada tutan en önemli element de bu sanırım.
Şöyle bir şey de var mesela ben hiçbir zaman kitleleri peşinden sürükleyen bir adam olmadım. Müzisyenlerin, müzik yapanların arasında bir anket yaparsan yaptığım müziğin hem estetiği, hem sözel dünyası hem de sözel icrası açısından her zaman onların hoşuna giden birisi olmuşumdur. O nedenle o müzisyen arkadaşlarım da değerli bir şey yaptıklarının her zaman farkındaydılar zaten. Sadece yaşamak için piyasa müziği çalmanın dışında böyle bir şeyin içinde yer almaktan da keyif aldılar. Onların büyük katkısı var tabii, böyle bir şeye ve ana akım dışında olup da bu kadar doğru dürüst müzisyenle çalışma şansı bulan hiç kimse yok benim dışımda.
Tabii, ben işin teknik kısmını değerlendiremem. Onu sizin gibi ustalar ve müzisyenler değerlendirmeli. Ancak seçici bir dinleyici olarak şunu söyleyebilirim ki Ortaçgil müziği etrafında bir araya gelmiş müzisyenlerden oluşan o kadar güzel bir karma var ki ortada…
Hem bizim müziğimizi dinleyenler hem de müzisyenler açısından öyle. Çünkü o kişiler Türkiye’de kaliteli işler yapan en tepe noktadaki müzisyenler. En azından bir arada yaşayabilme sorununu çözmüş durumdayız, o çok önemli bir şey. Çünkü biliyorsunuz işte ana akım dışında kalan müzisyenler olarak büyük bir konser pazarımız yok, büyük konserleri büyük paralarla çalma durumumuz yok ama her zaman dinleyicimizle, beraber çalıştığımız müzisyenlerle saygın bir çevremiz var.
İyi ki de varsınız, ana akım dışındaki müziği takip etmekten hoşlanan dinleyicilere bir nefes gibi oluyor yaptığınız işler. Ana akım dışında iyi işler yapan ve beraber sürekli iş yapmadığınız herkesin sizinle kesiştiği bir nokta var mutlaka, o çok etkileyici. En azından benim açımdan öyle.
Yani, onun nedeni benim fazla değişken olmayışım. Aynı şekilde ısrar edişim, yaptığım şeyin de bir anlamda estetik bir değerinin olması, bu değerin hiçbir zaman başka çabalar ya da kitlesel olmak uğruna harcanmayışı. Bunlar müziği ciddiye alan insanları etkiliyor tabii ki ve bunun değişmezliği de etkiliyor. Hayat, insanı her an başka şeylere evirebiliyor, evrilmekten daha doğru bir kelime var mı bilmiyorum.
Dönüştürüyor belki.
Evet, dönüştürebiliyor. Ondan bir şekilde kaçındık açıkçası.
Bu dönüşümden kaçmak bir hayli zor olmalı. Yanlış tutumlarla emekleri heba olan birçok insan var müzik piyasasında.
Ama işte bunun nedenleri fazla ortalarda olmamak, fazla bulaşmamak, büyük şöhret sahibi olup bunu hemen tüketmemek, çok görüntü vermemek… Hepsi neyse ki düşünerek, taşınarak yaptığım şeyler değil. Ben zaten öyle birisi olduğum, arkadaşlarım da öyle kişiler olduğu için böyle. Sadece işimizi yapmaya odaklı insanlarız, onun dışındaki hiçbir şey ilgilendirmiyor bizi. O zaman insanlar bunu anlayabiliyorlar.
Türkiye’deki herkes belki anlamıyor bunu ama anlayanlar da sizi yaşatıyor, hayatında bir yer veriyor. Kaliteli bir şeyler arayan insanlar dinlemeyi tercih ediyor, en azından benim çevremde öyle. Bu sizin çok haz aldığınız bir şeydir herhalde?
Ben dinleyici kitlemizin özelliklerini analiz etmiş birisi değilim. Ama bizim yaptığımız müziği takip eden dinleyicilerin genelde edebiyat ve estetik düşkünü insanlar olduğunu görüyorum. Yaptığımız müziği anlamak belli bir çaba gerektiriyor. Şöyle bir şey de var; Bu şarkılar mesela, ilk dinleyişte kimisini hiç çarpmıyor.
Bazı şarkıları düşünüyorum mesela, ilk çarpmamış ama daha sonradan dinleye dinleye anlıyoruz, şarkıyı kavrıyoruz, belki de en güzeli böyle (Gülüyor). Biz de dinleyiciler olarak hep bir anlam arayışına gireriz ya dinlerken, her dinleyişte farklı şeyler düşündürüyor her şarkı, farklı zamanlarda, farklı yaşlarda… “Benimle Oynar Mısın?” ile ilgili bir söyleşinizde anlattığınız bir hikaye var, kız kardeşiniz “Babam bizimle küçükken fazla oyun oynamadı acaba ondan mı bu şarkı ortaya çıktı ve bu kadar sevildi?” diye. Sizin de belki de aklınıza fikrinize gelmeyen yerlerden çıkmıştır.
(Gülüyor) Ben şarkıları yazarım, bitiririm, noktayı koyarım, o form haline dönüşür ve daha sonra birilerine sunarım. Herkes değişik yerlerden bakar, görür, değerlendirir… Sanat zaten öyle bir şey. Kimisi hiç görmez, kimisi de görür ama değişik anlamlar yükler. O nedenle benim de yerim değişik, ama ben bir şarkıyı yaparkenki yerimi biraz daha geniş tutmaya çalışıyorum. Çok nokta atışı yapmamaya, daha genel bir şey söylemeye çalışıyorum.
Dinleyiciyi her dinlediğinde başka şeyleri düşündürmeye yöneltmek, şarkıdaki anlamı diri tutuyor.
Evet, öyle. Çünkü hayatın tek ve sabit doğruları olduğunu düşünmüyorum, şarkılarda da bu hep kullanılıyor. Hiçbir zaman “bu budur, bu da başka bir şeydir” demedim. O nedenle “bir şarkı bir şey ifade eder ve başka hiçbir şey ifade etmez”… Öyle değil o. Şarkıda herkes belki de kendine göre bir şey bulabiliyor, şarkıyı dinledikten sonra da dinleyip yaşatabiliyorsan ve buna istekliysen, o şarkıdan içine bir şeyler alabiliyorsun.
