Konuk Yazar: Kerem Özel
Stuttgart’ın ödenekli olmayan kültür-sanat kurumlarından Theaterhaus Stuttgart’ın iki yılda bir temmuz ayında düzenlendiği Colours, henüz üç yaşına basan çok yeni bir uluslararası dans festivali. Ancak yeniliğiyle ters orantılı olarak festival bu yıl günümüzün popüler koreograflarının dünya prömiyerlerinden çağdaş dans tarihinin klasiklerine çok iddialı bir programla seyirci karşısına çıktı. Bu yüksek niteliğin sağlanmasında sanırım en önemli faktör festivalin iki genel sanat yönetmeninden birinin koreograf olması. Bu koreograf, aynı zamanda Theaterhaus Stuttgart’ın bünyesindeki dans topluluğu Gautier Dance’in başında olan Eric Gautier’den başkası değil.
16 günlük bu yılki programda 20 dans gösterisi vardı. Bunlardan en önemli ve heyecanla bekleneni, Stuttgart’ta yapacağı dünya prömiyeri sonrasında, gösteri sanatları dünyasının Kabe’si niteliğindeki Avignon Festivali’nin en prestijli mekanı Papalar Sarayı Avlusu’nda sahnelenecek olan, Akram Khan’ın “Outwitting the devil” adlı son yapıtıydı. Festival aynı zamanda bu yapıtın ortak yapımcısı olduğu için Akram Khan ve ekibi prömiyerden 10 gün önce şehre geldi ve son provaları festivalin mekanlarında yaptı.
Genç koreograflara alan açmak: Meet the Talents
Festival programı sadece gösterilerden oluşmuyor, bir çok farklı konseptte etkinliği de içeriyordu. Bunlardan en ilginci “Meet the Talents” (Yeteneklilerle Tanışın) etkinliğiydi. Bu etkinlik kapsamında Eric Gautier dünyanın farklı yerlerinden seçtiği altı genç ve gelecek vaat eden koreografa (Arianna Benedetti, Eyal Dadon, Valerio Longo, Norge Cedeño, Po-Cheng Tsai ve Nadav Zelner) kısa yapıtlar üretmeleri için topluluğunun dansçılarını emanet etmekte kalmadı, bu altı işin festivaldeki dünya prömiyeri gösterisinden önceki hafta her gün provaların 18:00-21:00 arasındaki kısmını seyircilere ücretsiz olarak açtı. İçinde, farklı seyirci kapasiteli dört salon bulunan Theaterhaus Stuttgart binasına gösteri saatinden biraz erken geldiğinizde veya o akşam seyredeceğiniz iki gösteri arasında, meydan sahne tipinde düzenlenmiş dört bir tarafında seyirci tribünleri olan mekana girip “Açık prova”yı izleyebiliyordunuz. Gerek seyirciler gerekse de alandan sanatçılar, eleştirmenler ve öğrenciler için festival kapsamında bitmiş bir dans gösterisini sahnede seyretmenin yanısıra, kısa metrajlı da olsa altı yapıtın sahne arkasına ve yaratım sürecine tanık olmak oldukça heyecan vericiydi. Stuttgart seyircisi de kendilerine tanınan bu imkanı değerlendirdi ve tribünleri hiç boş bırakmadı.
Festivalde konuk olduğum üç gün boyunca, “Meet the Talents” provalarının yanısıra dört gösteri seyretme imkanım oldu.
Hip-hop ile Barok’un uçucu birleşimi: Folia
Geçen yılki İstanbul Tiyatro Festivali’nin kapanış gösterisi “Pixel”in koreografı Mourad Merzouki, 2018 tarihli işi “Folia” ile Colours’daydı. Break dans, hip-hop gibi sokak dansları geleneğinden gelen Merzouki “Folia”da bu dans türlerinin gündelik ve dinamik estetiğiyle Barok müziğin enerjik ve ilahi şiirselliğini birleştirmeye çalışmıştı. Ancak 15 dansçı ve sekiz müzisyenden oluşan geniş kadrosuyla “Folia” bir dans işinden ziyade, hareketli dekorları, çok renkli ışıkları ve kostümleriyle adeta bir şov gibiydi. Barok müzik özgün haliyle değil, elektronik müzikle harmanlanarak, yani dönüştürülerek sunuluyordu. Hip-hop koreografileri ise Merzouki’nin özellikle ünlendiği ilk yıllardaki işlerinde olduğu kadar nitelikli bir seviyede değildi. Yapıt dramaturjik bir altyapı da içermiyordu; etkileyici ve bildik Barok müzikler ile gözalıcı hip-hop/break dans hareketleri yan yana getirilmiş, “best of” mantığında arka arkaya dizilmişti. Yapıtın son sekansına hakim ancak bütünü ile alakasız olan semazen dansı ise, ülkemizdeki bazı eğlence mekanlarında içi boşaltılıp koflaştırılarak kitle turizminin hizmetine sunulan Sema törenlerini hatırlattı bana. “Folia” maalesef Barok müziğin ve sokak danslarının derinine ve felsefesine inmeden kotarılmış, tüketilirken keyiflendiren ancak bittikten hemen sonra hafızada iz bırakmadan silinen, uçucu ve yüzeysel bir çalışmaydı.
