Marx, metabolizma kavramını kullanırken insan ile doğa arasındaki süreci emek üzerinden değerlendirmektedir. İnsanın doğa ile kurduğu etkileşim ve denetim emek ile bütünleştirildiğinde metabolizma oluşmaktadır. Bu süreçte, kent ve kır düalizminden kaynaklanan bir yarılma yaşanmıştır.
Malthus’un belirttiği gibi salt nüfus-kaynak ilişkisine değil, aynı zamanda tüketim alışkanlıklarına ve üretimin verimliliğinin ne kadar sürdürülebilir olduğuna da bakılmalıdır. Ne var ki, Liebig ve ikinci tarımsal devrimle birlikte, yapay gübreleme sistemine geçilmiş ve toprağın verimi azalmıştır.
Kullanılan yöntemler, anlık verim sağlasa da uzun vadede toprağın özelliğini yitirmesine neden olmuştur. Özellikle kapitalist tarıma geçiş, kent nüfusunun artması ve buna bağlı olarak insan ve hayvan atıklarının toprakta yarattığı kirlilik, toprağın verimliliğinin düşmesinde başlıca etkenlerdir. Bu durum, işçinin ve toprağın sömürülmesine, aynı zamanda Marx’ın deyimiyle “metabolik yarılma” ya yol açmaktadır.
Bu yarılma sonucunda, artık insan doğaya yabancılaşmış ve toprak sömürülebilir bir meta haline gelmiştir. Fakat unutulmamalıdır ki, insan, doğanın metabolizmasına boyun eğmek yerine, onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda denetim altına aldığı ve akılcı yöntemlerle geliştirdiği zaman özgür olabilmektedir. Elbette bu özgürlük, toprağı özel mülkiyet alanı veya meta haline getirmeyi gerektirmez. Çünkü insanın doğadan kopması, insan bedeninin kendi kendini yok etmesinden farksızdır.
Toprağın akılcı yöntemlerle işlenmesi gelecek kuşaklar açısından da oldukça önemlidir. Marx da bu konunun önemine değinmiş, gelecek kuşakların varoluşu ve toprağın yeniden üretiminin kalıcı olmasının toprak ile olan mevcut ilişkilerde mümkün olamayacağını, bu ilişkilerin ancak “geniş ölçekte örgütlenmiş ve kolektif emek tarafından yönetilen” bir tarım sistemiyle mümkün olabileceğini belirtmiştir. Fakat süreç maalesef böyle işlememiştir. Köylü nüfus topraktan koparılmış ve buna paralel olarak da kentsel nüfus hızla artmıştır. Köyden kente göç eden halk, emeklerini satarak geçinmeye çalışan proleter sınıfı oluşturmuştur. Artık kent ile kır, insan ile toprak arasında yaşanan metabolik yarılma daha da derinleşmiş, kapitalizm, toplumu farklı sınıflara bölmüş ve işsiz insan sayısı kentlerde her geçen gün artmıştır.
Gerek ekolojik sorunlardan gerekse kentin kaos ortamından kurtulabilmenin yegane yolu, insanın doğayla bütünleştirilmesi, toprakların sermaye sisteminden uzaklaştırılarak akılcı yöntemlerle üretim yapılabilir duruma getirilmesi ve kırsal nüfusun kendi yaşam alanlarında barınabilir konuma getirilmesinden geçmektedir.