Fikret Kızılok ile bir dönem beraber çalıştınız. “Şarkıdaki Maymun”da kimi anlattığını direkt anlıyorsunuz, tabi bu da bir stil, sanat zaten hiçbir kalıba sığdırılamaz. Kimi çok protesttir, kimi daha soft, köşesiz…
Bu Fikret’le aramızdaki stil farkıdır. Fikret çok nokta atışı yapabilen, çok güncel konularda son derece sivri dilli bir müzisyendi. Güzel mi güzel tabii… Ama o nokta atışı çok bana uyan bir şey değil. Fikret karakter olarak da öyleydi. Bu böyledir veya bu bundan başka bir şey değildir diye bir cümle kurmak bana göre değil. Öyle bir cümle kuruyorsun ki, “bu mudur değil midir” diye herkes kendince düşünmeye başlıyor, ben bunu seviyorum.
Yaptığınız müziği de o nedenle tanımlamıyorsunuz sanırım, “işte buraya giriyor, bu kategoriye giriyor, jazz’a giriyor” şeklinde bir tanımlamanız hiç olmadı şimdiye kadar.
Kategori zaten bir şeyi sınırlamaktır, yani diyorsun ki ben jazz müziği yapıyorum, e yani sen buradaysan ne olacak, jazz değilse ne olacak. Ya da kent ozanı diyorlar bana, ben 6 ay kentte yaşamıyorum köyde yaşıyorum, köy ozanı mıyım şimdi yani? O tanımlama ihtiyacı insanlara hep şundan geliyor: Sınıflıyor, “Sen A’sın, öbürü B, öteki D!”, rahat ediyor öyle olduğu zaman.
Benim baktığım yer ne A, ne B, ne de D. Başka bir yerden bakıyorum; Belki hepsinden bakıyorum, belki hiçbir yerden bakmıyorum. İşte bu yapıda olanlar ne söylediğimi anlar, o yapıda olmayanlar anlamaz. Bir de çok sinir olduğum bir laf vardır: Nerelisin? Ben hiçbir yerli değilim arkadaş, Ankara’da doğdum, dokuz yaşında gittim Ankara’dan. Bir de askerlik yaptım orada, bir yıl yaşadım. Elli yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Son yirmi yılın da 6 ayını İstanbul dışında yaşıyorum, şimdi ben nereliyim?
“Nerelisin?” sorusu da bir diğer kategorileme şekli. Bunların dışında aslında politik bir duruşunuz var. Ama direkt ben şuyum ben direkt şöyle düşünüyorum demekten biraz kaçınıyorsunuz. Diğer yandan da daha yeni verdiğiniz bir röportajda “Okuduğunu anlayan birinin bu anayasa değişikliğine evet demesi mümkün değil” demiştiniz.
Politikacılık aslında başka bir sivriliş, insanların değişik politik görüşlerinin olmasını ben kaldırıyorum, olmak zorunda olduğunu da söylüyorum. Politika bağlayıcı ya da kısıtlayıcı değil. Bana sorarsan demokrasi demek azınlıkları yaşatmak, çoğunluğun düşündüğünü herkes düşünüyor zaten, ama azınlık düşündüğünü yaşıyorsa o zaman keyif alırım. Ben o işte varım, sadece düşünce açısından söylemiyorum. Din, ırk, dil, hepsi açısından söylüyorum. Azınlık yaşıyorsa güzel, buna demokrasi derim. Öbürü başka bir sistem. Türkiye’de güncel politikadan asla hazzetmiyorum, niye söyleyeyim ki ben. Ama evet o röportajda da söylediğim gibi anayasa değişikliğine de evet diyecek kadar hıyar değilim, ama hayır dediğimi de ilan etmiyorum. Ama evet diyenlere de bir şey demiyorum.
Belki de sizi her yaştan insanın dinlemesinin nedeni bu. O kesin yargılardan uzak kaldığınız için, tanımlamalardan, sivriliklerden uzak kaldığınız için seviyorlar sizi.
Benim gençliğimde dinci, faşist arkadaşım da vardı. Bunlar insani ilişkiler kurmaya engel değil, katil olmadığı sürece. İnsanlar öyle düşünebilir, öyle bir kökten geliyorsundur öyle düşünürsün. Benim babamın dini inancı yoktu dolayısıyla ben de dinle hiç alakam olmadan büyüdüm. Başka bir insanım, beni başka bir kalıba kimse sokamaz. İlla bir kalıba girmene de gerek yok. İstediğin kalıba girebilirsin, birbirimize hoşgörü ile yaklaştığımız sürece.
Sizi hem farklı çevrelerden, yaşlardan insanlar dinliyor hem de müzisyen çevresinde farklı tarzlarda müzik yapan insanlar sizin şarkılarınızı yorumluyor. Ortaçgil’e Saygı Albümü’nde farklı tarzlarda pek çok kişi sizin için bir araya geldi. Demek ki bu hoşgörülü bakış açınız o insanları sizin müziğiniz çevresinde bir araya getirebilmiş.
O işteki tek övünç noktası bu benim için, evet ben onunla övünüyorum. Çünkü belirli bir müzikal stil var ortada, hiçbir zaman beni biri beğenip diğeri nefret etmiyor. Çünkü müzik adına bir şeyler olduğunun herkes farkında. Edebi olarak da bakıldığı zaman o sözlerin bir anlamı olduğu belli. Bir estetik taşıdığının herkes farkında. Beğenirsin beğenmezsin o başka mesele. Dolayısıyla orada herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir adam olmak… O projenin beni sevenler açısından tek önemli noktası bu. Yoksa o güzel söylemiş, o hızlı çalmış, öbürü gevelemiş, ya da bilmem kimin sesi böyle olmuş onlar hikaye. Ama ne yazık ki beni hep şuna zorladılar: Hangisini beğendin? E ben onu söyledim: Ayşe’yi çok beğendim, o da oraya yazsın Ayşe’yi çok beğenmiş!
Belki de çok önemli değil, o sorunun cevabı da belki yoktur. Bunun dışında şarkılarınızdan birini seslendiren bir başka müzisyen var: Müslüm Gürses. Onu da bir kalıba sığdıramıyoruz, her kesimden dinleyeni var. Dinleyicileri olarak hep kaliteli müzik yaptığını düşündük. Sensiz Olmaz yorumunu çok beğendik.
