Kurak geçen son birkaç senenin ardından 2015’in ilk yarısı bol yağışlarla geçti. Yağış olup, barajlar doldukça hem kırsal kesimin, hem de kentlilerin yüzü güldü. Ancak yağışlı dönem fazla uzun sürmeyecek. Yarı kurak iklime sahip Türkiye’de aşırı kurak dönemlerin meydana gelme sıklığına baktığımızda durum ortada. Türkiye 1950-1951, 1973-1974, 1988-1989, 1994-1996, 2000-2001, 2006-2008, 2012-2014 yılları arasında kurak dönemlerden geçti. Demek ki 1950’lerden bu yana aşırı kurak dönemlerin arası kısalmış ve bunlar artık 4-5 senede bir yaşanır hale gelmiş. Bunun anlamı şudur: Bir iki seneye yine susuzlukla karşı karşıya kalacağız.
Kronik hale gelen susuzluk özellikle büyük şehirleri artan bir şiddette etkileyecek. Dolayısıyla belediyeler de su arzını artırıcı projeler peşinde. Çoğu belediye tasarrufu ve suyun verimli kullanımı meselesini gündemine bile getirmiyor. Zira bunu başarmak uzun erimli ve sistemli bir çaba gerektiriyor. Büyük projeler ise belediyelerin başarı hanesine yazılan, kısa vadede ekonomik kazanç getiren gösterişli araçlar. Nitekim geçtiğimiz Mayıs ayında İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Kadir Topbaş, İstanbul’da deniz suyundan içme suyu üretme çalışması başlatacaklarını belirten bir açıklama yaptı. Demek ki İstanbul sürekli artan su talebini sadece civar kentlerdeki akarsulara baraj yapıp, kanallarla kendine taşıyarak değil, aynı zamanda desalinasyon tesisleriyle de karşılayacak.
Bu kadar önemli bir karar şüphesiz ki sadece İstanbul’u değil, Marmara ve Karadeniz’i etkileyecektir. İstanbul on yıllardır artan bir hızla civar kentlerin ve denizlerin kaynaklarını kendine akıtmakta. Ancak Topbaş’ın açıklaması daha büyük bir tehlikeye işaret diyor. Topbaş şöyle diyor: “Biz İBB olarak böyle bir teknolojiyi getirirsek, Türkiye’de ihtiyacı olanlar gelir bizden alır. Biz de gerektiği zaman bunu genişletir, büyütürüz.” Yani amaç sadece İstanbul’un değil, koca ülkenin de su ihtiyacını denizden karşılamak. Peki, buna hangi deniz dayanır? İşte bu sorunun cevabı için önce suyu tuzdan arındırma teknolojisi yani desalinasyona bakmak gerek.
Desalinasyon nedir?
Aslında oldukça eski bir teknoloji olan desalinasyon, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde modern tesislerde uygulanmaya başlandı. Dünyada günde 77,4 milyon m³ deniz suyu, tuzundan arındırılarak kullanılıyor. 150’den fazla ülkede 60 bin civarındaki desalinasyon tesisi kurulu durumda.
Bu teknoloji en çok Orta Doğu gibi temiz tatlı su sıkıntısı çeken coğrafyalarda kullanılmakta. Ancak, ilk bakışta mucize çözüm gibi görünen desalinasyonun ekonomik maliyeti de, ekolojik maliyeti de oldukça yüksek. Kurulması milyon dolarları bulabiliyor. Enerji karnesi de sorunlu olan desalinasyon teknolojisinde 1 m³ temiz su üretmek için 3 kWh enerji kullanılıyor. Bu normal şebeke suyu için kullanılan enerjiden çok daha fazla. Maliyeti yüksek olan suyun vatandaşa ucuza satılması düşünülemez elbette. Dolayısıyla suyun daha da pahalanıp, yoksul vatandaşın suya erişiminin kısıtlanması da söz konusu. Üstüne üstlük sudan ayrılan tuz deniz ekosistemine geri veriliyor. Bu da deniz ve kıyı canlılarının hayatlarını olumsuz etkiliyor. Deniz sıcaklığı yükseldikçe bu yoğunluk daha da artıp, denizdeki pek çok canlının yok olmasına neden oluyor. Ayrıca desalinasyon sırasında çok fazla sayıda farklı kimyasal madde kullanıldığı için de deniz ek bir kirlilik yüküyle karşı karşıya kalıyor.
