Ana Sayfa Blog Sayfa 186

Trajal Harrell ve “In the Mood for Frankie” performansına dair

Belli bir noktaya geldikten sonra, yeni şeyler arıyoruz devam edebilmek için. Bu bazılarımız için daha çabuk çabuk bazılarımız için daha uzun vadede olabiliyor ya da hayatın farklı alanlarında farklı arayış ve meraklarla da bağlantılı olabiliyor.

Trajal Harrell’in “In the Mood of Frankie” performansı da bu arayışla ilgili bir iş. Bildiği, tanıdık olanla bilmediği alanlar arasında bir geçiş.

Tanıdık bir şekilde Trajal Harrell’in modaya ilgisi ve modayla ilişkisiyle bağlantılı olarak alanda bir podyumla karşılaşıyor ve etrafına oturuyoruz. Moda şovunda gibi podyumun etrafına, avant-garde bir dans gösterisindeki gibi yere (veya ayakta izleyenler). Harrell ile beraber dansçılar Thibault Lac ve Ondrej Vidlar da yer alıyor performansta. Podyum doğu ve oryantal esinlerle tasarlanmış; mermer görünümlü (hamam), gümüş varaklı kurdelalar, uzun boncuklu tesbih, askılar, küçük halı ve kilim parçalarının birbirine eklenmiş haliyle. En ve tek güzeli belki ufacık kırmızı japon balıklarının olduğu havuzcuk.

Performans boyunca dansçılar hep parmak uçlarında yürüyor veya dans ediyorlar. Topuklu ayakkabı ve podyumda yürüyen bir model imajıyla. Üzerlerindeki ana giysi şort, eşofman ve çamaşır suyu lekeli tişörtler. Bunların üstüne çeşitli kumaş parçalarını taşıyarak, bellerine bağlayarak, ellerinde tutarak podyumda bir taraftan bir tarafa geçişlerini yapıyorlar. Kumaşlar çiçekli, parlak, farklı doku, çeşit ve boyutlarda. Bir süre anlam veremediğimi itiraf etmeliyim. Kumaşlardan ziyade dansçıların parmak ucunda olmaları ve sürekli akışkan, kıvrak ve erotik feminen bir ifadeyle ettikleri dans ve mimikler daha çok gözüme çarpıyor. Latin ve oryantal danslardan esintiler görüyorum. Ancak daha çok kadın rollerinin adımları.

Performansı görme motivasyonum Harrell’in Butoh dansıyla ilgilenmeye başlamasına dayanıyor. Dolayısıyla beklentim bu ifade şeklini arıyor. Ancak bunun sadece dekor olarak kullanılmış olduğunu düşünüyorum.

Dansçıların sadece feminen bir imajla dışarıya bir şeyler sunma hali (kumaş parçaları, etek veya elbise gibi parçalar, ibrik, minik havuza dökülen su), danslarının erotik dışavurumu ve bunun daha çok birilerini eğlendirmek amacı güttüğünü hissettirmesi açıkçası aşağılayıcı bir his uyandırıyor bende. Hem doğunun hem kadının aşağılanması veya dışarıdan yüzeysel bir bakış açısının yansıması. Hele bir kaç ağlama noktası var ki açıkçası “n’olur bunu yapma” diyorum. Daha bir saat önce aynı gösteri yapıldı, biz aynı gün gerçekleşen ikinci gösteriyi izleyenleriz. Ve ağlamak, sadece ühü ühü seslerini çıkarıp yüz ifadesi takınmak suretiyle gösteriliyor.

Spectacle: IN THE MOOD FOR FRANKIE,
Chorégraphie: Trajal Harrell,
Interprètes: Trajal Harrell, Thibault Lac, Ondrej Vidlar,
Lieu: Mona Bismarck American Center, Paris, le 23/11/2016

Bu noktada danstan çıkıp oyunculuğa geçiş yapıldığı ve bunun bu profesyonelliğe rağmen bu kadar amatörce ortaya koyulması hayalkırıklığı yaşatıyor. Amatörlükten kastım deneyimsizlik veya denemeye açık olmak değil, açık açık rol yapmak. Butoh dansının ortaya çıkışı tamamen doğallık ve kişinin özüyle ilişkili halleri ortaya koyabilmesine dayanırken alenen rol yapmanın yine çeşitli kültür ve öğretilere saygısızlık mahiyetinde olduğuna inanıyorum.

Tüm bu ikilemler bir yerde yerleşik olmakla turist olmak deneyimin farkı gibi. Yerleşik olmak o coğrafyanın bürokrasisi, ev sahibi, kiracısı, kuralları, insanları, kültürün sorunlarıyla yüzleşmeyi de barındırırken turistken ağırlıklı iyi vakit geçirmektir deneyim. Bu deneyim içinde o coğrafya size hizmet eder, yaşarken artık içiçesinizdir. Yaptığı işlerle Harrell’in ne kadar yenilikçi ve dansa katkı sağlayan bir sanatçı olduğu inkar edilemez ancak yine de Butoh deneyiminin henüz turistik bir yerde durduğunu düşünüyorum.

‘In the Mood for Frankie’ Almanya Prömiyeri, HAU Hebbel am Ufer, Berlin, Mart 2018

Fotoğraflar: Mona Bismarck American Center, Dancetog-Carole Edrich Dance, Spike Art Magazine

Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi

Abraham Maslow tarafından oluşturulan kişilerin gereksinimleri kuramı, motivasyon kuramları içinde önemli bir yere sahiptir. Bu kurama göre, insanların motivasyonu dış faktörlerden ziyade kişinin kendi içindeki ihtiyaçlara dayanmaktadır. Kişinin içinden gelen bu ihtiyaçlar ise bir hiyerarşi içinde gruplandırılmaktadır. Yani, kişiye dışarıdan gelen ödül veya ceza gibi faktörler, bu kurama göre motivasyon üzerinde çok etkili değildir.

Maslow’un kuramına göre insanların ihtiyaçları sınırsızdır ve insan bir ihtiyacını giderdikten sonra başka bir ihtiyaç ortaya çıkar. Bir ihtiyacı giderme süreci içinde ise tamamıyla memnun olma/hoşnut olma durumu olası değildir. Bu esnada, giderilmemiş ihtiyaç kişi için büyük bir motivasyon kaynağıdır, bireyi güdüler ve birey neyi henüz elde etmemişse ona büyük ilgi gösterir. Fakat, ihtiyaç giderildikten sonra bu ihtiyaca yönelik motivasyon davranışlar üzerindeki belirleyici etkisini kaybeder (Maslow, 1943). Maslow’a ait ihtiyaçlar hiyerarşisi de, alt düzeydeki ihtiyacın karşılanmadan üst düzeydeki ihtiyacın karşılanmasının anlamsız olması ilkesi üzerinde kurulmuştur. İhtiyaçlara ait hiyerarşi basamaklarla/düzeylerle ifade edilmektedir.

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi 5 ana kategoriye ayrılmaktadır:

  1. Fizyolojik İhtiyaçlar: Açlık, susuzluk ve buna benzer temel yaşamsal ihtiyaçlar
  2. Güvenlik İhtiyacı: Dış faktörlerden kaynaklı tehlikelerden korunma
  3. Sosyal İhtiyaçlar: Aidiyet, sevgi, kabul görme, sosyal yaşam vb.
  4. Değer Verilme/Saygınlık İhtiyacı: Statü, başarı, itibar, tanınma
  5. Kendini Gerçekleştirme: Gelişim, bir işi başarıyla tamamlama, yaratıcılık

Şimdi bunları daha detaylı inceleyelim:

1) Fizyolojik İhtiyaçlar

Maslow’a göre, tüm ihtiyaçlar içerisinde en önemli olan ihtiyaç fizyolojik ihtiyaçlardır. Fizyolojik ihtiyacını gidermemiş bir kişi için diğer ihtiyaçların bir önemi yoktur. Aç veya susuz olan bir kişi, öncelikle bu ihtiyacını doyuracaktır ve diğer ihtiyaçlarını doyurmaya yönelmeyecektir (Maslow, 1943).

2) Güvenlik İhtiyacı

Bu ihtiyaç, korunma, barınma, kural ve yasalara uyma gibi gereksinimlere dayanmaktadır, ve buna bağlı olarak kişi korku ve kaygısını azaltacaktır. İnsan tehlikelere karşı savunmadadır ve sahip olduğu şeyleri korumaya yönelik bir güdüye sahiptir. Bu ihtiyaçlar, kişilerarası ilişkiler için de geçerlidir. Yani, insan diğer insanlarla olan ilişkileri için de, bu ilişkiyi korumayı ve güvenli bir şekilde sürdürmeyi istemektedir.