Müslüm Gürses, bu ülkedeki müzik için önemli bir müzisyendi. Sensiz Olmaz’ı seslendirmesinden sonra karar verici dinleyicidir. Dinleyici dinler, sever. Hayat biçimine o şarkıyı yakıştırıp dinliyorsun zaten, bu çok güzel. Çok güzel de söylüyordu, şarkıcılığına diyecek hiçbir şey yok.
Beatles dinliyorsunuz, klasik müzikten besleniyorsunuz, Türk Halk Müziği’nden beslenen önemli bir müzisyen olan Erkan Oğur’la çalışıyorsunuz, jazz müziği yapan birçok müzisyenle de çalışıyorsunuz. Bu farklı yerlerden beslenen, müzikleri birleştiren kaynak işlevi gören kim diye sorsalar “Ortaçgil” derim herhalde.
Erkan (Oğur) çocukluğumdan beri tanıdığım biri, hep yan yana olduk. Müzik aşığı bir insan, o farklı bir şeyden daha çok beslenir ben klasik müzikten beslenirim. Birbirimizi hep destekledik. O da benimle sonsuza kadar çalar, ben de onunla sonsuza kadar çalarım. Birbirimizi besledik, birbirimizi eğittik, bunlar önemli şeyler. Müzik adına samimiyetimizden hiç şüphe etmedik, ondan böyle işler çıkıyor ortaya. Farklı yerlerden beslenen insanlar, beraber kaliteli müzik ortaya koyduğunda böyle güzel işler oluşuyor.
Peki gitardan başka enstrüman çalıyor musunuz?
Gitardan başka enstrüman çalmıyorum, yani işin alfabesinde piyano çalabilirim belki ama çalıyorum denilemez. Gitarı kendimi ifade edecek şekilde bir enstrümanı kullanma seviyesinde çalıyorum, bir gitar virtüözü değilim. Hedeflemedim öyle bir şey olmayı, zaten olamam da. Mesela Erkan (Oğur) enstrümanına çok hakimdir. Bizim gruptaki çoğu müzisyen çok iyi enstrümanisttir, enstrümanını üst seviyelerde çalan çok iyi müzisyenlerdir.
Benim hedefim üst seviyede bir enstrüman çalmaktan ziyade bir şarkıyı üst seviyede oluşturabilmek. Onun için de bir araca ihtiyacım var o da gitar. Gitarı bir seviyenin üstünde kullanmak lazım, işte ben de o seviyenin üstünde kullanmaya hep gayret ettim. Gitardan anlayan insanlar benim şarkılarımı hep sevdiler. Çünkü her yeni şarkıda başka bir gitar durumu da var, onu öğrenmeye çalıştılar.
Buraya gelmeden önce Youtube’a “Ortaçgil” yazdım. Bir gitarcı orada anlatıyor, ders veriyor, yanlış yunluş anlatıyor ama olsun anlatıyor, hoşuma gitti. Yani işte bu böyle diyor, Ortaçgil böyle çalıyor diyor ama kendisi başka bir şekilde çalmış. Gitarla uğraşan insan o şarkıları seviyor, çünkü her biri bir “guitar work”. Hep çımbır çımbır, hep aynı şeyi çalıyor gibi değil de gitardan ufak tefek anlayan insanların sezebildiği bir gitar çalışması var içlerinde. Tabii bu da gitar çalanları etkiliyor. O yüzden benden orijinal notasyon çıkarmam istendi. Bir kere uğraştık Gürol’la (Ağırbaş), ama olacak iş değil. Yani bu tür şeyler Batı’da yapılıyor ama o müzik sanayisinin bir ögesi, bizde her şeyi kendin yaptığın için bu notasyon çıkarma işi uzun sürüyor.
Her şey çok organik olunca böyle oluyor sanırım.
Yani, fazla organik. (Gülüyor) Ama senin becerini, vaktini almaya başlıyor. O yüzden Gürol’la birlikte Benimle Oynar Mısın?’ın notasyonunu yazdık, ama bir yıl falan uğraştık. Bunu yapmak zorlu bir işmiş meğer.
Evet, mesela bazı şarkılarda kimisi notalarla ilgilenir, şarkının icrası ile daha çok ilgilenenler notasyonu merak eder, onu orijinale yakın çalmak için. Ben de mesela Memurun Şarkısı’nda niçin Cuma’dan bahsedilmemiş diye yıllardır olan merakımı gidermek için sormak istiyorum (Gülüyor) Acaba o şarkıda niçin Cuma yok diye soruyor insan kendine?
İşte ben de sorsunlar diye yazıyorum. (Gülüyor) “Cuma yok, atladı mı acaba?” Cuma, çünkü çok bariz bir şey. Arkası Cumartesi, çok bilinen bir şey. Cuma için bir şey yazmaktansa Pazar, Pazartesi için bir şeyler yazmayı tercih ettim.
Bu düzeyde müzik yapan birine bunu sormak ne kadar doğru bilmiyorum ama mesela Benimle Oynar Mısın?’ı yüzlerce kez çalmışsınızdır, her çaldığınızda mutlaka daha farklı oluyor mu? Yoksa bazen “ya artık bu şarkıya katabileceğimi kattım” diyor musunuz?
Şarkı çalmak şöyle bir şey: Sizi dinleyenler aynı olmuyor, sizi dinleyenler hep aynı insanlar olsa o iş memuriyet olur. Sen aynı, onlar aynı, şarkı aynı… Çekilmez o zaman. İş bir rutine dönüşüyor. Şarkı bazen değişiyor, bazen değişmiyor. Sana bakan gözler değişiyor, onların aldığı keyif değişiyor ya da bazen keyif almıyorlar, bir sürü şey oluyor. O zaman şarkı, o olağanlığıyla bir nebze daha fazla yaşıyor, ama sonuçta kendi yazdığım şarkıları söylüyorum.
Dolayısıyla şimdiye kadar toplasan yüz civarı şarkı yazmışlığım vardır. Bunların da çalınabilecek olanı 50-60’tır. Demek ki 50-60 şarkılık döngü içinde bu bir memuriyet. Eğer çaldığın mekânlar değişmezse, dinleyici değişmezse çekilecek iş değil. Ama Benimle oynar mısın ilk yapılan iş olduğu için ve insanların en tanıdığı ve beğendiği iş olduğu için onu artık tarihsel bir şeyle çalınıyorum, o bir görev değil bizim üstümüzde olan bir şey, işte! şarkı buydu yıllardan 74’tü, o artık keyif verici olmaktan çıktı. O tarihsel bir iş.
Benimle Oynar Mısın? Ortaçgil müziğine giriş gibi bir şey mi oldu artık?
