Ana Sayfa Blog Sayfa 48

4 Ekim kararsızlığımız…

Bugün insan türü olarak ne kadar ikiyüzlü olduğumuzu bir kez daha anladım. Çünkü hayvanları koruma gününü dile getirmek amaçlı paylaşılan neredeyse hiçbir görselde koyun, inek ve tavuklara yer verilmemişti. Bunun iki sebebi olabilir diye düşündüm. Ya koyun, tavuk ve inek hayvan olarak görülmüyor ya da bunların korunma hakkı olmadığı düşünülüyor. Bu da en büyük ikiyüzlülüğümüzün sebebi oluyor ve türler arası ayrım yapmamız yetmezmiş gibi aynı duyarlılığı taşımalarına rağmen hayvanları da derecelendiriyoruz.

Günleri ve bu günler hakkında yazmayı düşündüğüm ya da başardığım söylenemez aslında. Ama bugün öyle çok görsele denk geldim ki dayanamadım. 4 Ekim Dünya Hayvanları Koruma Günü’nde pek çok sosyal medya paylaşımı yapıldı. Hayvanlar üzerinde yapılan deneylere, avcılığa ve sirklerde hayvanlara yer verilmesine karşı sayısız paylaşım. Bunların hepsine katılıyor ve bir gün sonlanmasını umut ederek çabalamanın işe yarayacağına inanıyorum. Bunun yanı sıra şunu merak ediyorum; peki ya tabağımızdakiler? Bugün onlardan da bahsetmek gerekmez mi?

Lütfen önce şunu düşünelim; kedi ve köpekteki hissediş, inek ve koyunda da var. Bu yüzden hayvanları korumak öncelikle mutfakta, tabakta tercih ettiğiniz yemeklerde başlar. Bir kuzunun kalp atışları ile kuşunkiler aynı ama insan türü, birine şiirler yazarken diğerini yemek tarifi olarak görüyor gerisindeki acıyı, kanı umursamadan.

Bir hayvan için üzülüp özgürlük isterken diğerini umursamamak, farklı bir yerde konumlandırmak hiçbirine tam anlamıyla özgürlük getirmeyecektir. Aslında buradaki kilit nokta sadece ‘üzülmek’ penceresinden bakmak, eşit olarak görmemek galiba. Bu, deneyimlerimden dolayı eşit olarak görülmediği için ‘kardeş’ olmaktan öteye geçemeyen engelli bireylere tavırla aynı geliyor bana. Hep üzülmek, acımak, ‘sempatiklik’ çerçevesinden bakılıyor, özgürlük ve eşitlik ne engellilere ne hayvanların hepsine yakıştırılıyor.

Günlerin nasıl bir etkisi var bilmiyorum ama anlatmanın ve mücadelenin gücüne inanıyorum. Hayvanlar arası ayrım yapmadan değişimi getirebileceğimizi düşünüyorum. Ve tüm türler için eşitliğin ve özgürlüğün mümkün olacağı kansız günlerin gelmesini diliyorum.

Kapak Görseli: Pawel Kuczynski

Hiçlik Duvarına Tuğla Taşıyanlar: Melankolikler

”Neden, ister felsefede ya da politikada ister şiir ya da sanatta olsun olağanüstü kişiliklerin hepsi melankoliktir?’’

Yönün ve zamanın olmadığı; varılacak bir noktanın da… Yönü, zamanı ve varılacak noktayı bilememenin, terk edilmişliğin ve fırlatılıp atılmışlığın getirdiği bir kaybolmuşluk hissi. Belirli duygulardan bağımsız; her duyguya bağımlı. Başı ve sonu kestirilemeyen bir zaman diliminin içinde, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman heyecanlı.