3) Sosyal İhtiyaçlar

İnsanlar tek başına yaşayamazlar, yaşamlarını sürdürebilmek için başkalarının varlığına gereksinim duyarlar. Başkalarıyla birlikte yaşama, başkaları tarafından kabul görme, arkadaşlık, sevme ve sevilme gibi sosyal ihtiyaçlar insanlar için önemlidir. Fizyolojik ve sosyal ihtiyaçlarının giderilmesi kişinin diğer ihtiyaçları için bir kaynak oluşturmaktadır. Eğer insanlar sosyal ihtiyaçlarını gideremezlerse, aidiyet duygusundan yoksun, yalnız ve terkedilmiş hissedeceklerdir. Aile kurma ve etrafındaki kişilerle duygu alışverişinde bulunma gibi davranışlar insanların sosyal ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır.

4) Değer Verilme/Saygınlık İhtiyacı

Bu ihtiyaç çift yönlü bir ihtiyaçtır. Yani, birey hem kendisine güven ve saygı duymak isterken hem de başkaları tarafından böyle görülmek ister. Başkaları tarafından değer görmek, kişinin de kendine güven duymasına ve başarılı olabileceğine yönelik bir inanç geliştirmesine neden olmaktadır. Başarı, statünün göstergesi olarak kabul edilmektedir ve başarmışlık hissi değer verilme ihtiyacını karşılamak için oldukça önemli kabul edilmektedir.

5) Kendini Gerçekleştirme İhtiyacı

Bu ihtiyaç hiyerarşinin en üst basamağında yer almaktadır. Her bireyin kendine ait yetenekleri ve karakteri vardır. Birey bu kendine ait özelliklerini geliştirme ve kanıtlama ihtiyacı hissetmektedir. Fakat, bu ihtiyacın karşılanabilmesi için, diğer alt basamaklardaki ihtiyaçların yeterince karşılanmış olması gerekmektedir. Aksi takdirde bireyin kendini gerçekleştirmesi çok mümkün değildir (Erdem, 2008).

 

Her yeni ihtiyacın giderilmesi yeni bir ihtiyacın da doğması anlamına gelir. Bu durumda, sürekli bir gerilim vardır aslında ve bir dengeye kavuşmak hem olası değildir hem de kişi tarafından istenmez. Maslow’a göre “yoksunluk güdüleri” (açlık, susuzluk, cinsiyet vb.) gerilimi azaltmaya yöneliktir, yani bu ihtiyaçlar giderildiğinde kişi dengeyi kurabilir. Fakat, gelişme güdülerinin ise başarılması daha zordur, çoğu kez erişilemez hedeflerdir ve bu ihtiyaç dengede olan kişinin aynı zamanda sürekli bir gerilime sahip olmasına neden olur.

Bir ihtiyacın belirmesi için, bir önceki ihtiyacın %100 giderilmiş olmasına gerek yoktur. Örneğin, bir kişi fizyolojik gereksinimlerini %70, sevgi gereksinimlerini %50, saygınlık gereksinimlerini %40, kendini gerçekleştirme gereksinimini %10 gidermiş olabilir (Onaran, 1981).

Maslow bu beş temel ihtiyacın dışında iki tane daha ihtiyaç belirtmiştir. Bunlar, bilişsel gereksinimler ve güzelduyusal (esthetic) gereksinimleridir. Fakat, kendini gerçekleştirme ihtiyacının bu ihtiyaçları kapsadığı düşüncesi ile bu ihtiyaçlar ayrı ayrı incelenmemiştir (Onaran, 1981). Değişen yaşam koşulları dolayısıyla, Maslow’a ait bu ihtiyaçlar hiyerarşisi gözden geçirilmektedir. Özellikle teknolojinin gelişmesi ve kişilerin hayatında önemli bir yere sahip olması bu hiyerarşinin gözden geçirilmesi gerektiğinin kanıtı olarak düşünülmektedir.

Yazan: Tuğba Gürcan

Not: Bu yazı oluşturulurken Ender Erdeme ait “Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Kuramına Göre Konutların Swot Analizi ile Değerlendirmesi” (2008) adlı tezinden ve Oğuz Onaran’ın “Çalışma Yaşamında Güdülenme Kuramları” (1981) adlı kitabından yararlanılmıştır.

Alıntı: Evrim Ağacı

Ediz Hafızoğlu ile Jazz üzerine söyleşi

XJazz festivali kapsamında performansta yer alacak sanatçılarımızdan Ediz Hafızoğlu ile, festival öncesi bir araya geldik ve Jazz üzerine söyleşimiz oldu.

İzin verirseniz kişisel web sitenizdeki “hiç memleketi olmadı” cümlenizden başlamak isterim. Bulgaristan’dan Türkiye’ye doğru uzanan bir hayatınız olmuş anlaşılan. Bu müziğinizi nasıl etkiledi?

EH: Göçler tüm aileler için çok da kolay olmayan şeylermiş. Çocukken hissettiğim zorlukları büyüdükçe daha da çok hissetmeye ve anlamaya başladım. Doğal olarak da hayatımın tüm alanlarına etkileri oldu. Müzikal olarak en büyük şansım ise kafamda hem geleneksel Bulgar müziği hem de Türk müziğinin ister istemez yer etmesi, birbirlerinin içine girmeleri oldu.

“Başlangıçta Söz vardı. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı” diye geçer kadim kaynaklarda. Siz müziğinizde O’nu mu arıyorsunuz ses ya da sessizlik olarak?

EH: Duygu olarak sahnede çok nadiren yaşadığım anlar var, bunu da ikibinlerin başında Ricky Ford Orchestra ile çalarken deneyimlemiştim. Ete bürünmüş bedenimden çıkıp o çalınan müzikle bir olmuştum, öyle hissetmiştim. Bir daha da ne yazık ki o hissi çalarken yaşayamadım. Onun peşindeyim, bunu tekrar yaşamak için Nazdrave’de aynı müzisyenlerle bir hava yakalamaya çalışıyoruz. Yazdığım müzikler de bu arayışın ateşleme noktası oluyor doğal olarak.

Bir röportajınızda “Metal” çalmak istediğinizi söylemişsiniz. Hemen aklıma MoonSpell’in 95 çıkışlı WolfHeart albümü geldi. Metal ile Jazz arasında ciddi bir duygu durum değişikliği var. Bu değişikliği nasıl yorumlarsınız?

 EH: Uzun yıllar Insomnia adlı grubumuzla trash metal çaldık aslında. 90 sonları gibi. Sonra tam yeni bir Megadeth cover grubu kurduk ve her hafta prova yapmaya başladık ki ben motorsiklet kazası geçirip ayağımı kırdım, twin pedal işi güme gidince tekrar bir araya gelemedik. Ama zaten ne çalarsam çalayım aslında içinde hep bir metal müzik ya da rock duygusu oluyor, çünkü o da içime kazınmış, istesem de istemesem de açığa çıkıyor.

 Çok farklı sanatçılarla çalışmışsınız. Bunca farklı titreşimlerin birleştiği albüm “Nazdrave” nasıl olgunlaştı?

EH: Nazdrave ülkemizin bir jenerasyonunun çok değerli müzisyenlerinden oluşuyor. Müzikler bu albümlerde yer alan müzisyenler için yazıldı, onların neler çalıp söyleyeceklerini hayal ederek tasarladım tüm bu süreci. Dolayısı ile benim ve grup için en önemli projelerden biri oldu. 5 yıldır bu grupta beraber çalıyoruz, 13 albümü bizim için bir sıçrama albümü olacaktır. Bir sonraki albümde çok daha iyi müzikler ve daha iyi performanslar sergileyeceğizdir, çünkü çok daha fazla vakit geçirmeye, bu müziklere daha fazla vakit ayırmaya başladık. İyi ki bir aradayız diyebileceğim özel bir grup Nazdrave.

Çocukluğunuzda vurmalı çalgılarla tanışmışsınız, perküsyondan davula geçmek nasıl oldu?