O albümden 2-3 şarkıyı çalıyoruz diğerlerini çalmıyoruz mesela, daha sonlara doğru olan şeyleri çalmaya çalışıyorum. Ama ne yazık ki insanlar, müzik dinleyicisi dünyanın her yerinde çok tutucu aslında; Neyi isterse o olsun istiyor, başka hiçbir şeye merak duymuyor genelde. Öyle olunca bütün konser boyunca 20 kere üst üste Benimle Oynar Mısın?’ı çalsam memnun olacaklar onlar. (Gülüyor)
Peki, rutine karşı ve üretebilmek için neyden besleniyorsunuz daha çok?
Beslenme dediğin normal beslenme mi yoksa… (Gülüyor, bence Ortaçgil hep gülsün, çok güzel gülüyor çünkü.)
20 yıldır, yılın altı ayı İstanbul’da değilsiniz. Bozburun gibi bir yerde yaşıyorsunuz. İstanbul’da olmamak da sizin beslenme yollarınızdan biri mi? Çünkü, İstanbul insanı sömüren ve yıpratan bir şehir haline geldi artık. İki saatte bir yerden bir yere giderken artık insanda sabır da kalmıyor. Bozburun mu sizi besliyor, neler yaparsınız?
Hiçbir şey yapmam ve insan hayatında hiçbir şey yapmayışın da çok önemli olduğunu düşünürüm. Herkes İstanbul’da bir şey yapmak zorunda, öyle değil mi? Evden dışarı çıktığın anda başka bir hayat var. Şimdi bizim mesleğimiz gereği günün belirli saatleri içinde işimiz var, o belirli saatler dışında işimiz yok. Dolayısıyla bir kere ortalıkta dolaşmaktan hiç hoşlanmıyorum İstanbul’da. İstanbul zaten benim İstanbul’um değil. Ama yılın altı ayı buradayız, yılın diğer altı ayı Bozburun gibi bir yerde yaşıyoruz. Orası bizi rejenere edebilen bir yer. Orada buradaki temponun getirdiği birtakım şeyleri atıyoruz, rahatlıyoruz. Ama bu sefer öyle bir denge sağladık ki, o altı ayın sonunda o yalnızlık çarpmaya başlıyor, İstanbul’a gitsek diyoruz. İstanbul’a geliyoruz, bir hafta sonra küfretmeye başlıyoruz sağa sola, ondan sonraki birkaç ayda da Bozburun’a gidelim diyoruz. (Gülüyor)
Burada nerede yaşıyorsunuz?
Kanlıca’da yine başka bir köyde yaşıyorum. Eskiden Erenköy’de yaşıyorduk, reddettim orada yaşamayı. Ben orada yaşamam. Sokaklar değişiyor, her taraf kalabalık, arabana binemiyorsun, yürüyemiyorsun, hava yok… Ama herkes orada oturmak istiyor.
Peki, gelelim şu deminki beslenme konusuna, buraya kadar olan sorular size belki de şimdiye kadar defalarca soruldu, yazıldı, çizildi. Nasıl besleniyorsunuz sorusunu kimse sormadı sanırım, nasıl besleniyorsunuz?
Çok kötü besleniyorum (Gülüyor). Müzisyen olarak birtakım sağlık sorunlarım da olduğu için diyet yapma durumu doğdu son zamanlarda. Biraz dikkat etmeye çalışıyorum, kilo vermeye çalışıyorum. Çünkü sağlıkla ilgili mutlaka gereklilikler var. Bunun dışında şimdiye kadar hiç diyet falan yapmadım, beslenmemi de fazla düşünmedim açıkçası. Yalnız şöyle bir şey var, müzisyenlerin hayatı düzenli olmuyor. Aynı saatte bir şey yeme üzerine kurulu değil yaşantımız. Alışkanlıkların ne yazık ki olamadığı bir hayat yaşanıyor. O nedenle bazı beslenme dengesizlikleri yaşıyoruz açıkçası.
Ama şimdi mesela son bir aydır dikkat ediyorum, birkaç kilo da verdim. Önce bir diyetisyenle verdim, çünkü genelde herkesten daha fazla alkolle karşı karşıya olduğumuz bir hayat yaşıyoruz. Alkol ya da başka şeyler… Ama içildiği zaman bunun dengesinin iyi tutturulması lazım. Çünkü sürekli kalori yüklüyorsunuz. Bunu biraz düşününce o zaman rahatlamaya başladım. Şimdi işin o dönemindeyim bakalım, hala en az bir beş kilo vermem gerekiyor. Böyle bir durumla karşı karşıyayım çünkü sağlık sorunlarım var, dikkat etmem gerekiyor.
Aslında hep sağlıklı beslenmeden bahsediyoruz ama sağlıklı beslenme bir hayal. Hele böyle bir metropolde… Hiçbir şey doğal değil. Çünkü endüstriyel besleniyoruz.
Pazara gidiyorsunuz “organik” diyor. Ben köyde yaşıyorum, organik o değil.
Bozburun’da bahçede bir şeyler yetiştiriyor musunuz?
Bozburun adı üstünde boz bir burun (Gülüyor), hep değişken olduğu için altı ay sonra gidiyorsun, o 6 ayda da ben çalmaya gidip geliyorum falan. O nedenle öyle kalıcı çiçek bile yetiştiremiyoruz. Hep mevsimlik ve kolay kaybedilecek şeyler yetiştiriyoruz. Bir de benim öyle bir merakım yok. Ama şunu da söyleyeyim, turizmin işin içine girdiği yörelerde sandığınız gibi temiz tarım yapılmıyor. Köylü de artık başka türlü bir köylü. Kendi ihtiyacı kadar sebze yetiştiriyor. Benim de ona harcayacak zamanım yok, o tam bir emekli işi.
Babam da oralarda oturuyordu, yaşadığı zaman meraklıydı, patlıcan biber yetiştiriyordu. O da bilgi işi; Gübre atacaksın, ne kadar atacağını bileceksin… Ben ağaçların adını bile oraya gittikten sonra öğrendim, o kadar doğa dışı bir yetişme şeklimiz var ki şehirde. Yağmurdan bile korkmaya başladım oraya gittiğim zaman, çünkü yağmur öyle bir geliyor ki üzerine, o doğanın içinde yaşamak bir mesele. Sadece keyif işi değil, baharın geldiğini bile arka bahçedeki ağaçlardan anlıyormuşuz. Oraya gidince anladım.