Albrecht Dürer, Melencolia I, 1514, Berlin Devlet Müzesi

Yaşamın kaybedilmiş anlamı üzerinde, sınırları kestirilemeyen ve belki de var olmayan sınırların gerisinde, yaşamın belirleyici sınırına; ölüme kavuşmanın korkusu içindedir melankolikler. Var olmanın sonunda, yokluğun, hiçliğin ulaştığı bir eksikliğin içinde; sonsuz var olma fikrine karşı ani bir yok oluşun eşiğindedirler. Düşünceleri, insanlık tarihi boyunca sorgulanan ve anlam arayışının hiç bitmediği bir güç olarak karşılarında durmuş; bir kapı, çıkış yâhut başlangıç noktası olarak nitelendirilerek başka birçok anlam arayışının da temelini oluşturmuştur. Bu güç, cevabının bulunamayacağının inancıyla zihinlerine meydan okumuştur her zaman. Ulaşamamanın yarattığı yoksunluk hissi ve sınırlı yüzünü gösteren düşüncelerin kenarında, derin bir sessizlikle ortaya çıkan hiçliğin ortasına düşen insanlar; melankolikler, var olmakla birlikte bu hiçliğin içinde, dünyadaki yerlerinin arayışı içinde olmuşlardır.

Albrecht Dürer, Passion, 1511

Belirsizliğin ve heyecandan yoksunluğun rengi içinde, grinin yoğunluğunun en derininden en sığ boyutlarına, en sığ olandan en varılmaz olana sürüklenip durmuşlar: boğulmamışlar ancak çıkamamışlar da. Her iki durum için de çaba sarf etmemişler aynı zamanda; durup beklemişler, zamanın donukluğunun tam ortasında.

Edvard Munch, Melankoli, 1895

Bilinmeyen yerlerde ve bilinmeyen zamanlarda, sırası belli olmayan bir akış içinde; coşkunun ve acının birbirine karıştığı bir noktada durmuş, iç içe anımsanan geçmiş, şu an ve gelecek; yani zaman, yavaşlamış ve şu ana hükmeden geçmiş ile melankolik insanlar hareketsiz kalmışlardır. Tüm zıtlıkların, çelişkilerin arasında kendilerini korumak istemiş ve her biri ”kendine ait bir oda’’ ya çekilmiştir.

Domecio Fetti, Melankoli, Louvre Müzesi, Paris

Boşluğun ve sonsuzluğun içinde, dar ve harabedir artık tam ortasında durdukları yer. Etrafları, tarihin akışının ulaştığı bir yankıdan ibarettir. Bir zamanlar düşünü kurdukları her ne varsa; zamanı, şu anı ve geleceği etkilemeye inançları da, güçleri de kalmamıştır. Bu inançsızlığın ve güçsüzlüğün arasında büyük sancılarla beklemişlerdir; yıllarca ulaşmak istediklerine kavuşmayı. En nihayetinde mutlak yalnızlık içinde, kendilerine dönüş yolculuğunda hiçliğe ulaşmışlardır artık.

Hendrik ter Brugghen, Melancholia, 1628

Ölümsüz tanrılar düzeninden kuşku duyan ve tüm tanrılardan nefret eden Bellerophantes; uzun yaşamanın gerçekte uzun ölmek olduğunu söyleyen Demokritos; yaşadığı müddetçe ölüm özlemi içinde olan Herakleitos; hiçbir yere ait hissedemeyen Herakles; İlahi Komedya’da sürünüşleri tasvir eden Dante ve tüm günahların başlangıcına yâhut ölümün sevgilisi melankoliye ait olanlar; melankolikler, dahil olamadıkları yaşamın, bir ucundan bir ucuna sürüklenmiş ve sancılar içinde sınıra ulaşmışlardır. Kimi tebessümlerle düşmüştür bu mutlak yalnızlığa, kimi ağlamış. Suskunluğun hakim olduğu bedenlerle sürünmüşlerdir kimi zaman, kimi zaman gökyüzünden eksik etmemişlerdir seslerinin yankılarını…

Fritz von Uhde, In Betrübnis, 1895

‘’Bu yanılgı denizinden,
çıkabileceğini umut edene ne mutlu.
Tam da bilmediklerin gerekli olur,
ve bildiklerin işe yaramaz.

Ah, tinin kanatları öyle kolayca
dönüşemez ki gövdenin kanatlarına.’’