 EH: Önce bağlama dersleri almaya başladım 7 yaşımda, bir iki yıl sonra da babamdan dolayı darbuka’ya da bulaştım ister istemez. İkisi de yürüdü bir şekilde. Sonra İstanbul’a göçtük köyümüzden, burada her şey karışmaya başladı. Kabataş Erkek Lisesi’ne girmemle birlikte şu andaki hayatıma adım atmış oldum. Okul orkestrası seçmeleri ve davulla tanışmam 15 yaşıma denk geliyor. Yatılı hayatında gitarla da tanışıp lise hayatım boyunca kendime yetecek kadar gitar da çaldım. Vurmalı ya da telli çalgılar diye çok da ayrım yok kafamda. Müzik bir tane, onu o anda hangi enstrümanla icra ettiğimizden çok nasıl ettiğimiz çok önemli. O yüzden bir enstrümandan diğerine geçmek gibi değil de, müziğin başka bir yönünü öğrenmeye çalışmak gibi oluyopr bende bu değişimler.

Sosyal medyayı oldukça sıkı kullanıyorsunuz. 58 binden fazla tivit atmışsınız, paylaşmayı ve bir olmayı seviyorsunuz anladığım kadarıyla. Sosyal medya için ne dersiniz bize?

EH: Ben Cumhurbaşkanı olsam Twitter’ı hemen kapatırdım! Dedi ya geçtiğimiz günlerde Mesam’ın başına kayyum olarak atanan Coşkun Sabah. Cahillik bu dünyadaki en tehlikeli şey bence. Bu kafaların tam tersini düşünenlerdenim. Sosyal medyayı olabildiğince kullanıyorum. Bu rakamın yüksek olmasının sebebi Gezi döneminde kimsenin devlet teröründen zarar görmemesi için yaptığımız paylaşımlar. Onun dışında öncelikle yaptığımız işlerin duyuruları ve okuduğumuz ilginç haberleri paylaşıyorum. Bazen telefonumdan tüm sosyal medya uygulamalarını siliyorum birkaç hafta, çok fazla moral bozucu şey oluyor, motivasonumuzun o kadar da düşmesine gerek yok. Bir de çok fazla yalan haber dolanıyor, ince eleyip sık dokumak lazım bir şeyi paylaşmadan önce, bu da yeni sosyal medya habercilerinin işi. Biz de müziklerimizi ve hür fikirlerimizi özgürce paylaşmak için kullanıyoruz sosyal medyayı. Hazır RTÜK bu alanı da denetlemeye başladı, çember daralıyor, ya sesimizi daha gür çıkaracağız ya da İran’ı arayacağımız günler çok yakında gelecek.

Ekşi’de sizin için dert savar diyorlar “moralsizliğin baş düşmanı bu… azıcık keyifsiz olunca falan ne yapıp ne edip bulmak lazım kendisini… hakkından gelemeyeceği dert tasa azdır muhtemelen…”  Neşe ile olmak sizin için nasıldır?

EH: Benim karanlık tarafımı görmeyenler yazı yazıyor ekşi’de sanırım. Anı yaşamak için elinden geleni yapan birisiyim. Yarın ölecekmişiz gibi bugünü geçirmek en güzeli, çünkü yarına bile kalmayabiliriz. O yüzden moralimi ve motivasyonumu hep yüksek tutmaya çalışıyorum. Stres olmam için gerçekten çok acayip şeylerin olması gerekiyor, onun dışında ölümlü dünya deyip ne yapıyorsam onu yapmaya devam ediyorum. Bazen Yin Yang’ın siyah tarafı içime kaçınca o beyaz noktaya ulaşmam zor olabiliyor. Neşeliyken neşemi etrafıma yaydığım gibi karanlığı da o hızda yayabiliyorum, kendimle ilgili çözmeye çalıştığım konulardan biri. Ama genelde pozitif ve eğlenceliyim, çevremdekiler mutlu olsun diye elimden geleni yaparım, çünkü bunu yaptıkça mutlu olurum.

Son olarak bu ay çıkan Nazdrave 13 ile ilgili olarak neler söylemek istersiniz dinleyicilerimize? Ben ilk dinlediğimde thrash tadını aldım. 

 EH: Enteresan bir albüm oldu. Bugüne kadar ne çaldıysam, ne yaşadıysam bu albümün içinde mevcut. Balkanlar, Rumeli, Afrika, Asya, Texas, New York, köy, tarla, şehir, orman, hayal kırıklığı, mutluluk, aşk… Hepsi duygu olarak bu albümde var. Herkesin farklı dönemlerine dokunacak bir müzikal yolculuk oldu bence, bugün sevmediğimiz bir parça yarın en sevdiğimiz parça olabilir. Albümdeki değişkenlik bizim yaşadığımız anlara göre de kendi içinde sürekli bir değişim hali alabiliyor.

Bilim insanları elmas içerisinde daha önce keşfedilmemiş mineral buldular

0

Yüksek derinlikten çıkarılan elmas içerisinde bulunan mineral, dünyanın iç kısımlarındaki döngüyü daha iyi anlamamızı sağlayabilir.

Yeraltındaki karbon elementinin, yüksek sıcaklık ve basınçta kristallenmesi sonucu oluşan elmas, bilinen en sert maddedir. Fransız bir kimyacı olan Lavoisier, elması yaktığında çıkan gazın yalnızca karbondioksit olduğunu görmüş ve saf karbon olduğu hükmüne varmıştır. Karbon elementinin başka bir formu olan grafit ise oldukça yumuşak bir maddedir. Özel yapısından dolayı kendisi de dahil bilinen tüm mineralleri çizebilen Elmas, belirli bir sıcaklıkta ve basınçta oluştuğu için, oluşumun gerçekleştiği yerler genellikle dünyanın çekirdeğinin yakınlarındadır.

Geçtiğimiz günlerde yüksek derinlikte çıkarılan elmas içerisinde, daha önce keşfedilmemiş bir minerale rastlandı. Kalsiyum silikat perovskit içeren elmas, 1.5 kilometre derinlikte bulundu. Ancak jeologlar bunun 650 kilometre civarı derinlikte oluştuğunu düşünüyorlar. Keşfedilen silikat ve karbon alaşımı benzeri mineral, dünyanın çekirdek oluşumu ve volkanik aktivitelerin daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir.

Ayrıca keşfedilen elmasta %1.5 oranında su bulunması bulunduğu yerin alt manto ile üst manto arasında olduğunun düşünülmesine neden oldu. Dünya’nın katmanlarından olan üst manto 700 kilometre derinliğe kadar oluşurken, alt manto 3 bin kilometre derinliğe ulaşabiliyor. Bu nedenle elmasın bu iki katman arasında bir yerlerde oluştuğu düşünülüyor. Araştırmalar ilerledikten sonra ekip, elmasları çıkarmayı planlıyor.

Kapak GörseliKaynak | news.nationalgeographic.com | Alıntı | webtekno.com |

Baharatlı Kaju salata sosu

Malzemeler:

1/2 bardak çiğ kaju (bir gece önceden suda bekletilmiş ya da 1 saat sıcak suda bekletilmiş),
2 çorba kaşığı nutritional yeast ( besin mayası),
1/2 çay kaşığı paprika,
1/2  çay kaşığı kırmızı pul biber,
1/2 çay kaşığı sarımsak tozu,
1 çorba kaşığı zeytinyağ,
Bir çimdik toz,
1 çorba kaşığı soya sosu,
3 çorba kaşığı su,
1 çorba kaşığı limon suyu.

Method:
Tüm malzemeleri yüksek hızda blendardan geçirin, iyice pürüzsüz bir kıvam elde edene kadar karıştırmaya devam edin. Dolapta bir saat kadar soğuttuktan sonra salatalarınızı süsleyerek tüketebilirsiniz.

Not: Koyulan kaju oranından dolayı kıvam çok koyu olursa 1-2 çorba kaşığı daha su ekleyerek kıvamını bulabilirsiniz.

8. “Sadri Alışık Anadolu Tiyatro Oyuncu Ödülleri” sahiplerini buldu!

Bu yıl 8’incisi düzenlenen 2017-2018 sezonu oyunlarını kapsayan “Sadri Alışık Anadolu Tiyatro Oyuncu Ödülleri” sahiplerini buldu. Sunuculuğunu Altan Alkan yaptığı ödül töreni Ankara Yeni Mahalle Belediyesi – Nazım Hikmet Kültür Merkezi – Yıldız Kenter Salonu’nda gerçekleşti.

