Bilimsel icatların artık insanlığın hayat akışının eskisi gibi olamayacağı kadar etki bırakanları sadece masa başında üretilmiş teoriler ya da laboratuvarda yapılmış deneyler değildir. Yaratıcılık; bir durum, olay ya da problemin farklı yönüyle görülmesi ve bu sürecin o durumu olandan daha farklı sonuçlara götürmesidir. Bir şeyi bilmekten ya da bildiğini iddia etmekten ziyade orada bilinecek (başka) ne var diye sorgulamakla başlayan bilişsel bir süreçtir bir şeyi keşfetmek…
Birçok kişi bilimsel yöntemi, veri toplamayı, analiz etmeyi ve bunları yorumlamayı nasıl yapacağını eğitim hayatı boyunca bir şekilde öğreniyor ancak bilimsel yenilik, icat etmek ya da bir şeyleri keşfetmek için bunları bilmek yeterli olmuyor. Yaratmak için hayal gücü, sezgi, ilham ve akla gelen şeylerin darmadağın halde zihinde uçuşmasından sonra artık o durum ya da problemle ilgili her şeyin daha önce hiç görülmemiş ve söylenmemiş bir düzende yerine oturtulması gerekiyor.
Wallas’ın 1926 yılında yayınladığı çalışmasında ileri sürdüğü yaratıcılık teorisinde yaratıcılığın hazırlık, kuluçka, aydınlanma ve doğrulama evrelerinden oluştuğu fikri yaratıcılıkla ilgili bilinen en yaygın teoridir. Bu teoriye göre hazırlık evresi çalışılan konuyla (problemle) ilgili akla gelebilecek birçok düşüncenin zihinde olduğu aşama iken kuluçka evresi başka şeylerle uğraşıp çalışılan konudan uzaklaşarak aynı zamanda bu konuyla ilgili zihni meşgul eden fikirlerden yanlış olanlarını unutmamızı sağlayan oldukça işlevsel bir evredir. Kuluçka evresinde takılıp kalma ve fikirlerini bir sonraki aydınlanma evresine taşıyamama da olasılıklar ihtimalindedir. Ancak yine de bazı insanlarda kuluçka dönemiyle birlikte sezgisel problem çözme süreci devreye girmekte böylece hazırlık ve kuluçka sürecinden geçen fikirlerin ani bir eureka deneyimiyle (Aha! Experience) artık zihinden fışkırmasıyla sonuçlanan aydınlanma evresi yaşanmaktadır. Doğrulama evresi ise artık yeni düşüncenin test edilmesi yani bilimsel yöntemle sınanması aşamasıdır.
Peki, çığır açmış ya da bizi artık eskisi gibi yaşayamayacak hale getiren fikirlerin ortaya çıkmadan önce rüyalarda görüldüğünü söylesek… Rüyanın görüldüğü ortam olan uykuya da değinmek gerekiyor ki uyku ortalama bir günümüzün üçte birini geçirdiğimiz, canlılığa özgü bir aktivitedir. Uyku ve rüyaların hem bellek hem de bedenimiz açısından yararlılığı çeşitli araştırmalarla ortaya çıkarılmışken hem bedensel hem de psikolojik olarak uykuya ihtiyacımız olduğunu kabul edebiliriz. Uykuya psikolojik olarak da ihtiyacımız var çünkü bilinçli haldeyken herhangi bir problem ile ilgili topladığımız her ne varsa bilinçaltı zihnimiz uyku sırasında rüyalar aracılığıyla onları bir araya getirip organize ederek o problemin bellekteki diğer bilgilerle arasında yeni bağlantılar kuruyor.
Rüyaların yaratıcı insanlara nasıl ilham verdiği son yıllarda araştırılmaya başlanmış. Deirdre Barret 2001 yılında yayınladığı The Committee Of Sleep adlı kitabında resim, müzik, edebiyat, atletizm ve bilim alanlarında dünyaca bilinen yaratıcı insanların rüya yaşantılarında keşfettiklerini gerçek hayata nasıl aktardıklarını ve bizlerin de gerçekleştirmek için neler yapmamız gerektiğini anlatıyor. Burada birkaç yaratıcı insanın rüyalarının keşifleriyle olan ilişkisini diğer bir deyişle keşiflerini yapmalarında rüyalarının nasıl etkili olduğunu onların kendi beyanlarından okuyalım.
Mendeleyev’in periyodik tablo rüyası
Dimitri Mendeleyev 1869 yılında kimyasal elementlerin atomik ve kimyasal özelliklerine göre sıraladığı periyodik tablosunu yayınlamadan önce bu elementleri organize edeceği örüntünün mantığını bulmada zorlandığı dönemde masasında uyuya kalmış ve elementlerin sıralamasını rüyasında görmüştür. “Rüyamda tüm elementlerin tabloda olması gereken yerde olduğunu gördüm. Uyandığımda hepsini hemen bir kâğıt parçasına yazdım, sadece bir yerdeki elementi düzeltmem gerekti.”
