Tekrar

-

Hiçbir amacı olmadan bütün bir öğleden sonra sakince dolaşmanın kendisine yeteceğini
düşünmüştü. Sevmişti bu amaçsızlığını. Aklında, nereden okuduğunu hatırlayamadığı bir dize
dolaşıyordu. Yumuşacık bir sesin ancak çiçek çocuklara verebileceği, allı pullu bir hediyeye
benzeyen bir dize. O yürüdükçe, kendini sürekli hatırlatan dize, bir sessizlikle dökülüyordu
kaldırımlara, adımlar boyu yayılıyordu. İçinde böylesine sessizce akarken dize hükümsüz
sayılırdı. Bir bakan olsa, kendi sessizliği içinde tutuk, hiç saçı okşanmamış yetim bir çocuğu
andırırdı. Dile dökmedikçe elinden tutmuş sayılmazdı şiirin biliyordu bilmesine de yine de bütün şiirler gibi ses olmayı bekleyen şiiri tutmayı marifet sayıyordu.

“Hiçbir şey değiştiremez,” dedi dile gelmeyen bir dize. Gün içinde yaşananların en az bir
kere başka birine anlatıldığına dair, bilimsel araştırmalara dayanan bir anekdot geldi aklına. Her şeyin yeni bir biçim alarak sürekli kendini tekrarladığı bu dünyada o da belki bugüne dair içinde bir yerlerde sürgün vermiş, yeşermiş, filizlenmiş bu dizeden bahsetmeliydi. Gözleri yolun karşısındaki dükkanın önüne attıkları sandalyelerde oturan ilkokul arkadaşlarına takıldı. Bir bakışsızlıkta anlaştılar. Atkısını iyice doladı boynuna. Aynı yerlerin, tanıdık yüzleri arasından içinde bayrak bayrak bir dizeyle geçerken atkısının arkasına saklandı. Tenine dokunan yumuşacık yünün yüzüne verdiği şefkati kendi çocuğundan, şiirinden esirger gibi gizlendi atkısının arkasına. Bir gözleri kalana dek gizlendi. Tam o sıraydı; koca elli, koca gözlü bir adam geçti yanından, elinin içinde kaybolmuş bir çocuk elini çekiştirerek, kızarak, homurdanarak geçti. Dizesini üflese yumuşatabilir miydi kalbini? Bir dizeyle yumuşar mıydı kalpler? Nedense durdu adam, tuttuğu çocuğunu kucaklayıp omzuna oturttu.

“Dikkat et bu gece dolunay var. Mehtap uyanmasın.” dendiğini ve bir gülmedir yanından
geçtiğini duydu. Kaldırımı dolduran üç kişinin yanından yola attı kendini. Kaldırım bile dar
geliyordu sanki yalnız yürüyene. Bu durumda nasıl bir dizeden bahsedebilirdi?
“Evelallah çok dolunay gördük dikkat ederiz etmesine de biz kurda dönüşen adamlardan
çok adama dönüşmüş kurtlardan çekiyoruz.” dedi incecik bir kadın sesi. Ses, kulaklarından içine aktı. Burnunun ucunu turuncu atkısından çıkarıp, kâküllerini yana çekti. Bir an, gün ışığı aldı gözlerini, kaldırıma döndü yeniden. Sessiz bir gölgeye dönüşmemiş kadınlar için nice dizeler söylenmeliydi. Demedi de bildi bunu.
Köşeyi döndüğünde, yol üstü kafelerden birinin önünden geçerken bir ses; “vardı hep anlatacak bir şeylerimiz ama ben hep seni düşündüm. Biliyor musun?” dedi. Başka bir sesin: “Biraz önce seni şu aynaya yansırken izledim de bir kere daha aşık oldum. Yanına geleyim derken, merdiveni görmemişim. Az kalsın, kolumu, bacağımı kıracaktım aşkım. Bak elimi çarptım.” demesini, masada sevgilisine sarılan kadının, “ah canım benim, neresi, göster öpeyim de geçsin.” demesi izledi. Bu sesler de kayboldu köşeyi dönerken.