Ankara’da sahnelenen ve Anadolu’dan Ankara’ya gelerek perde açan tiyatro topluluklarında emek veren sanatçıları yüreklendirmeyi amaçlayan ödüllerin Seçici Kurul Başkanlığını Gülşen Karakadıoğlu (Öğretim Görevlisi, Eleştirmen & Yazar) yaparken; Prof. Dr. Deniz Bozer (Öğretim üyesi & Eleştirmen), Prof. Dr. Filiz Elmas (Öğretim üyesi & Eleştirmen), Akif Yeşilkaya (Yönetmen & Öğretim Görevlisi), Mehmet Atay (Yönetmen & Oyuncu), Yener Aksu (Ankara Tiyatro Festivali Yönetmeni) Basri Albayrak (Oyuncu) ve İlker Çetin (Sanat Kurumu Yönetim Kurulu Başkanı) ise seçici kurulun değerli isimleri arasında yer aldı.

Seçici kurulun kararıyla; Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Ankara DT oyunu olan Gün Batımı‘ndaki performansıyla Mehtap Öztepe seçilirken, Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu Ankara DT oyunu olan Şempanzeler’deki performansıyla Olcay Akın Kavuzlu seçildi.

Onur Ödülü ise, “Harika Çocuk” olarak küçük yaşta keşfedilen ünlü keman virtüözü sanatçı Suna Kan‘a verildi.Seçici Kurul Özel Ödülü, “Monty Python and the Holy Grail” müzikal oyunuyla, ODTÜ Müzikal Topluluğu‘nun oyuncularına, Seçici Kurul Genç Yetenek Özel Ödülü ise, Ankara DT-Muhteşem Diva oyunundaki rolüyle Özgür Deniz Kaya’ya verildi.

Çolpan İlhan Sanata Değer Katan Kadınlar Ödülü’nü usta yazar Ayla Kutlu’ya onurla takdim ediyorum diyen KEREM ALIŞIK, “Ödüle aday olan ve kazanan tüm meslektaşlarımı yürekten kutluyorum. Sadri Alışık Kültür Merkezi’nin sanatçı dostlarımızı mesleki anlamda yüreklendirme çabasını ayakta alkışlıyorum. ” Kerem Alışık, sözlerine şu şekilde devam etti: “Birçok giden değerimiz var. Onlar gidiyorlar ama biz içimizden uğurlayamıyoruz. Onlara gittiler demeye kıyamıyoruz, bizler kaldık diyoruz. Çolpan İlhan’ın da, Sadri Alışık’ın da ağırlığı, yası, hassasiyeti, heykel gibi duruyor omuzlarımızda. Bize bıraktıkları savaşçı, mücadeleci, çabalı ruhu kalbimiz gibi üstümüzde taşımaya devam ediyoruz. Ne zaman gökyüzüne baksak, onları görüyoruz. Onlar bize sizinleyiz deyip, el ederler. Güç verirler, kuvvet verirler ama ne onların uzaklığı eksilir, ne bizim içimizdeki kederler. 8 yıldır sanatçı dostlarımız ve sanat severlerimizle ve gönüllü, bilgili, değerli çabalarını eksik etmeyen seçici kurulumuzla birlikte bu törenleri sürdürme gayreti içindeyiz. Bu konuda sanata destek olan Ankara Yenimahalle Belediyesi’ne de teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ödüle aday olan ve kazanan tüm meslektaşlarımı yürekten kutluyorum. Sadri Alışık Ödülleri’nin sanatçı dostlarımızı mesleki anlamda yüreklendirme çabasını ayakta alkışlıyorum.” dedi.

Ödül kazanan oyuncularından oluşan liste ise şöyle:

Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu: Mehtap Öztepe (Ankara DT- Gün Batımı)

Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu: Olcay Akın Kavuzlu (Ankara DT-Şempanzeler)

Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu: Özden Gököz (Ankara DT- Anna Karenina)

Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu: Cengiz Uzun (Ankara DT- Anna Karenina)

Komedi, Müzikli Oyun ya da Müzikal Dalı

Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu: Miraç Eronat (Ankara DT- Muhteşem Diva)

Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu: Serdar Kayaokay (Ankara DT-Radyo-yu Hümayun)

Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu: Demet Bölükbaşı (Ankara DT-Yedi Kocalı Hürmüz)

Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu: Cevat Duman (Ankara DT-Muhteşem Diva)

Uzayda Piknik

1

Ünlü Sovyet yazar kardeşler Arkadi ve Boris Strugatski’nin en bilinen romanlarından biri Uzayda Piknik, İthaki Yayınları’nın Bilimkurgu Klasikleri’ne katıldı. Tarkovski’nin kült filmi Stalker’a ilham veren bilimkurgu romanı, Hazal Yalın tarafından Rusçadan Türkçeye çevrilmiş. Karanlık bir atmosferde geçen romanda, insanlığın değişmeyen doğası, yine de var olan değişim ve bunlara karşı duyulan korku anlatılıyor. Bilgiye, bilime, ekonomiye ve dünyaya dair eleştiriler var, bir de vurucu cümleler.

Arkadi ve Boris Strugatski’yi Yokuştaki Salyangoz, Tanrı Olmaz Zor İş, ve Kıyamete Bir Milyar Yıl romanlarından da tanıyoruz. Sovyet bilimkurgu edebiyatının en büyük yazarları olarak kabul edilen ikilinin her bir romanının yeri ayrı, Uzayda Piknik de ikilinin en sevilen romanlarından biri.

Bilimkurgu En İyi Edebiyattır

Kitabın sunuşunu ünlü yazar Theodore Sturgeon yapıyor. “Bilimkurgu en iyi edebiyattır.” diye başlayan Sturgeon; bilimkurgu edebiyatını sınırsız, esnek, hayret ve şaşkınlık uyandıran olarak nitelemiş. Strugatski kardeşleri ve Uzayda Piknik’i de tam olarak böyle ifade edebiliriz.

Uzaylıların Dünyaya Ziyareti

Uzaylılar dünyanın beş bölgesini ziyaret edip, geride atıklarını bıraktıklarında insanlık şaşkına döner. Dünyada büyük bir gizem yaratan bu ziyaret, önce dehşete kapılan, sonra da bu ziyaretin gizemini çözmeye çalışan bilim insanlarının ilgi odağı olur. Ziyaret edilen bölgeler, kısaca bölge, zamanla etraflarındaki yerleşim yerlerini sosyal ve ekonomik açıdan etkilemeye başlar, en azından göründüğü ve anlaşılabildiği kadarıyla. Tanımı bölgeden nesne kaçırıp dışarıda satma, Stalkerlık diyeğeceğiz, olan yeni bir iş kolu türer.

Bölge yakınlarında bir bilim enstitüsünde çalışan Rednick Schuhart aynı zamanda Stalkerlık yapmakta, enstitüde incelenmek üzere bölgeden nesne çalmaktadır. Bir gün bilim insanı arkadaşı Kiril ile bölgeye yaptıkları yolculukta bir şeyler ters gider. Yaptığı işin ne kadar tehlikeli olduğunun farkında olan, bölge dışına çıkardığı nesnelerin ne kadar zararlı olabileceğini dikkate alan Schuhart, Kiril’in beklenmedik ölümüyle sarsılır. Para kazanmaya çalışan, her şeyi doğru yapmak için çabalayan bir adam en yakın arkadaşlarından biri kaybedince, bu pikniğin sebebini ve altında yatan gizemlerini sorgulamaya başlar. Günün sonunda bölgenin kendi hayatına, insanlara, şehirlere ve dünyaya olan etkilerini düşündükçe fark eder: bölgeler karantina altında, ama asıl kapana kısılan insanlık.

Sadece Bir Piknik mi?

Kitabın ilk bölümünde, Schuhart uzaylıların beklenmeyen ziyareti ve arkalarında artıklarını bırakıp çekip gitmesiyle dünyanın geldiği hali tanıtıyor. Stalkerlar gizlice karantina altındaki bölgelere girip oradan çeşitli maddeler ve nesneler çalıyorlar ve bilim enstitülerine satıyorlar. Bölgeye giden herkes geri gelmiyor, ya da aynı şekilde geri gelmiyor. Yerçekimi kapanları, zehirli maddeler ve bilumum tehlikeyle dolu bölgeden çıkmak, en az bölgeye girmek kadar zor.