Peki buraya (İstanbul’a) ne sıklıkta gelip gidiyorsunuz?
Ben yaşlandıkça daha fazla çalar oldum. Eskiden çok çok az çalardım, şimdi bu arkadaşlarımla beraber kendi çapımızda bir örgütlenmeden sonra kabaca ayda 3-4 kez çalıyoruz. Büyük konser ve bar dahil. Ama dördü geçmemesi için özel çaba gösteriyorum ben, çünkü yoruluyorum artık. Oturduğum yerde yani Bozburun’da mevsim sonları ulaşım zorlaşıyor, turizmde de ne olacağını bilemiyoruz zaten. Dalaman körleşiyor, günde bir iki uçak var. Ben de havaalanına üç saatlik bir mesafede yaşıyorum. Sabah uçağa yetişmek için gece uyumamam gerekiyor, öyle olunca bir gün önceden geliyorum. Dörtten fazlasını kaldıramıyorum.
Ama yine de insanın İstanbul dışında nefes alacak bir yeri olması güzeldir. Bu doyumsuz sohbet için size çok teşekkür ederim. Umarım sizi yormamışızdır. Bu arada 12 Mayıs’ta Kadıköy Sahne’de sahne alacaksınız. Buradan bunun duyurusunu da yapalım.
*Röportajın fotoğrafları Meltem Gökhanoğlu tarafından çekilmiştir.
İklim değişikliğinin en önemli etkenlerinden biri olan karbondioksit oranı hiçbir azalma belirtisi göstermiyor.
Hawaii Mauna Loa Gözlemevi, atmosferde küresel ısınmaya neden olan karbondioksit oranının insanlık tarihi boyunca ölçülen orandan milyonda 410 partikül daha fazla olduğunu Salı günü ortaya çıkardı. Ve atmosfer daha fazla ısıyı emmeye devam ettiği için, Dünya’nın iklimi son 50 milyon yılda görülmemiş sayılara hızla yaklaşmakta.
Bu sayı artacak gibi görünüyor, çünkü ısının atmosferden çıkışını engellediğinden küresel ısınmanın başlıca etkeni olan karbondioksit salınımlarının gezegenden yok olması yaklaşık 20 ile birkaç yüz bin yıl arasında sürebilir. Son üç yıldır küresel karbon salınımısabit kalmış olmasına rağmen bu salınımları yok etmek oldukça zor.
Oranda artış
Sanayi Devrimi’nden önce karbondioksit oranı milyonda yaklaşık 280 partiküldü. Ancak Mauna Loa Gözlemevi 2013’te karbondioksit oranının sürekli milyonda 400 partikül standardını aştığını ortaya koydu. O zaman bile bu ölçüm sıra dışıydı, çünkü atmosfer son 10-15 milyon yılda hiç bu kadar çok karbondioksit içermemişti.
195’ten fazla ülke, küresel ısı artışının 2 derecenin (Celcius) altında tutulmasını amaçlayan Paris İklim Anlaşması’na göre sera gazı salınımlarını azaltacağına dair söz vermişti. Bu yeni karbondioksit ölçümü, çaba göstermenin işe yaradığını düşünen insanlar için iyi bir haber değil.
Yeni Zelanda’daki bir okulda pantolon, şort, Kilt ve pantolon etek cinsiyete bakılmaksızın her öğrenci tarafından giyilebilir.
Yeni Zelanda’nın güneyindeki bir okul, okul forması kurallarını değiştiriyor böylece öğrenciler cinsiyet fark etmeksizin pantolon ya da etek giyebilecek. Dunedin North Intermediate School, bu kararı bazı kız öğrenciler okul idaresine pantolon giymelerine izin verilmediğinden dolayı şikayette bulunduktan sonra aldı. Okul öğrencilerine pantolon, şort, Kilt ve pantolon etek olmak üzere farklı forma imkânları sunuyor. Üstelik kız ya da erkek diye ayrım yapılmaksızın.
Telif: Heidi Hayward
Okul müdürü Heidi Hayward, The Otago Daily Times’a verdiği röportajında kız ya da erkek üniforması ayrımı yapmadıklarını söyledi. “Geçen sene bana kafa tutan birkaç öğrenci vardı. Bana, “Neden biz Kilt giymek zorundayız? Siz pantolon giyebiliyorsunuz. Biz neden giyemiyoruz?” diye sordular. Oldukça mantıklı gelmişti. 2016 yılıydı ve düşündüm ki hâlâ bu klişelere sahip olmamız tuhaftı,” diyor.
Umarız ki öğrencileri destekleyici olan bu tutum dünyada bir farkındalık yaratır ve birçok okul da bu yolu izler.
İlk kez 1993 yılında, “Cinsel Özgürlük Haftası” adıyla düzenlenen İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası, bu yıl 25. yaşını kutluyor. Her yıl gönüllü bir grupla düzenlenen haftanın hem giderlerine destek olabilir hem de etkinlik önerilerinizi yollayabilirsiniz.
İstanbul LGBTİ+ (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks, Artı) Onur Haftası bu yıl 19-25 Haziran 2017 tarihleri arasında gerçekleşecek.
İlk kez 1993 yılında “Cinsel Özgürlük Haftası” adıyla düzenlenen hafta, Valilik engeline takılarak yasaklanmış, hafta etkinliklerine ve Onur Yürüyüşü’ne izin verilmemiş, aktivistler gözaltına alınmış, yurt dışından gelen konuklar sınır dışı edilmişti. Onur Haftası daha sonraki yıllarda da yasaklarla karşılaştı ancak etkinlikler düzenlenmeye devam etti.
Yasaklar karşısında hareketin talepleri ve aldığı toplumsal destek güçlendi ve ilk İstanbul Onur Yürüyüşü 2003’te, Onur Haftası gerçekleştirilmeye başlandıktan tam on yıl sonra yapıldı. O yıl ancak 20-30 kişiyle yapılan bu ilk yürüyüş, her yıl katlanarak büyüdü. 2013 yılında İstiklal’deki yürüyüşe 100 bin kişinin katıldığı ifade ediliyor. 2015 ve 2016 yılında ise Onur Yürüyüşleri beklenmedik şekilde polis tarafından engellendi. Ancak mücadeleyle kararlı olan LGBTİ+ hareketi, 14. Onur Yürüyüşü’nde önce tüm İstiklal’e, ardından da İstanbul’un birçok yerine “dağıldı”.