Ardı ardına dizilmiş tespih tanelerine benzeyen günün içinde sevdi bu coşkunluğu. Çarşının kalabalığı içinde hayat, her gün temize çekilebilecek bir şeyi andırıyordu. Kimsenin kimse hakkında aslında bir şey bilmediği eğlenceli bu yerde, bazen büyük trajedilere bakan insanların, “bu nasıl bir dünya,” diye birbirlerine üşüyen civcivler gibi sokuldukları geçti aklından. Çok az meselenin büyütüldüğü, saçma sapan alınganlıkların kırk yıl sonra bile hatırlandığı, bir şeyler yenilen, içilen, gülünen, konuşulan, hacet edilen bu yerde olanların bir tekrarı var mıydı?
Tepsi dolusu buharı tüten çayın masalara bırakılışının, vitrinde uyuklayan kedinin uykusunun, iki metrekare dükkanda tak, tak, çekiç sesleriyle kundura tamir eden ayakkabıcının müşteriye gülümserkenki halinin yansımasının bir tekrarı var mıydı?

Neyi tekrar anlatmalıydı? Elindeki kağıtla adres soran yaşlı hanımteyzenin ürkekliğini mi? Mantosundan sarkan ipliği koparmaya çalışan kadının yüzündeki ciddiyeti mi? İçinden taşmak isteyen dizeyi nasıl söylemeden gezdirdiğini mi?

Gün içinde olanları, her kim olursa olsun, allayıp pullayıp anlatınca mı hafifliyordu insanlar? O da mı hafiflemeli, anlatmalı, anlatmalıydı? Tam bu sırada çalmakta olan telefonunu duydu. Anlatmayla ilgili söylenen bilimsel veriye uygun davranacak, eli telefonunu çantasında ararken çıkan sesleri, çöpü karıştıran karganın gagasının takırtısını, çığlık çığlık martıları, kulağına yapışan klaksonu, o an duyduğu, duyabildiği tüm sesleri, yazsa roman olabilecek her şeyi, her kim olursa olsun anlatacak, anlatacaktı. Bunu yapmasa bile, arayana, muhakkak, tekrar, tekrar, bıkmadan, usanmadan, defalarca, o rengarenk dizeyi söyleyecek, tekrarlayacak, tekrarlayacaktı.
Oysa konuşma çok kısa sürdü: “Ayda dokuz liraya ek paket almak ister misiniz?”

“Hayır, teşekkürler.”

 

SON YAZILAR

Rüzgargülleri ve Duvarlar | Öykü

Artık cenaze törenlerine gitmiyorum. En son bizim güvenlik görevlisinin annesininkine gittim. Her zamanki gibi avlunun en ücra yerine gidip geleni gideni izlemeye başladım. Bir kadın,...

Çiy damlası | Öykü

Güneş Hoca yine saçma sapan atıp tutmaya başlıyor. Dayanamayıp söz alıyorum. Bu sefer Zeus gibi şimşeklerini bana çeviriyor. Tam yerimden fırlayıp sınıftan çıkacağım. "Çiy damlası...

Ölenle Ölünmüyor | Öykü

Vallahi günler nasıl geçiyor hiç anlamıyorum Semra ablacığım. Düşündüm de ne kadar oldu rahmetliler gideli? Yedi bilemedin sekiz ay olmuştur. Senin torun bile yürüyecek neredeyse....

ÇOK RİCA EDİYORUM

  Bakın, ben dramaların hatta romantik komedilerin ayrılık, kavga, küslük sahnelerine dayanamam. İleriye sararım o sahneler bitsin diye.  Kavuşma, barışma sahnelerini ise defalarca izlerim. Hepsini değil...

ÇOK OKUNANLAR

95,278BeğenenlerBeğen
17,593TakipçilerTakip Et
22,156TakipçilerTakip Et
243AboneAbone Ol