Dışarıya kaçırılan nesneler, bilim insanları için daha sormadıkları sorulara gökten düşen cevap niteliğinde. Sir Isaac Newton’un laboratuarına bir kuantum jeneratörü düşmüş gibi, yine de ne işe yaradığını ve nasıl yapıldığını hayal edemedikleri nesneler üzerinde çalışıyorlar. Sir Isaac de belki kuantum jeneratörünü kavrayamazdı ama her halükarda böyle bir şeyin mümkün olduğunu anlardı ve bu onun bilimsel görüşünü çok güçlü bir şekilde etkilerdi. Bu nesnelerin kimisi insanların günlük hayatında yer edinmiş, arabalarını bitmeyen piller ile çalışıyorlar. Diğerleri ise laboratuarda birçok bilim insanının ölümüne sebep olacak kadar tehlikeli ve bu nesneler yalnızca bölgeden çıkartılabilenler. Bölge insan aklının hayal edemeyeceği şeylerle dolu.

Bazı nesneleri günlük hayatımıza sokarken ne kadar umursamaz davranıyoruz, vazgeçilmez olmaları için çoğu zaman sadece işimizi görmeleri yetiyor. İlaçların yan etkilerini, telefonların yaydıkları radyasyonu, hazır gıdaların bağırsak biyomuna yaptıkları aklımızda pek yer etmiyor ama ya nasıl çalıştığı ve ne amaçla yapıldığı belli olmayan dünya dışı pilleri kullanmak? Dünyayı ters yüz edin ve görün, insan doğası aynı kalıyor. Uzayda Piknik’te Strugatski kardeşler bunu sayfalarca yüzümüze vuruyor.

Bölgede Akıl Almaz Bir Gizem Mi Yatıyor?

Bölgeler ilk önce ziyaret esnasında orada bulunan insanları değiştiriyor. Bu insanların bir kısmı bölgede kalmaya devam ediyorlar ve onlardan haber alınamıyor. Diğerleri de dünyanın çeşitli yerlerine göç edip, beraberlerinde doğa bilimlerinin açıklayamadığı ve istatistiklerin yetersiz kaldığı kazalara sebep oluyorlar. Bölgelere yakın yerlerde göç yasaklanıyor. Vebalı bir kentte karantina altına alınmak ve hasta olmamak gibi bir durum. Vebaya yakalananların bir çoğu ölür, geride kalanlar dünyanın geri kalanına yetecek kadar üzüntü, özlem, çaresizlik yaşarlar.

Daha sonra, etraftaki şehirler etkileniyor. Uzaylıların dünyayı ele geçirmedikleri ve kimsenin zarar görmediği anlaşılınca, insanların dehşeti yerini meraka bırakıyor. Bölgeler bir anda zavallı soluk mavi noktanın yaralarından, ekonominin yeni besi yeri haline geliyor. Bilim enstitüleri kuruluyor, şehirlerde hareketlilik artıyor, turistik geziler başlıyor ve ekonomi canlanıyor. Karantina altındaki bölgeye gizlice giren ve geri dönen kişilerin sayısı arttıkça, bunu yapan ilk kişi bir girişimci sayılıyor diyebiliriz. Artık yeni bir iş kolu var, stalkerlık. Vergi ödemeyen, çok para kazanan bu gözü kara insanlar hayatlarını tehlikeye atmaya başlıyorlar, hepsi de bölgeden birkaç parça eşya getirebilmek için.

En son, insanlık etkileniyor. Bu ziyaretin amacı, uzaylıların geri gelip gelmeyecekleri, bundan sonra ne yapılması gerektiği tartışılıyor. Bir grup insan şiddetle bölgelere asla bulaşılmaması gerektiğini savunurken, bilim insanlarının oluşturduğu çoğunluk ise bölgenin araştırılmasını istiyor. Tükenmeyen pillerin ortaya çıkmasıyla her iki taraf da azınlık olarak kaldı, artık insanlar ne araştırmayı ne de bulaşmamayı önemsiyorlar.

Ne zaman bitecek?

Durumlar bu kadar kanıksanmışken, bir gün ölüler geri geldiğinde şaşırır mıyız? Bazı insanlar şaşırıyor, bazıları ise bunu bile yadırgamıyor. Çok az kişi, bütün bu bölgelerin yıllar önce sadece askerlerin ve bilim insanlarının geçebileceği polis kordonları ile bitmiş olmasını diliyor. Söz konusu bu kişiler bölgelerin insanlığa etkilerini sonunda anlaşılabilmesi için daha neler yapılması gerektiğini, neyin yeterli olacağını bilmiyor. Ama, milyonlarca insanın hiçbir bir şey bilmediğini ve hiçbir şey bilmek istemediğini, eğer öğrenirlerse de on dakikalığına dehşete kapılıp sonra gene kendi âlemlerine döneceğini biliyordu.

Ölülerin geri gelmesini ve sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam etmesine şaşırmayan kesim, insanlık üzerine daha önce hiç düşünmemiş ya da düşünmeyi uzun zaman önce bırakmış olanlardan oluşuyor. İnsanlık üzerine daha önce hiç düşünmemiş insanlar, hiç şaşırtmayan bir şekilde, önce korkuya kapılıyor ve sonra kimsenin zarar görmediğini fark edince yürüyen ölüleri kanıksıyorlar. Kitapta bu insanlar için, “Bir anlamda hepimiz mağara insanıyız, hayaletlerden veya vampirlerden daha korkunç şeyler olabileceğini tahayyül edemiyoruz” denmiş.

Düşünmeyi uzun zaman önce bırakan insanlardan biriyle içki masasına oturuyoruz kitabın bir bölümünde, söz konusu kişi bir bilim insanı ve onu “Ben, görüyorsunuz ya, uzun zaman önce bir bütün olarak insanlık için düşünmeyi bıraktım. Bir bütün olarak insanlık fazlasıyla statik bir sistem, hiçbir şey onu sarsmıyor.” derken duyuyoruz, ona göre insanı büyük yapan hayatta kalmış olması ve daha da hayatta kalmayı hedeflemesi. Bahsettiğimiz bilim insanı, Dr. Pilman bölgeden gelen nesnelerin bilgiye yönelik tanımlanamaz bir ihtiyacı tatmin etmekten öte, anlama ihtiyacını tatmin ettiğini öne sürüyor.

Termodinamiğin Birinci ve İkinci Yasası

İnsanlığın değişmezliğini kabullenen Dr. Pilman, “Temel ilkeler açısından bakıldığında sizin şu ölülerin bitmeyen akülerden daha çok, ya da daha az şaşırtıcı bir şey olmadığı belli değil mi? ‘budur’lar (tükenmeyen piller) termodinamiğin birinci yasasını ihlal ediyor, ölüler ise ikinci yasasını; bütün fark bu kadar.”  diyor. Ama mağara adamı benzetmesi onun için de geçerli, çünkü “Koca beyinliler de korkuyor, üstelik biz sıradan insanlardan daha çok korkmalılar, biz hiçbir şeyden anlamıyoruz, onlarsa hiç değilse ne kadarını anlamadıklarını anlıyorlar.”.

Bilimkurgu severlerin hiç kaçırmadan okuması gereken bir kitap, Uzayda Piknik. Daha önceden okumuş olanlar da, bir de İthaki’den Hazal Yalın’ın çevirisinden okumalı. Olayların ve düşüncelerin akışı, anlatımı oldukça başarılı, okuması çok eğlenceli. En etkileyici kısmı ise sonu, son cümlesine kadar tek solukta okunur. Herkese iyi okumalar!

“Bir ya da iki hayatı değil, bir ya da iki kişinin kaderini değil, bu kokuşmuş dünyanın her bir dişlisini değiştirmek gerekti.”

İnsanlık mutasyonu

Klasikleşen iki soruyla başlayalım. Birincisi “İnsanlık nereye gidiyor?” ikincisi “İnsanlık öldü mü?” Bu sorular, yaşanmaması gereken olayların yaşanmasıyla beraber öncelik sırasının yer değiştirildiği görülmüştür. Fakat bizim üzerinde duracağız tema öncelik sırası değil, insanlığın kendisi olacaktır.

İnsanlık bir yere gitmiyor diye klasikleşen yanıt ile konuyu algı bütünleşmesine bırakırken, tarihi inceden geri çekerek Türkiye’de yaşamış ve yaşamakta olan toplumların günümüze gelişimini hatırlayalım.