Çin’den bir çağdaş dans denemesi: From IN
Şangaylı yeni çağdaş dans topluluğu Xien Xin Dans Tiyatrosu, Avrupa turnesi kapsamında Paris’ten önce “From IN” ile Colours Festivali’ndeydi. Topluluğun kurucusu ve ünlü Fas asıllı Belçikalı koreograf Sidi Larbi Cherkaoui’nin eski dansçılarından olan Xien Xin aynı zamanda yapıtın koreografıydı. 60 dakikalık “From IN”, teknikleri ve fizikaliteleri güçlü dansçılara rağmen bildik çağdaş dans hareket vokabülerini kullanan, bu nedenle de Avrupa’daki bir çok benzerinden farklılaşamayan, dolayısıyla sadece sıradan koreografisiyle değil, yine Avrupa çağdaş dans sahnesinde çokça karşımıza çıkan ambient müzik kullanımı ve atmosferik ışık tasarımıyla da özelleşemeyen, etkisi zayıf bir işti.
İllüzyon ile hareket tasarımını harmanlayan koreograf: Philippe Saire
Festival ünlü İsviçreli koreograf Philippe Saire’i iki yapıtıyla, “Hocus Pocus” ve “Black Out” ile konuk etti. Saire’in aslen 7-11 yaş arası çocuklar için tasarladığı, ancak çocuklar kadar büyüklerin de ilgisini çeken 2017 tarihli “Hocus Pocus” adlı işi Avignon Off ve Edinburgh Festivali dahil olmak üzere iki yıldır Avrupa’nın bir çok şehrine ve festivaline konuk oluyor. Ben “Hocus Pocus”u geçen yaz sonunda Zürich Theaterspektakel’da seyretme imkanı bulmuştum. Stuttgart’ta ise Saire’in 2011’den beridir sahnelenmekte olan “Black Out” adlı işini izledim.
Önce kısaca “Hocus Pocus”dan bahsetmek isterim. Bu yapıtta iki erkek dansçı, kara sahne-ışık perdesi ilüzyon tekniğiyle oluşturulan kara delikten bedenlerinin uzuvlarını ve çeşitli aksesuarları çıkararak ve her an seyircinin koordinat algısını (oryantasyonunu) altüst ederek, sihirli bir dünya yaratırlar. Bütünden soyutlanmış beden parçaları önce kendilerinden bağımsız imgeler olur, sonra birleşip iki insanı yaratır, sonra da bu iki insan birbirlerine rakip olur.
“Hocus Pocus”un çok belirgin bir anlatı çizgisi yoktur, dolayısıyla yapıt her seyircinin seyrettiğini kendi hayalgücüyle tamamladığı uçu açık bir seyir önerir. Şahsen ben 45 dakika boyunca gözlerimin önünden geçen imgelerle; Edvard Grieg’in hayalperest tınılı Peer Gynt Süiti eşliğinde denizin derinliklerinden gökyüzüne, Habil ile Kabil’in hikayesinden Ortaçağ şövalyelerine, balinanın karnındaki Yunus peygamberden gerçeküstü kabuslara yolculuk ettim.
Philippe Saire “Black Out”ta da, “Hocus Pocus”da olduğu gibi ışığı ve siyah rengi kullanıp illüzyon yaratarak seyircinin algısıyla oynuyordu, ancak bu sefer seyirciler için sıradışı bir seyir açısı da tanımlamıştı. Seyirciler kare planlı, çevresi insan boyunu geçen duvarlarla çevrili oyun alanına yaklaşık iki metre yükseklikten ve dört bir yönden bakıyordu.