Gael Faye’nin Küçük Ülke’sine Bakmak

Önce şarkısıyla tanıştım sonra sadece müzik yapmadığını dilimize de çevrilen Küçük Ülke adlı bir kitabının olduğunu öğrendim. Bazı tavsiyeler oldukça önemli olduğundan Küçük Ülke’yi merak ediyordum. Yayımlandığında Fransa’da pek çok ödül kazanmış ve 2020’de filmi yapılmıştı. “Beğenirsin,” denmişti. Böylece hoş ezgilerin sahibi Gael Faye’nin ilk kitabı Petit Pays’ın Gizem Şakar tarafından dilimize kazandırılmış çevirisine ulaştım. Şimdi size neredeyse elimden bırakmadan tek solukta okuduğum Küçük Ülke’den bahsetmek istiyorum

Afrika Dahil*

Bilenleriniz muhakkak vardır. Benimse kitabın sunuşunu okurken çocukluğumda haberlerde dinlediğim bir şeyler kafamda hayal meyal canlanmaya başladı. Hutular ve Tutsiler arasında yaşanan soykırım, hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğim Dünya’nın trajedilerinden biriydi. Ruanda ve Burundi’de yaşanan çatışmalar, hafıza denilen kuytuda üstüne yüzlerce yeni şey eklenerek neredeyse yok olmuştu.

Bahtı kara kıtanın gerçekleri bizden uzak şeyler gibi görünebilir. Belki de bu nedenle çok az şey biliyoruz Afrika’da yaşanılanlara dair. Bunun bir sebebi bize sunulanlarla ilgili olmalı. Hutular ve Tutsiler arasında soykırım yaşandığı zamanlarda sömürgeci kavramından haberim yoktu. Sonraları biraz teoride kalıyordu bazı şeyler edebiyat olmasaydı. Kitaplar bir dış gerçekliği, iç gerçeklik haline getirip, bir de buradan bak, diyebiliyordu okuruna ve Küçük Ülke’nin kahramanı her şeyin nasıl başladığını ve izleyen yıllarda neler olduğunu anlatmaya küçük bir çocukken başlayıp, on yaşında mutlu bir çocuğun çatışmalarla değişen gerçeğini okur için aşina kılıyordu.

“Kitap okuyarak çıkmazın sınırlarını aşmıştım, yeniden nefes alıyordum, dünya çok daha ileriye, bizi kendimize ve korkularımıza hapseden bahçe kapılarının ötesine uzanıyordu.” diyordu Küçük Ülke’nin kahramanı Gaby ve otobiyografik bir roman sayılabilecek eserinde Gael Faye bunu yazdığını gerçekleştirmeyi başarıyordu. Küçük Ülke’yi okuduktan sonra okur, Buruni’de yaşayan, annesi Ruandalı, babası Fransız bir çocuğun çatışmalarla değişen hayatını görebiliyordu. Detayların yerindeliği, üslubun akıcılığı, betimlemelerdeki yetkinlik, eseri okunası kılmasının yanında okuru kara kıtanın bir çıkmazında gerçeklerle kuşatıyordu. 

Giriş

“‘Tutsiler ile Hutular arasındaki savaşın nedeni aynı topraklara sahip olmamaları mı?”

“Hayır, değil. Aynı ülkede yaşıyorlar.”

“O halde… Dilleri mi farklı?”

“Hayır, aynı dili konuşuyorlar.”

“O zaman tanrıları mı farklı?”

“Hayır, tanrıları da aynı.”

“Peki o zaman niçin savaşıyorlar?”

“Çünkü burunları farklı.”

Okuyunca komik görünen bu diyaloglar, ırkçılığın mayasının nasıl trajediler doğurduğunu bilen okur için basitliğiyle sunduğu çıplaklık, ironiyle gerçekleşen bir tür açığa çıkarma haliyle ürpertici aslında. Burunları farklı olduğu için birbirini katleden insanların dünyasından Gaby’in yolu mecburen Fransaya çıkıyor. Gidebildiği için şanslı belki de ama kendi topraklarını özleyen, aidiyet sorunu yaşayan ve yaşadıklarını anlatmak isteyen biri olarak:

“Kış günü kimsenin geçmediği bir otoban gibi hissediyorum kendimi.” diyor ve yeniden çocukluğuna dönüyor. Her şeyin başına… Buruni’de bir çocuk olduğu günlere…

Mektuplar

“4 Ocak 1993, Pazartesi,

Sevgili Laure, 

Benim adım Gaby. Ne de olsa her şeyin bir adı vardır. Yolların, ağaçların, böceklerin… Mesela bizim mahallenin adı Kinanira. Şehrimin ise Bujumbura. Ülkemin adı da Burundi. Kız kardeşimin, babamın, arkadaşlarımın her birinin adı var. Kendilerinin seçmediği, birlikte doğdukları bir ad. Bu işler böyle. Bir gün sevdiklerimden bana Gabriel yerine Gaby demelerini istedim, bunun amacı benim yerine karar verenlerin yerine karar vermekti. O nedenle rica etsem sen de bana Gaby der misin?”