Türkler, Çinliler ile komşu ve sürekli ilişki olduğu dönemlerde, Çin kültüründen etkilenmiş ve inançları olan Konfüçyüs ile tanışmışlar. Aynı dönemler Hindistan’da yaşamış olan Türkler de Budha din ve felsefesinden etkilenmiştir. Perslerin dini olan Zerdüştlük Maniheizm dini ile tanıştıkları da bilinir. Japonların resmi dini olan Şintoizm’in Budha ve Konfüçyüs öğretilerinin olumlu yönlerinden sentezlendiği de bilinmektedir. Birçok bilim insanının teorisine göre dünyada hiçbir kültür saf ve ari değildir. Türkler bütün bu kültürlerle etkileşim halindeyken 632 yılında başlayan Hicret ile Müslümanlar 712 yılında Taşkent’e varmışlardır. 751 yılında Çin ordusunu yenerek Orta Asya’da İslamlaşma sürecini başlatmışlardır.

Evet, sizin de bildiğiniz gibi yukarıda anlatılan Türkler, Orta Asya’da yaşamış olan Türklerdir. İslamiyet ile tanışmadan önce iç içe oldukları kültür ve dinlerden dolayı, en yüce ibadetleri; insanlara saygı ve nezaketti. Doğruluk, güvenirlik, bilgelik, cesaret, karşılıklılık, bağlılık gibi özelliklerin üstün insan nitelikleri olduğu ve insanları sevmek yüce gönüllülük gibi özelliklerin bütün insanlarda doğuştan var olduğuna inanırlardı. Ağaçları, suları, dağları, gökyüzünü, evin ocak başlarını ve bazı hayvanları kutsal biliyorlardı. Ormanları koruyor, suları kirletmiyor, bedenlerini ve ruhlarını daima temiz tutmaya çalışıyorlardı. Akraba evliliği yapmıyor, yaban boylardan evleniliyor ve böylelikle tüm boylar arasında akrabalılık bağlarını arttırıyorlardı. Yurt ve konuk sever, cesur, bağımsızlığına ve özgürlüğüne düşkündüler.

Savaşta esir düşen Türklerin, İslamiyet ile tanıştığı ve Osmanlı Devletinin Araplarla ilişkilerinin arttığı dönemde İslamiyeti kabul ederek, fethettiği topraklara da bu dini yayma akımı başlamasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti, öncelikle kendi topraklarında yaşayan halka İslamiyeti kabul ettirmesi gerekiyordu. Gayri Müslimlere uyguladığı vergi, baskıcı rejim ve toplumun kendi üstünlüğünü saldırgan tavırlarıyla kanıtlamaya çalışması, birçok Gayri Müslim, Müslüman olduğunu söylemiştir. Ama tarih biliyor ki o dönemlerde, Trabzon’un gökyüzüne yakın olan köylerinin birinde cami imamının, aslında Hristiyan olduğunu… Rum kimliğini gizlemek için camiye imam olduğunu tarih, sır olarak saklayacaktır.

Gün gelir Türkiye Hükümeti, Araplardan aldığı İslamiyeti, Araplardan daha iyiyiz konusuna getirmek isteyecektir ki dünyadaki Müslümanların sadece yüzde 4’ü Türkiye’de yaşadığı halde, dünyadaki camilerin yarısından fazlasının Türkiye’de olmasının başka açıklaması olamayacaktır. Hükümet üstlendiği bu görevi o kadar benimseyecektir ki eskiden Türklerin ilişkide kaldığı kültür ve dinlerin insanlığa, doğaya, hayvanlara saygısını ortadan kaldırmak adına ormanların, hayvanların hatta çocukların katledilmesine göz yumacaktır.

Çocuk istismarına karşı önlemlerin alınmaması, yaşanılan bu insanlık dışı olaylara karşı çıkanların sesinin kesilmesi, eylemler düzenleyerek tepki verenlerin terörist yaftasıyla gözaltına alınması da hükümetin topluma empoze etmeye çalıştığı cemaatin gücü olsa gerek… Çocuklar en çok o cemaatlerde tecavüz ve istismarla karşılaşıyorlarken, en çok da o cemaatler masum ilan ediliyor. Onlar, iktidar sayesinde masum ilan edildikçe bir diğeri de çıkıp fetva veriyor. O fetvalarda nedense sapıkça oluyor. Yani aslında olan şu, buradaki kişi sapık ve istiyor ki sapıklığını din ile kamufle ederse millet o tarikata bağlanacak. Çünkü o kişinin gözünde toplumda sapık!

Toplumlar, onları yönetenlere göre değişim gösterirler. Bu değişimler, insanlarda kişilik bozukluğu tarzı bazı dönemlerde, ağır şekillerle sonuçlanmasına neden olur. Bundan dolayıdır, siyasi iktidar sanatsal heykelleri “Ucube” diye parçalayıp yok ederken, halktan birinin de parkta bulunan kadın heykeline tecavüz girişimi… Belki de o kişi, sanata yapılan şeyi, parktaki heykel ile ifade etmeye çalışmıştır. Onu da dinlemek gerek!

Evet, geldik şimdi de bütün bu süreçte değişime uğrayan şeyin insan mı yoksa insanlık mı olduğunu açıklamaya! (Konuyu “evet” ile de bağlamak da çok yaratıcı değilmiş, itiraf ediyorum.) Süreci tarih öncesinden alıp günümüze kadar getirmemim en büyük nedeni de bu; insanlar değişti ama bu değişimde mutasyona uğrayan insanlık oldu. İnsanlar, yaşamak için var oldu. Hedefleri, arzuları, düşünceleri, felsefeleri hatta saygılarını bile unutarak sadece yaşamak için var olduklarını kabul ettiler. Kimileri bunu dini değerlere sığdırarak insanlığı unuttu, kimileri ise para hırsı için toplumu yok saydı. Çoğu zaman ise dini değerler ile sermaye gücü yan yana gelerek ayrışmaların yükselmesine neden oldu. Ayrışmalar çoğaldıkça siyasi iktidarlar, halkı yaşam mücadelesi çukuruna sürüklediler. Bu yaratılan saçma ve sahte çukur, kişilerin kişiliklerinin “Benci” ve “Bencil” olmasını sağlamıştır. Toplumda empati kavramı silinmiştir.

İnsanlığın mutasyona uğradığının örneklerini, çocuklarımız her gün yaşıyor. Gün yüzüne çıkmaktan çekinen, kim bilir kaç yavru evinde korkulu gözlerle duvarlara bakıyor. Hükümet, bu yaşanılanları kendi kültürü ve dini gereği olarak kabul edebilir mi? Onların çocukları, torunları Amerika’da okuyor, bu acıyı yaşamıyorlar, bilmez diyenler, onların çocukları da torunları da istismara maruz kalmasınlar. Bütün çocuklar geleceğimizdir. Geleceğimizi, kendini bilmez üç beş kişinin kucağına bırakmayalım.

İntihar ettiği iddia edilen Alara Karademir yoğun bakımda, erkek ise yine serbest, sokakta!

Başak Alara Karademir Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi 3. sınıf öğrencisi.

Üniversitenin Ankara’ya düzenlediği geziye arkadaşlarıyla birlikte katıldı. Geziye öğrencilerle bilikte katılması için üniversite tarafından Yrd. Doç. Hasan Atilla Güngör ile araştırma görevlisi Ali Erdoğan’ı görevlendirdi. Gezi sorunsuz devam ediyordu ki Cuma akşamı otelde bir odada toplandılar ve Alara Karademir ile Hasan Atilla Güngör arasında tartışma çıktı. Güngör odadan ayrılarak, birinci kattaki odasına gitti.

Tartışma sonrasında Alara’nın bir arkadaşıyla birlikte özür dilemek için Güngör’ün odasına gittiği, bir süre sonra hava almaya lobiye indiği ve devamında Güngör’ün odasından tartışma seslerinin yükseldiği belirtiliyor. Sabaha karşı 4 sularında Güngör resepsiyona gidip Karademir’in kendini banyoya kitleyip intihar ettiğini ileri sürüyor. Sağlık görevlileri geliyor ve Alara hastaneye kaldırılıyor, şu an Hacettepe Hastanesi’nde yoğun bakımda.

Alara Karademir’in dayısı Gencer Gündüz “Kendisini banyoya kilitledi, intihar etti deniliyor. Ben gidip banyoyu gördüm. Küçücük bir yer. Hiçbir çırpınma, boğuşma emaresi yok. ‘Kendisini astı’ denilen yer, duşakabinin kenarı. Çok sağlam bir malzemeden yapılmamış. Yerden de çok yüksek değil” ifadelerini kullandı.

Gündüz ayrıca “Öğrencilerden sorumlu bu hoca. Öğrencisinin 1 saatten uzun süre odasından çıkmasına izin vermemiş. Resepsiyon görevlileri en az 3-4 kez dışarı çıkmak için çaba gösterdiğini ifadelerinde belirtmişler” dedi.