Niels Bohr’un atom rüyası
1922 yılında Nobel Ödülü almış Kuantum Mekaniğinin öncüsü olarak bilinen Niels Bohr günümüzde hâlâ geçerli kavramlar olan elektronların çekirdeğin etrafında döndüğü ve bir enerji seviyesinden ya da bir yörüngeden diğerine sıçrayabildiğini gösteren atomun Bohr Modeli’ni geliştirmiştir.
Bohr sıklıkla kendisini atomun yapısını keşfetmeye götüren rüyasından “Bir gece aynı gezegenlerin güneşin etrafında döndüğü gibi elektronların da atom çekirdeğinin etrafında döndüğünü gördüm” diye bahsetmiş ve uyandığı gibi laboratuvarına gidip rüyasındaki modele bilimsel kanıt aramaya başlamıştır.
Kekule’nin ouroboros (Kuyruğunu ısıran yılan) rüyası
19’uncu yüzyılda kimyasalların teknik olarak gözlenebilmesi mümkün olmadığından bunların kimyasal özelliklerine bakılarak sınıflandırıldığı dönemde Alman kimyager Friedrich August Kekule benzenin halka yapısını rüyasında gördüğü kendi kuyruğunu ısıran yılan sembolünden ilham alarak keşfetmiştir. Benzer şekilde kimyasal yapıyı formüle ettiği teorisini de yine rüyasında atom ve moleküllerin dönerek bir çeşit dans ettiğini görmesinden esinlenerek ortaya atmıştır.
Einstein’ın görelilik rüyası
Albert Einstein henüz gençlik dönemindeyken gördüğünü belirttiği rüyasını şöyle aktarmıştır;“Geceleyin arkadaşlarımla kızakla mal taşırken tepeden aşağıya kaymaya başladım ama kızağım hızlı ve gittikçe daha da hızlı gitmeye başladı. O kadar hızlı gidiyordum ki ışık hızına yaklaştığımı fark ettim. Tam bu noktada yukarı baktım ve yıldızları gördüm. Daha önce hiç görmediğim renkleri yansıtıyorlardı. Bir huşu hissiyle dolmuştum. O an bir şekilde hayatımın en önemli anlamına bakıyor olduğumu anladım.” Einstein sonrasında tüm bilimsel kariyerinin gördüğü bu rüya üzerine bir meditasyon (derin düşünme) olduğunu ifade etmiştir.
Rüya ve yaratıcılık arasındaki ilişkinin deneysel yöntemle araştırılması şimdilik zor olsa da bu deneyimleri hemen mistik kavramlarla açıklamaya çalışma konusunda aceleci davranmamak gerekiyor. Nitekim rüyalar gelecek hakkında bilgi vermekten çok üzerine kafa yorulan fikirlerin anlamlı bir şekilde birleştirilmesini sağlıyor gibi gözüküyor. Yaratıcı insanlar diğerlerine göre görünüşte ilişkisiz olan şeyler arasında olağan dışı bağlantılar kuruyorlar. Dolayısıyla bu noktada bu insanların deli mi yoksa yaratıcı mı olduğunun anlaşılması zor bir durum. Nihayetinde yaratıcı olan insana yaratıcı diyecek kişilerin, yaratıcı olana nazaran daha pasif, o konuyla ilgili daha bilgisiz ve öngörüsüz olduklarından, ortaya atılan yeni fikirleri yaratıcı bulmaktan ziyade saçma olarak nitelendirdiklerini de biliyoruz. Diğer yandan dini öğretilere ters düştüğü ya da politik ve ticari çıkarlara hizmet etmediği için yok sayılan birçok yenilikçi fikir kendi çağında yerilmiş ancak sonraki dönemlerde değeri anlaşılıp geliştirilmiştir.
Albert Einstein’ın da dediği gibi “Sezgisel akıl kutsal bir hediye iken rasyonel akıl sadık bir hizmetçidir. Öyle bir toplum yarattık ki o toplum hediyeyi unuttu ve sadece hizmetçiyi onurlandırıyor.” Günümüzde de insanlığın ve doğanın faydasına olan alternatif enerji üretimi, kanser ve benzeri hastalıkların önlenmesi ve tedavisi, çevre temizliği, küresel ısınmayla baş etme gibi fikirlerin kapitalist sistemin hesaplarıyla çatıştığını görmek zor değil. O yüzden kendiniz dahil hiç kimse ve hiçbir durumun farklı düşünmenize, hayal kurmanıza hem kendi problemlerinize hem de dünya sorunlarına çözüm üretme potansiyenize ket vurmasına izin vermeyin. Tatlı rüyalar!
Kaynak: Ultra Culture