Mektup arkadaşına cevaben yazdığı mektupta böyle diyor Gaby. Mektupları, mektup arkadaşına duyduğu hislerle tanıdık biri gibi yakın gelen Gaby, şahit olduklarını, yaşadıklarını dillendiriş biçimiyle, dünyada yerinden edilmiş yersiz yurtsuzların da dili oluyor. Küçük Ülke de öyle.

Belki Gael Faye’nin Küçük Ülkesini ziyaret etmek ve kitabı okumak istersiniz diye sözlerimi burada tamamlıyorum ama bundan önce bir parçasını sizinle paylaşmak isterim.

Sağlıcakla kalmanız dileklerimle.

Alıntılar: Gael Faye, Küçük Ülke kitabından yapılmıştır.

*Cemal Süreya dizesi

Gerçekten eşit miyiz?

0

Tarih boyunca kadınların mecbur bırakıldığı sıkıntılı durumların sonuçları, pek çok alanda halen “buradayım” demektedir. Günlük yaşamın getirdiği ağır ve zorlu şartlar hiçbir zaman kadın ve erkek için eşit olmamıştır. İş hayatına erkeklerden daha sonra dahil edilen, daha doğrusu kadının işgücüne ve zekasına sonradan başvurmak zorunda kalan ataerkil sistemin çarkları, ister köy olsun, ister şehir; gerek ücretlerin eşitsizliği, gerekse kazanılan haklar olarak, ilk başta kadın için her anlamda geriden başlamasına ve hatta günümüzde de bu durumun yarattığı dezavantajların güncellenmesine sebebiyet vermiştir. İş hayatında, ailede, medyada, sporda, sanatta önyargıların hep önünde engel olduğu kadının savaşımı, erkek egemen alanlarda, elbette büyük bir direnişin göstergesidir. Fakat size üstüne basa basa soruyorum; “cam tavan” sendromunu kaçımız yaşıyoruz? “Aaa o hiç kadın işi mi, canım?” yorumunu kaç kişiden duydunuz? “Elinin hamuru ile gelmiş buraya, olacak iş mi bu?” gibi daha pek çok  klişeyi duymaya devam ediyor muyuz? 

 Köhnemiş yargıları ve geriletici düşünceleri, çağımıza uyarlanmış biçimlerde düzenleyerek, onları sürdürebilebilir kılmak için ne gerekiyorsa yapmaya ne yazık ki devam eden belli bir grup bulunuyor. Belki de yaşadığınız kesim tarafından, görünmez cam fanusun içindeki hayatlar, bu durumun çok abartıldığını düşünebilir. Bu sebeple biraz alanınızın dışına çıkabilmenizi, hiç ayak basmadığınız toprakları görmenizi, oraları ziyaret edemeseniz de okuyarak, izleyerek ya da araştırarak bilgi edinmenizi tavsiye ederim. Bahsettiğim bu gerici yapıdaki toplumların genel yapısı dahilinde, büyük patronların değişen koşullarına ve ihtiyaçlarına uygun bir şekilde kadının evinde oturması övüle övüle göklere çıkarılmaya çalışılmış, çalışan kadınların ailelerini ihmal ettiği gerekçesiyle suçlandıkları bile olmuştur. Ortaya asırlar önce çıkarılmış olan “baba otoritesi” kavramı kadını hep alt sınırda tutmaya ve üzerine adeta yapıştırılan görevlerin kimlikleştirilmesine sebebiyet vermiştir. 