LGBTİ+’lar ve homofobi/bifobi/transfobi karşıtları bu yıl hem bir arada olmanın hem de LGBTİ+ görünürlüğü ve hakları için sürdürdükleri mücadelenin 25. yılını kutlayacaklar. 30 kişiden 10.000’lere ulaşmanın hikâyesini kulaktan kulağa anlatacak, dinleyecek ve yeniden yazacaklar.
Onur Haftası’da destek olmak isterseniz…
Geçtiğimiz yıllarda kitle fonlaması (crowdsourcing) yöntemiyle hafta giderlerini karşılayan Onur Haftası gönüllüleri, bu yıl da bir çağrı yaparak herkesi hafta için destek olmaya çağırıyor. Onur Haftası’na destek olmak isteyenler Indiegogo sitesi üzerindeki kampanyaya katılarak, diledikleri tutarda maddi destek sağlayabilecek.
Onur Haftası sergisinden sanatçılara açık çağrı
25. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası kapsamında düzenlenecek Onur Haftası Sergisi Nerdeen Nereye, politik olan bireysel, bireysel olan politik olduğu için, hem bedenden hem topraktan yola çıkan “Coğrafya” temasıyla her sanat alanındaki işlerinizi bekliyor. 17 Haziran – 8 Temmuz arasında GaleriBu’da yer alacak sergisinin bir parçası olmak isteyen sanatçılar her türlü sorularını ve başvurularını 31 Mayıs tarihine kadar, nerdeennereye@gmail.com’a gönderebilirler.
İstanbul onur Haftası 2016, Fotoğraf: Ceren Saner
Onur Haftası toplantıları sürüyor
Her sene yapılan çağrıya kulak veren bağımsız bir gönüllü grubu tarafından düzenlenen Onur Haftası’nda kararlar ortaklaşa alınıyor, organizasyon anti-hiyerarşik ve şiddet karşıtı dayanışma modeliyle yürütülüyor. Onur Haftası programına destek vermek isteyenler; panel, forum, atölye, tiyatro, film gösterimi vb. etkinlik önerilerini 14 Mayıs’a kadar istanbulpride@gmail.com adresine yollayabilirler. Onur Haftası gönüllüleri arasına katılmak isteyenler için ise, toplantılar her Çarşamba günü Taksim’de düzenleniyor.
İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’nda neler olacak?
Yıllardır çeşitli tema başlıkları altında düzenlenen haftada, şimdiye kadar Dikkat Aile Var! Tabu, Bellek, Direniş, Temas, Normal ve en son Örgütleniyoruz! temalarıyla şekillendi. Hafta etkinlikleri herkese açık ve ücretsiz olarak gerçekleşiyor. Bu yıl da LGBTİ+ hareketinin gündemini oluşturan sağlık, görünürlük ve anayasal haklar gibi konularda yapılacak forumlar, paneller, tiyatro oyunları ve film gösterimlerine ek olarak, OHAL’e ve her gün artan baskılara rağmen nasıl politik bir aradalığın örülebileceği, bunun için nasıl alternatif yollar bulunabileceği konuşulacak.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü, ülkenin müzik dünyası için önemli kurumlardan biri. Zira son yıllarda pop, rock ve caz gibi alanlarda isim yapmış pek çok müzisyen bu okul çıkışlı. Bu isimlerin sonuncusu Can Kazaz oldu. “Ben Sizden Kaçtım” isimli albüm özellikle vokal, düzenleme ve sözlerdeki kaliteyle öne çıkıyor.
Can Kazaz, İstanbul doğumlu bir müzisyen. 2009 yılında üniversitede fizik öğrenimini bırakarak İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde müzik eğitimi almaya başlamış. Lisans eğitimi sırasında Erasmus değişim programına katılarak Litvanya Müzik ve Tiyatro Akademisi’nde müzik kompozisyon çalışmalarında bulunmuş. Kompozisyon ve orkestrasyon üzerine birçok önemli bestecinin ustalık sınıflarına ve çalıştaylarına katılmış. Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’nden bölüm birinciliği ve yüksek onur derecesiyle mezun olan Kazaz’ın, İsviçre’de düzenlenen Pre-Art uluslararası bestecilik yarışmasında, geliştirmekte olduğu kompozisyon yönteminin ilk eseri olan “Ada”, mansiyon ödülüne layık görülmüştü.
Kazaz, daha önce bağımsız olarak iki uzunçalar, iki kısa çalar albüm, iki de tekli çıkardı, Türkiye’nin en önemli mekânları ve festivallerinde şarkılarını konserlerde icra etti. Can Kazaz’ın, bir rap evveliyatı da var, Kazaz’ın bir rap albümü de bulunuyor.
Kazaz, Nisan ayında uzun zamandır beklenen albümünü çıkardı. “Ben Sizden Kaçtım” isimli albümün genelinde çoğunlukla akustik tarzda ve yaylılar eşliğinde, Kazaz’ın soft vokal tarzıyla birleşen eli yüzü düzgün şarkılar var. Sesini oldukça tasarruflu ama son derece de yeterli kullanıyor Kazaz. Albümdeki söz yazarlığı de yine oldukça kaliteli. Tınılar ve sözler, insana hüznün yanı sıra tuhaf bir ferahlık hissi de veriyor, hatta umut. Albümün en büyük iki hit adayı şarkısı ise “Zeliha” ve “Ankara’da Biri Var”. Bu şarkılar albümde ilk dinleyişte öne çıkan, hemen dilde yer eden şarkılar.
Albüm Türkiye müzik piyasasına önemli isimler kazandıran İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’nün müzik paylaşım mecrası BİLGİ Music Label’in (BML), ilk çıkardığı albüm oldu.
Hazırlıkları bir yıl süren albümün kayıtları, İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Babajim İstanbul Stüdyoları’nda gerçekleşti. Tüm söz, müzik ve miksajı Can Kazaz’a ait olan albümün kayıtları yine sanatçının kendisinin ve Ateş Erkoç’un imzalarını taşıyor. Mastering ise Babajim İstanbul Studios & Mastering’den Mirko Ettore D’Agostino tarafından yapıldı.