Karademir ailesinin avukatları olayın takipçisi. Açıklamalarına göre, medyada yer aldığı gibi “Alara ile Güngör arasında bir sevgililik ilişkisi” yok. Alara’nın intihar ettiğini öne süren bu kişi gözaltına alınıp sonra serbest bırakıldı. Şimdi Alara yoğun bakımda, bu duruma sebep olduğu düşünülen kişi ise serbest. Üstelik de sessiz, hem de oldukça sessiz. Çıkardığı sesler de yalan yanlış ne yazık ki. İntihar etmeye çalışan Alara’ya engel olduğunu iddia ediyor gazetelere verdiği beyanlarda. Bir kadının hayatına dair atılıp tutulan yalanlar…

Alara’nın arkadaşları, hayat dolu ve mücadeleci bir yapısı olduğunu söylüyorlar. Haksızlıklar karşısında sessiz kalmayan bir aktivist olan Alara’nın, Güngör’ün ifadesinde iddia ettiği gibi “Benim kızla 2 senedir ilişkim vardı. Ayrılırsan intihar ederim, diye tehdit ediyordu’” iddiası neresinden bakılırsa bakılsın Güngör’ün gözümüzdeki kocaman sabıkasını değiştirmiyor, hiçbir şeyi meşru hale getirmiyor. Alara gibi hayat dolu bir insan… Ortada bir ilişki yok… Ortada yine bir erkek ve o erkeğin yalanları ve muhtemelen şiddeti var… Alara hastanede, erkek sokakta.

Alara iyileşecek ve Güngör’ün aslında ne yaptığını hepimiz daha net öğreneceğiz. Fakat Alara iyileşene kadar biz buradayız, kız kardeşimizin yanındayız. Halihazırda kendisine emanet edilen öğrencileri koruyamamış olması zaten kendi başına bir büyük sorun olan Güngör’ün sessizliğinin de, Alara hakkında verdiği yalan ifadenin de, Alara’nın canını yakmasının da hesabını soracağız.

Bugün Alara’dan güzel haberler bekliyoruz. Sonra kol kola girip birlikte yürüyeceğiz adaletsizliğin de erkek şiddetinin de üzerine. Uyan Alara, kızkardeşlerin seni bekliyor!

 


 

Alara’nın ailesinin ve arkadaşlarının hazırladığı metin:

22 Mart 2018 Perşembe günü Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi 3. sınıf öğrencisi ve kadın hakları aktivisti olan Alara Karademir ile bir grup arkadaşı; hocaları Yrd. Doç. Hasan Atilla Güngör, Arş. Gör. Ali Erdoğan’ın önderliğinde Ankara’ya yapacakları okul gezisi için yola çıktılar. 23 Mart Cuma günü meclis gezileri ile başladıkları günün sonunda bütün ekibin kaldığı oteldeki odalardan birinde toplanarak sohbete devam ettiler. Bu odada hocası Yrd. Doç. Hasan Atilla Güngör ile küçük bir tartışma yaşadığı iddia edilen Alara Karademir, daha sonra hocasının odasına bir arkadaşıyla birlikte giderek bu tartışmayı sonlandırmak istedi. Devamında çeşitli iddialarla kurgulanan bir zaman dilimi var ve bunun sonunda Alara sabaha karşı tam olarak bilmediğimiz bir saatte hocasının odasının banyosunda duşa kabine asılmış olarak bulundu. Hasan Atilla G.’nin iddiası Alara’nın kendisini astığı yönünde. Ancak daha sonra yaşananlar ve teknik bazı detaylar olayın farklı boyutlarını tekrar düşünmemiz gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Yrd. Doç. Hasan Atilla Güngör savcılık tarafından “cinsel saldırı ve olayın şüpheli detaylar içermesi” gerekçesiyle tutuklanma istemi öne sürülerek 7. Sulh ve Ceza Hakimliği’ne sevk ediliyor. Ancak Güngör buradan adli kontrol şartı ile serbest bırakılarak ayrılıyor.

Hasan Atilla Güngör’ün beyanı şu şekilde; “Alara ile iki senedir süren bir ilişkimiz vardı. Kendisinden ayrılacağımı söylediğimde beni intihar etmekle tehdit etmiştir. O gece de kendini odamın banyosuna bir saat süreyle kilitledi. Banyonun kapısının dışarıdan (yani odanın içinden) açılmaması sebebiyle müdahale edemedim.”

Hasan Atilla G. olay esnasında otelin lobisine giderek yardım çağırdığını iddia etmiştir. Otel görevlilerinden alınan bilgilere göre, olay öncesinde odadan bir süre sesler duyulmuş, kapı 3 kere açılmaya çalışılmış ancak açılmamıştır. Sonrasında hocanın sigara içmeye çıktığı, odaya geri döndüğü ve lobiye inerek Alara’yı banyodan çıkartamadığını iddia ettiği söyleniyor. Ancak aşağıda ve olayın başlangıcından itibaren, böyle bir durumda oldukça uzun sayılabilecek bir süre harcamış, otel personelini de alarak odaya geri döndüklerinde banyo kapısını “kırmadan” açarak Alara’yı bulmuşlardır. Hukuk doçenti Hasan Atilla G.’ün olayı açıklama önermesindeki iddiaları bunlardır.

Serbest bırakılan hukuk doçentinin iddialarına Karademir ailesinin avukatları 7. Sulh ve Ceza Hakimliği’ne verdiği itiraz dilekçesinde bu iddialara şu şekilde yanıt vermiştir;

* “Müştekinin gerçekleştirdiği iddia edilen eyleminde kullandığı eşofmanın kumaş yapısı, asılı halde bulunduğu duş çerçevesinin yüksekliği ve bu aluminyum duş çerçevesinin mukavemetinin düşüklüğü olay üzerindeki şüpheleri arttırmaktadır.“
Yani aslında Alara’nın kendisini asmış olması teknik olarak mümkün değildir. Denense dahi Alara’nın beden ağırlığının duşa kabini yıkabileceği, kullanılan eşofmanın onu taşımayacağı ve duşa kabin yüksekliği böyle bir eylemin gerçekleşmesine olanak vermemektedir. Bu konudaki teknik inceleme detayları sonuçlar çıktığında sunulacaktır.

* “Müşteki kendisine daha önce intihar edeceğini söylemiştir ve bu konuda endişe duyduğunu iddia etmektedir. Bu bilgiler ışığında müştekiyi banyoda oda kartını alarak bir saate yakın bir süre karanlıkta bırakmanın, böyle bir intihar eylemi ihtimali olmasına rağmen bir omuz vurularak açılacak kapıyı açmak için sanki olaya şahit toplarcasına otel personeli çağırmanın ve de otel görevlileri geldikten sonra da kapıya zarar vermemeye çalışarak açmaya çalışmanın ve kapının zarar görmeden açılabilmesi için beklemenin hayatın olağan akışına uymadığı açıktır.”

Öncelikle bu kapının dışarıdan (oda içinden) de açıldığı sonraki denemelerde görülmüştür. Her ne kadar Alara için çizilmeye çalışılan profil onun kendisi için oluşturduğu fikirsel bağlamlara uymasa da; bir an iddiaların doğruluğunu kabul ederek düşünsek dahi, şüpheli Güngör’ün olayın bu şekilde ilerlemesini engellemek için akış süresince müdahale edebileceği ve gidişatı değiştirebileceği bir çok dinamik olduğunu hepimiz açıkça anlamış bulunuyoruz. Burada soruları doğru sormak, delillerin karartılma ihtimali olan bu vakaya bir çok açıdan bakabilmek, gerçeğe yaklaşma olasılığımızı arttıracaktır. Odada bu derece belirsiz bir durum yaşanırken, kendisini banyoya kilitlediği ve intihar etmekten bahsettiği iddia edilen birisi varken neden bu eylemin ihtimalinin ortadan kaldırılması için hızlı bir girişimde bulunulmadığı; sigara içmek, lobide vakit kaybetmek ve dışarıdan da açıldığı denenerek görülmüş olan kapıyı açmamak gibi konunun akıl karıştırıcı detayları, akla bu senaryonun değiştirilmiş olup olmayacağı sorularını getirmektedir.