Işıklar açıldığında beyaz renkli zeminin üzerinde deniz havlularıyla yatmakta/güneşlenmekte olan mayolu üç insan vardı aşağıda. Yerde yatar vaziyette hareket etmeye başladılar önce, çok uzaktan geçen bir cenaze bandosunun sesi duyuldu derinden bu sırada. Sonra bir anda tepeden siyah kum öbekleri düşmeye başladı, sanki dünyanın sonuydu. Üç figür gökten yağan kara kumlarla/küllerle baş etmek için evrim geçirdiler, bütünüyle siyaha dönen zeminde onlar da siyaha bürünüp varolma savaşı verdiler ve sonunda sanki yer göğe dönüştü, onlar da gökteki yıldızlara. İnsanlığın ışık ile karanlık, madde ile gölge, ölüm ile kalım arasında verdiği savaştı bu belki de.
Bütün bunlar soyut ve grafik bir dilde ifadesini buldu; mayoların ve havluların siyah-beyaz desenleri ve dansçıların yatar vaziyette bacak ve kollarının zemine yapışık hareketleriyle siyah kumda oluşturdukları desenlerden ilk(el) kültürlerin zanaatkarlıklarına, Nazca çölündeki çizgilere, Action Painting’e, Franz Kline’a ve Keith Haring’e uzanan çağrışımlar yaptı zihnimde.
“Black Out” çağdaş dans ile performans sanatı disiplinlerinin soyut ekspresyonist bir tarzda biraraya geldiği, kullanılan bütün materyal ve immateryal öğelerin illüzyonist bir hünerle gösterilip kaybedilerek tek bir potada ustaca eritildiği, çok güçlü fiziksel etkiye ve yoğun atmosferik duyguya sahip bir yapıttı.
Maguy Marin’den Beckett’in dünyasına bir bakış: “May B”
Festivalin doruk noktalarından biri, Fransa’nın çağdaş dans kraliçesi Maguy Marin’in 1981 yılında tasarladığı ve o zamandan bugüne Fransa içinde ve dışında sayısız turne yapmış olan başyapıtı “May B” idi.
Genç ve tanınmamış bir koreografken Samuel Beckett’e yazıp, eserlerinden serbestçe esinlenerek bir dans yapıtı tasarlamak için izin isteyen, izni almakla kalmayıp Beckett’in davetiyle onunla yapıt hakkında tartışmak üzere biraraya gelen Marin’in bu neredeyse 40 yıllık yapıtı, üzerinden onca yıl geçmiş olmasına rağmen tazeliğinden, vuruculuğundan ve mizahından bir nebze bile kaybetmemişti.
Yapıt başladığında sahnenin her yeri siyah ve kapkaranlıktı. En gerideki kapılar belli belirsiz açılıp sahneye ruh gibi beyaz varlıklar girdi ve dağınık şekilde yerleştiler. Franz Schubert’in “Der Laiermann” isimli lied’i çaldı baştan sona. Sonra yavaş yavaş sahne aydınlanırken, ruhvari figürler belirginleşmeye ve hareket etmeye başladılar. Kadınlı erkekli 10 grotesk figürdü bunlar. Üzerlerinde bir örnek, ten rengi uzun donlu, entarili yatak kıyafetleri vardı.
Her birinin suratlarındaki bazı organlar deforme olmuştu; birinin kulakları kepçe ve büyük, diğerinin burnu uzun, diğerinin burnu kıvrık ve sivri, çoğunun dişleri dökülmüş, hepsinin saçları, üzerleri tozluydu. Akıl hastanesi sakinleri de olabilirlerdi, berduş da, kıyametten “arta kalabilmiş” bir grup insan da.
90 dakika boyunca bu grotesk ama sevimli 10 figür, insan olmanın kaçınılmaz durumlarıyla yüzleştirdiler seyircileri; yalnızlıkla, şehvetle ve şefkat ihtiyacıyla, ihtirasla, kinle, yardımlaşmayla ve açgözlülükle. Marin “May B”de Beckett’ten direkt tek bir alıntı kullanmıştı, “Endgame” (Son Oyun)’dan “Bitti. O bitti. Neredeyse bitecek. Neredeyse bitmiş olmalı.” repliğini, ancak hareket, mim ve anlamsız sesler yoluyla ürettiği özgün sahne dili Beckett’in zamanda kaybolmuşluk ve belirsizlik yüklü absürd dünyasının duygusunu son kertesine kadar biz seyircilere geçiriyordu. Yapıt boyunca müthiş dengeli ve pürüzsüz bir fizikaliteyi, her bedensel detayı incelikle düşünülmüş bir teatrallikle birleştirmiş olan dansçılar dinmeyen alkışlar boyunca da odaklanmış oldukları rollerinden çıkmadılar; insanlığın sonuna dair umutsuzluğu ve kaçınılmazlığı imlercesine…