OHAL uygulamasının 679 sayılı kanun hükmünde kararnamesiyle (KHK) ihraç edilen akademisyenlerden biri olan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü, Doç. Dr. Süreyya Karacabey, geçtiğimiz günlerde Kadıköy’de bulunan İstanbulimproSahne‘de “Dramatik Metinlerde Dönüşümler” dersini verdi. İki gün süren programın birinci bölümünde “Avangart Metinlerin Klasik Dramatik Yapıdan Nasıl Uzaklaştığına İlişkin Örnekler”, ikinci bölümünde ise “Dramatik Sonrası/Postdramatik Olarak Anlandırılan Dönem İçindeki Dönüşümler” konuları işlendi. “Yeni metin”lere ne tür ölçütlerle yaklaşılabileceği, nereden okunabileceği ve sahnelenebileceği konusunda bir atölye gerçekleştirildi.
Daha önce “Tiyatro şimdi başlıyor.” diyen Karacabey, İstanbulimpro Sahne’nin “DTCF her yerde!” sloganıyla ev sahipliği yaptığı etkinlikte, önemli paylaşımlarda bulunarak tiyatroseverlere ve tiyatroya katkıda bulunmaya devam etti.
Programın içeriğini 18. yüzyıl sanatı, Avrupa’daki kurgulama tekniği, felsefe-sanat ilişkisi ve farkı, içerik-form bütünü, Avangart Kuramı, sanat nedir ve sanat nasıl olmalıdır sorularının çıkış noktaları… gibi konular oluşturdu.
Süreyya Karacabey ihraç edildiği zaman öğrencilerinden ve meslektaşlarından büyük destek görmüştü. DTCF Tiyatro Bölümü Başkanlığı, Karacabey’in akademik alanda yerinin tartışılmaz önemine dikkat çekerek “Meslektaşımızın kamu görevine maddi-manevi bütün haklarıyla iade edilmesini talep ediyoruz” diyerek çağrıda bulunmuştu.
“Sanat esinle de sezgiyle de oluşturulur, onları dışarıda bıraktığım düşünülmesin çünkü ben önemserim ama sanatın bilgiyle yapıldığı bir çağdayız ve ne yaptığımızı bilmemiz gerekiyor.”
Etkinlik sonrası “Dramatik Metinlerde Dönüşümler” konusunda bilgi sahibi olmanın önemini ve sanatçıya faydasını şu sözlerle açıkladı:
“Tarihin çeşitli anlarında sanatın uğradığı dönüşümler şüphesiz bir entelektüel bilgi dışında da sanatla uğraşan insanların kendi araçları ve nesneleriyle kurduğu ilişkiyi anlamlandırmaları için zaten elzem gibi bir şey. Çünkü yeni yaptığını, daha önce denenmemiş olduğunu zannettiği şeyi ya da şimdiki zaman içinde bir seyirci beğenisi için bir şeyi nasıl oluşturacağına ilişkin pek çok şeyi bunlardan öğrenecek. Sanatçı için bu bilgilerin işlevsel açıdan da ufkunu açacağını düşünüyorum. Neyi nasıl yaptığını bilmenin çok önemli olduğunun farkındayız. Sanat esinle de sezgiyle de oluşturulur, onları dışarıda bıraktığım düşünülmesin çünkü ben önemserim ama sanatın bilgiyle yapıldığı bir çağdayız ve ne yaptığımızı bilmemiz gerekiyor. Onun için de nasıl bir evreden geçtiğini bilmemizde yarar var. Bu sadece Avrupa’nın evresi değil kendi kültür içinde, kendi yaşadığımız zamanda, kendi yaşadığımız ülkede insanlarla temas kurmanın da bir tarihi aslında.”
Çalışmalarına devam edeceğini de belirten Süreyya Karacabey, hedeflerini ise şöyle açıkladı:
“Ankara’da kurduğumuz dayanışma atölyeleri var. Onları ders kurumlarına çevirme niyetindeyiz zaten. Bu süreçte akademilerde neler oluyor sorusu da bizim sorduğumuz bir soruydu. Bununla birlikte formun konusunda bir karar olmasa da bu şekilde dersler, etkinlikler devam edecek.”
Hayvan sahibi olma ihtimali olan birçok insan var ancak bunların bazıları sahiplenmek için biraz ilhama ihtiyaç duyuyor. Fotoğrafçı Amol Jadhavve sanat yönetmeni Pranav Bhide, Mumbai’deki hayvan sahiplenme etkinliği hakkında farkındalık yaymak adına World For All – Animal Care and Adoptions için güçlü bir kampanya oluşturdu. Ve en önemlisi de etkili oldu!
Yaratıcı ikili, akıllı aydınlatma ve çerçeveleme teknikleri kullanarak, bir fotoğrafın aslında iki fotoğraf içeriği bir dizi optik illüzyon oluşturdu. Sanatçılar fotoğrafları insanların arasındaki negatif (beyaz) boşlukta hayvan şekli oluşacak şekilde ayarladılar.
Hayvan sahiplenme etkinliğinden bir kare. Telif: World For All
Aşırı parlak arkaplan ışığını açtıklarında ve ön tarafa hafif bir destek ışığı yerleştirdiklerinde her şey bir birleşti ve ”Her zaman daha fazlasına yer var. Hayvan sahiplen.” sloganı için uygun ortamı oluşturdu. İnsanlar, Amol ve Pranav‘ın mesajını kulak verdi. Geçen yıla kıyasla etkinliğe katılım %150’ye kadar arttı ve bu katılım 42 hayvanın sahiplenilmesini sağladı.
Avrupa Birliği’nin kalbi olarak tanınan Belçika’nın sevimli başkenti Brüksel, yaklaşık 1 milyon nüfusu ile Benelux-Paris destinasyonlarda sıkça yer almaya başladı.
Şirin birFlaman şehriolarak gözükse de Fransız kültürünün hakimiyeti fazlasıyla hissedilir. Halkın yüzde 80’i Fransızca, yüzde 20’si de Felemenkçe konuşmaktadır. Aslında şehir bir nevi Fransız topraklarında bağımsızlığını ilan etmiş gibidir. Yoğun bir göç dalgasıyla gelen Türkler ve Araplar şehrin nüfusunun büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Şehirde yapılacak şeyler sınırlı olduğundan sadece Brüksel turu yapmak biraz anlamsız gelebilir. Bu sebeple direkt Benelux-Paris turu yapmak daha mantıklı olacaktır.