Türkiye’de desalinasyon
Türkiye’de ise desalinasyon yaygın şekilde kullanılmıyor. Ancak büyüyen kuraklık ve artan kentleşme ile birlikte desalinasyon özellikle kıyı bölgelerindeki turistik tesislerin, belediyelerin, demir, çelik ve tekstil gibi sanayi tesislerinin ilgisini çeken bir teknoloji haline geliyor. Örneğin Balıkesir’e bağlı Avşa Adası Belediyesi vatandaşa birkaç senedir tuzundan arıtılmış su veriyor (4000 m³/gün). Bunun gibi örnekler gittikçe çoğalıyor. Nitekim İstanbul’un su sorunun da deniz suyu ile çözülmesi için adımlar atılıyor.
Desalinasyon felaketin başlangıcı olur
Türkiye’de kuraklık şiddetlendiğinde yağmur yağdırmak için bulut tohumlamadan tutun da ek barajlar ve su kanalları yapmaya kadar pek çok öneri ısıtılıp önümüze getirilir. Şimdi de sıra deniz suyuna gelmiş olmalı. Tatlısu kaynakları azaldıkça deniz suyundan medet uman çözümleri daha sıklıkla duyacağız. Gelecekte şebeke suyu arıtılmış deniz suyundan ibaret bile olabilir. Nasıl olsa şebeke suyu artık sadece temizlik amaçlı kullanılıyor. İçme suyu ise ambalajlı su sektörü tarafından karşılıyor. “Kullanan öder” ve “tam maliyet” prensipleri gereği, suyun kaynağından musluklarımıza kadar geldiği süreçte yapılan her masraf belirli oranda bir kâr payı da eklenerek vatandaştan geri alındığı için suyun kullanımı daha da pahalanacak. Bu da yoksul kesimin suya bütçesinden daha fazla pay ayırması anlamına gelecek. Bunun sonucunda su hakkı ihlalleri artacak. Hem İstanbul’un sürekli artan su talebi, hem de belediyenin deniz suyunu tüm ülkeye satma planları hem Marmara’daki hem de Karadeniz’deki tüm canlı yaşamını yok edecek.
Ne yapılmalı?
Devlet ve belediyeler sorgusuz sualsiz su arzını artırmak yerine, var olan suyu tasarruflu ve verimli kullanmayı sağlamalı. Evlerimizde mutfak ve banyolarda kullanılan gri suyun arıtılması ve yeniden kullanımı için gerekli altyapı çalışmalarına öncelik verilmeli. Örneğin İstanbul’da günlük su tüketimi 2,5 milyon m3’ten fazla. Bu miktarın %90’dan fazlası da evsel kullanıma gidiyor. Evlerde banyo ve mutfakta kullanılan gri su arıtılıp yeniden kullanıma sokulsa, her hanede ortalama yarı yarıya bir su tasarrufu olacağı ön görülüyor. Demek ki bu yöntemle İstanbul’un su ihtiyacı neredeyse yarıya indirilebilir. Aynı şekilde yağmur suyundan da faydalanılabilir. İstanbul gibi betonlaşmış kentlerde yağışın neredeyse tamamı toprağa değmeden beton üzerinden akarak ya doğrudan denize, ya da kanalizasyon sistemine gidiyor. Yani hemen hiç arıtmaya tabi tutulmadan bile kullanılabilecek yağmur suyu, pis suyla birleşip kullanılmaz hale geliyor. Bu suyun toplanması ve basit bir arıtmayla kullanıma sunulması hem enerjiden, hem de masraftan tasarruf sağlamayı getirecektir. Su verimliği de düşünülmesi gereken bir sorun. Daha az su kullanarak daha fazla ürün ve hizmet, günümüz belediyelerinin şiarı olmalı.
Melen Çayı’na ikinci isale hattı çekmek, Ergene Havzası’na yeni barajlar kurmak, Sakarya’dan su çekmek ve Karadeniz kıyı hattını desalinasyon tesisleriyle doldurmak su varlıklarımızın hızla tükenmesine ve kirlenmesine neden olacaktır. Susuzluğun ortadan kalkması için Karadeniz ve Marmara havzalarının bütünüyle korunması ekseninde politikalar izlenmeli ve hayata geçirilmeli. Merkezi ve yerel yönetimleri böyle bir korumacı anlayışı geliştirme ve uygulama konusunda itecek mekanizmalara ihtiyaç var. Örneğin Türkiye’den Samsun Doğa ve Yaban Hayatı Koruma Derneği’nin yürüttüğü, Avrupa Birliği tarafından desteklenen “Temiz Nehirler – Temiz Deniz Projesi” Türkiye’yi Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Gürcistan’dan sivil toplum kuruluşlarıyla bir araya getirip, hükümetlere koruma görevini hatırlatmak için birçok faaliyet yürütüyor. Denizlerimizin sürdürülebilirliği belediyelerin ya da hükümetin değil, sivil toplumun doğayı koruma yönündeki bu mücadelelerine bağlı.