Yukarıdaki açıklamalar eşliğinde tekrar düşünelim. Alara kadın hakları aktivisti olan, hukuk okumayı seçmiş genç bir kadın. Olayın geldiği bu noktada onun yaşamı, geleceği ve bundan sonra yaşantısının ne şekilde olacağı ve hatta hayati durumunun nereye evrileceği gibi çok ciddi durumlar söz konusu. İddiaların bazı teknik detaylara ve bu tarz durumlarda verilecek “normal insan refleksleri” göz önüne alınarak değerlendirilmesini yaparken tekrar ve tekrar düşünmemiz gerekiyor.

Eğer biraz daha detaya girersek, odanın kapısının 3-4 defa açılmaya çalışılması ve tekrar kapanması bu odadan birinin dışarıya çıkmak istemesi ve diğer kişinin de buna izin vermemesi demektir. Yani belki de Alara bu odadan çıkmaya çalıştı ancak başarılı olamadı. Olması muhtemel her senaryoda, Alara’nın şu andaki hayati tehlikesi de göz önünde bulundurulursa şüpheli hocanın, kendi odasında yaşanan bu vaka sonrasında serbest bırakılması anlam verilebilecek bir durum değildir. Olay onun odasında gerçekleşmiştir. Bu konu kendi iddiaları üzerinden bile değerlendirildiğinde; bir öğrencisinin, kendisini hocasının odasında banyoya kilitleyerek öldürmeye teşebbüs etmesi, bu eylem kolayca sonlandırılabilecekken hızlıca müdahale edilmemesi anlaşılır değildir.

Arkadaşımız Alara Karademir şu an yoğun bakımdadır. Hayati tehlikesi devam etmektedir. Bu sabah alınan MR sonuçlarına göre kalp atışları tehlikeli boyutta zayıflamış ve ancak makinalarla yaşayabileceği söylenmiştir. Hayatının çizgisini başka insanların hakları ve problemleri ile de bağdaştırarak, onlara yardım edebileceği enerjiyi içinde bulan, yaşama sevinci ve hayata bağlılığını bildiğimiz Alara’nın, kendisine böyle bir noktada ve iddia edilen sebeplerle sırtını dönerek yaşantısına son vermeye çalışmayacağına ve bu senaryonun oldukça çelişkili olduğuna biz eminiz.

Alara Karademir’in uyanması, bu şaibeli ve çirkin hikayenin bitiminde bize tekrar hayata, evrene ve birbirimize inanma gücü vermesi en büyük dileğimiz. Onu tanıyan tanımayan herkesin güçlü duaları ve enerjileri şu an çok değerli. Kalbimiz onunla, her an ve her dakika o uyanana kadar paylaşmaya, korumaya ve gerçeğe yaklaşmaya devam edeceğiz. Bu gezegenin toplumsal normları her daim doğru perspektiflerden oluşmamıştır. Muktedir ve güçlü olan kimseler, bilgiye yakınlık dereceleri ile değerlendirildiklerinde manipülasyondan geri kalmamışlardır. Buna izin vermeyeceğiz. Alara’ya uygulanan şiddetin derecesini öğreneceğiz ve onun şu anki durumuna gelmesinde bu şiddetin hangi boyutunun etkili olduğu ortaya çıkacak. Kendine dokunmayacağından emin olduğumuz arkadaşımıza dokunanlar, bu gerçek ile er ya da geç yüz yüze kalacaklar.

Güçlü ol Alara, buradayız, uyanana kadar hepimiz dua ediyor olacağız.
#alarakarademir

—-—————

Alara bugün (29 Mart 2018) akşam saatlerinde hayatını kaybetti. Şüpheli hâlâ serbest. Alara’nın şüpheli ölümünün üstünün kapatılmasına izin vermeyeceğiz.

 

“Eğreti Gelin Ladik” 13 Nisan’da vizyona merhaba diyor!

0

Yönetmenliğini Zaim Güvenç ve Deniz Güvenç kardeşlerin üstlendiği, senaryosunu Zaim Güvenç’in Şükran Kozalı ile birlikte yazdığı “Eğreti Gelin Ladik”; Sinemedya Yapım ve Film Tayfası ortak yapımıyla 13 Nisan’da vizyonda izleyicisiyle buluşuyor.

Filmin başrollerini Yeşim Salkım ve Sevinç Meşe paylaşırken, diğer rollerde Deniz Güvenç, Zaim Güvenç, İlkay Kayku, Özgür Bacaksız, Merve Aslan Alekber Alekberov, Hakan Eren, Zeynep Aytek Metin, Kerem Poyraz Kayaalp, Gül Gökçe, Nalan Güreş Demirel ve Tarık Günersel bulunuyor.

“Eğreti Gelin Lâdik, kendini fark ediş ve kadınların sıkıştırılmış dünyalarından bir nevi kurtuluş hikayesi…”

Kostak Emine yıllar boyunca Eğreti Gelin olarak yaşadığı için yaşadığı çevre tarafından dışlanır ve yalnızlığa itilir. Üstelik artık Eğreti Gelin olarak bile yaşamıyordur Emine. Genç ve güzel bir kadın olan Lâdik, eskiden Eğreti Gelin olduğu için annesi Kostak Emine’ye tepki duymaktadır. Kocasından da ayrılıp Denizli’den Ankara’ya doğru bir yolculuğa çıkar. Çocukluk arkadaşı Aynimah’ın desteğiyle, Meserret Kahvesi adlı nostalji mekânında müzik öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Burada tanıştığı Kerem’le, zaman geçtikçe, duygusal bir birliktelik yaşar. Fakat Lâdik, zamanla insanların para için hırslarını görecek ve kendini hırslı insanların arasında bulacaktır.

Bir zamanlar ağır bir şekilde eleştirdiği annesiyle vuslatı mümkün müdür? Peki zaman, Emine ve kızı Ladik’i yakınlaştıracak mıdır?

“Dışlanmışlığı ile topluma göz gezdiren bir Eğreti Gelin: Kostak Emine”

Yeşim Salkım, filmde Kostak Emine karakterine hayat veriyor. Kostak Emine, kadının sıkışmışlığını ve bu noktadan hareketle onun serbestleşmesini büyüleyici oyunu ile gözler önüne seriyor. Kostak Emine karakteri, bu filmde 2000’li yıllara taşınıyor. Öte yandan geçmişte olduğu gibi kadın günümüzde de eziliyor gün gün yok ediliyor adeta. İlk Eğreti Gelin filmi ile bu filmin Eğreti Gelin Ladik’in neredeyse tek ortak paydası.
Kostak Emine, dışlanmışlığı ile bir yandan topluma göz gezdiriyor. Birçok maske altında, kadının metalaştırılmasına da Kostak Emine’nin gözünden şahit olurken, eğreti gelin olan Kostak Emine bir taraftanda kendini kadınlığını fark ediyor.

“Eğreti Gelin Ladik”te birbirinden iddialı müzikler bir arada!

Eğreti Gelin Lâdik, ilgi çekici müziklerle karşımıza çıkıyor. Ossi Müzik desteğiyle elden geçirilen filmin müzikleri arasında Sezen Aksu’dan Işıl Yücesoy’a birçok sanatçının filmde şarkıları yer alıyor. Filme özgün müzik yapımında Noyan Erdal, Övgü Özparlak ve Sedat Akdağ destek olurken; Orhan Güvenç, Figen Genç, Şafak Yaşar ve Çağla Serin Özparlak ve Hüseyin Kağıt ise birbirinden güzel şarkılarla yorumlarını katıyorlar.

KÜNYE
Yapım: Film Tayfası & Sinemedya Yapım
Yönetmen: Zaim GÜVENÇ – Deniz GÜVENÇ
Senaryo: Zaim GÜVENÇ – Şükran KOZALI
Yapımcı: Alper KAYA

Oyuncular:
Yeşim SALKIM Kostak Emine
Sevinç MEŞE Lâdik
Deniz GÜVENÇ Öküz Ferhat
Zaim GÜVENÇ Kerem
İlkay KAYKU Müjgan
Özgür BACAKSIZ Ragıp
Merve ASLAN Aynimah
M. Tarık GÜNERSEL Altan
Zeynep Aytek METİN Fahriye
Gül GÖKÇE Dila
Hakan EREN Büyük Hakan
Alekber ALEKBEROV Küçük Hakan
Kerem Poyraz KAYAALP Mustafa
Nalan Güreş DEMİREL Aynimah’ın Kız Kardeşi

İletişim / Sosyal Medya:
Facebook | Twitter | Instagram | Web Sitesi
e-mail: basin@egretigelinladikfilmi.com