Şehrin resmi kuruluşu Dük Charles tarafından 10. yüzyılda gerçekleştirilmiş olsa da tarihi 7. yüzyıla dayanmaktadır. Yüksek Orta Çağ döneminde (11. yüzyıl), şehir sınırlarını belirlemek ve baskınları önlemek adına duvar ekleme ihtiyacı duyulmuştur. 12. yüzyıl sonlarında ise ticaret alanında adından sıkça söz ettirmiştir. 15. ve 16. yüzyıl dönemlerinde inşa edilen Belediye Binası ve Kraliyet Sarayı ile mimarisinde gelişme sağlamıştır. 17. yüzyıl başlarında, Fransızlar tarafından yaşanan ”yıkım” şehri tahribata uğratmış, kısa bir toparlanma sürecinden sonra tekrardan yükselişe geçmiştir. 1830’larda Belçika’nın bağımsızlığını kazanması ile birlikte şehirde modernleşme süreci başlamıştır.
Görmeden Gelmeyin!
Grand Place Meydanı
1998 yılından bu yana UNESCO Dünya Miras Listesi‘nde yer alan bu görkemli meydan, turistler tarafından en sık ziyaret edilen yerlerden biridir. Meydan çevresinde ihtişamlı Belediye Binası, City of Brussels Müzesi, Belgian Brewers Müzesi ve birçok barok-gotik yapılar bulunmaktadır. Soluklanmak için sevimli ufak barlarda oturup soğuk biranızı içebilirsiniz.
Hôtel de Ville (Town Hall)
Orta Çağ’ın en görkemli Gotik mimarilerinden biri olarak inşa edilen yapı Belediye Binası olarak kullanılmaktadır. 1420 yılında tamamlanan bina, 96 metre asimetrik kulesi ve ön cephesindeki Aziz, Soylu ve Alegorik figür heykelleri ile ihtişamı yansıtmaktadır. Mevcut heykeller röprodüksiyon olup, asılları KingHouse’da korunmaktadır. 1695 yılındaki Fransız baskını sırasında çıkan yangın, birçok arşiv ve koleksiyonları yok etmiştir. Grand Place Meydanı’nda yer almaktadır.
Giriş Ücreti: 5 Euro
Manneken Pis
Brüksel’in popüler simgesi haline gelmiş bu işeyen çocuk heykeli bronzdan yapılmış. Birden fazla hikâye türetiliyor bu çocuk ile ilgili. En bilindik olanı ise savaş sırasında fitili yanan bombayı işeyerek söndürmüş sözde ve bir faciayı önlemiş. O günden beri kahraman olarak ilan edilmiş. Heykel ile ilgili birçok aksesuar satışa sunuluyor. Hatta bu çocuğun kendine ait 800 adet kıyafeti de bulunmakta; özel günlerde, milli bayramlarda giydirilip podyumda yerini almaktadır.
Atomium
Brüksel şehir merkezine 7 km mesafede bulunan simgesel anıt, 1958 tarihli Brüksel Dünya Fuarı için yapılmıştır. Demir kristalinin 165 kez büyütülmüş halini simgeleyen anıt, 102 metre uzunluğunda, dokuz çelik kürenin birleşiminden oluşmuştur. Eserin 6 ay durması planlanırken daha sonra günümüze kadar Belçika’nın simgesi olarak kaldı.
Giriş Ücreti: 12 Euro (Atomium + Mini Europe olarak alırsanız 24 Euro gibi rakam öderseniz)
Mini Europe
Şehir merkezine 8 km mesafede bulunan minyatür park, önemli binaların 1:25 ölçekli haline getirilmiş minyatürlerini sergiler. Eyfel Kulesi, Big Ben ve Grand Place görülecek örnekler arasında. 1989 yılında açılan park, 350 adet yapısı ile büyük küçük herkesin ilgisini çekecek nitelikte.
Giriş Ücreti: 15 Euro (Atomium + Mini Europe olarak alırsanız 24 Euro gibi rakam öderseniz)
Parc du Cinquantenaire
1880 yılında tamamlanmış 30 bin hektarlık park soluklanmak için ideal bir yer. Geniş çimenlik alanı, anıtsal yapıları ve içerisinde bulunan Kraliyet Savaş Müzesi ile Araba Müzesi görülmeye değer. Grand Place meydanına 13 dakika uzaklıkta. Etkinlikleri kaçırmayın!
Brüksel Mutfağı
Kuşkusuz Brüksel deyince aklımıza önce waffle, bira ve çikolata gelmektedir. 18. yüzyılda Belçika’nın en ünlü ve lezzetli birasını üretmeye başlayan Trappistdünyada birinciliğini ilan etmiştir. Rivayete göre bu birayı (Westvleteren) içmeyen gerçek bir biranın tadına asla varamayacaktır. Poechenellekelder150 çeşit birası ve çikolatası ile muhteşem şölen sunan bir mekân; İşeyen Çocuk Heykeli’nin dibinde. Bir diğeri ise artık markalaşmışDelirium Cafe’dir.
Belçika’da 2 çeşit waffle yapılmaktadır. Bunlardan birisi Brüksel; daha kabarık, hafif ve derin deliklidir. Liège ise daha yoğun, hamur kıvamında, üzeri ise daha karamelizedir. En iyisi için İşeyen Çocuk Heykeli yanındaki Le Funambule ya da Grand Place Meydanı’na 100 metre mesafedeki The Waffle Factory‘egidebilirsiniz.Chocolaterie Rudolf Braun, 1899’dan bu yana en lezzetli ve çeşitli çikolatalarını yapıyor. Brüksel’in kuşkusuz en iyilerinden biri… Yine İşeyen Çocuk Heykeli‘nin yanında konumlanmıştır.
ANSPACH
Şehir meydanına 400 metre mesafede bulunan alışveriş merkezi, ünlü markaların mağazalarını barındırmaktadır.
1 milyon nüfuslu sevimli ve küçük şehir Brüksel, 1-2 günde gezilecek yerler arasında. Yoğun olarak Benelux-Paris turları içerisinde yer alan Brüksel bana daha çok bürokratik yönünü hissettirdi. Avrupa’nın en güvenilir şehirlerinden biri. Göç yoğunluğu ne kadar fazla olsa da bürokrat ağırlığı baskın geliyor. Belli bir saatten sonra kent hayalet şehre dönüşüyor. Özellikle gittiğiniz tarihe dikkat edin. Sert geçen iklim şartlarına denk gelebilirsiniz. Bu yüzden Ağustos ayını tercih edebilirsiniz. Ağustos’un ikinci haftasında 2 bin metrekarelik alana yayılmış meşhur Çiçek Festivali düzenleniyor. Mutlaka programınıza Brugge kentini ekleyin.