Bu yazıyı kaleme almama sebep olan içimdeki ses, Kandaka eylemlerindeki kadınların göz alıcı direnişindedir; ve pek tabii ülkemin kadınları için de benzer bir uyanışı her bir bölge, her bir mahalle ve her bir birey ve zihin için diliyorum. Altını kalın kalın çizmek istediğim husus; ayrımcılığın her türlüsünü reddederek,  birlikten gerçek bir gücün doğacına olan inancımdır. İşte bu inancı tarih boyunca iliklerimize kadar hissettiren durumları, olayları ve onları, gizli kahramanları kaleme alan, bize aktaran isimler sayesinde perçinlediğimiz ve inancımızdan vazgeçmediğimiz de tartışmasız şekilde doğrudur.

Siyasi tarih sürecinde hep dışta tutulmuş, adeta temsilinin bile yapılmadığını okuyarak/araştırarak öğrendiğimiz ya da bizzat şahit olduğumuz kadınların verdikleri mücadele ve kazandıkları haklı zaferlerinin, fikirlerinin ve umutlarının kitlelere yayılmasına güçlü bir araç olan edebiyat sayesinde bu sürecin daha kısa zamanda katedildiğini düşünmek pek yanlış olmaz. Savaşlar, milli mücadeleler ve kolektif hareketlerin gelişim süreçlerine bakıldığında, edebi gücün hafife alınmaması gerekir. Geniş kitlelere umutların aktarıldığını, fikirlerin dalga dalga yayıldığını görmek ve toplumlara yön verecek aydın düşüncelerin, edebi eserler içerisinde temsillerinin olduğunu söylemek de mümkündür. Kadınların ve de erkeklerin mutlak bir eşitliğe ulaştığını toplumumuz için söylemek, üzülerek söylüyorum ki, halen yerinde olmayacaktır. Bana belki de diyeceksiniz ki; “bak parlamentomuzda kadın vekiller var, radyoda, televizyonda, belediyede vs. her alanda varsınız, daha nesi?” Temsilimiz elbette var; ancak kaç kadın vekilimiz bulunuyor ya da kaç kadın başkan var veya kadın başkanların sorumlu olduğu alanlar/bakanlıklar ve de neden partiler kadınlar ile ilgili belli bir kotayı doldurmak mecburiyetindeler; veyahut kaç kadın yazarımızın, kadın bilim insanımızın, futbolcumuzun adını bir nefeste sayabiliyoruz diye düşündüğümüzde verdiğimiz cevaplardan kendimiz bile tatmin olamıyorsak, mutlak ve gerçek bir eşitliğe ulaştığımızdan bahsetmemeliyiz. Vardığımız bu noktanın sebeplerini sorguladığımızda ise, cevaplarını zaten bu konuya duyarlı olan kişiler olarak zaten biliyoruz. Ama kaç kişiye bildiklerimizi aktarıyoruz? Hepimiz birimiz için diyebiliyor muyuz çocukken dediğimiz gibi? Günümüzde “eşitlik” adına vardığımız noktaya ulaşmamız için ciddi savaşlardan, sınavlardan geçildiğini, yine edebiyat yoluyla siyaset yapabilmiş olan kadınların mücadelesinden ya da onları destekleyen herkesin mücadelesinden takip edebiliyoruz. İzin verin daha nicelerini görmek istediğimiz, daha önceki yazılarımda da bahsettiğim(!), birkaç örneği sizinle paylaşayım.

Çerkes bir aileden alınıp sarayda eğitim verildikten sonra evlendirilen Nuriye Ulviye Mevlan-Civelek kadınlara ses olabilmek, onları bilinçlendirebilmek üzere Kadınlar Dünyası isimli dergiyi çıkararak başlattığı feminist siyaset, Osmanlı toplumunda en ses getiren kadın hareketlerinden biri olmuştur. Derginin masraflarını karşılayabilmek adına mücevherlerini sattığı bilinen Mevlan-Civelek yazı kadrosunu sadece kadınlardan oluşturmuş; kadınların başka bir yaşam biçimi bilmediğini, kendi haklarından habersiz olduğunu belirterek bu durumu aşmak için kadının kendi geçimini sağlaması ve toplumsal yaşama katılması gerektiğini ileri sürmüştür. Derginin diğer yazarlarından Mükerrem Belkıs, kadınların ancak hemcinsleriyle dayanışma içinde, ortak bir mücadeleye girişmeleriyle kadının ezilmişliği sorununun aşılacağını ileri sürmüştür. Dergi bu amaçla, Osmanlı kadınlarının hak mücadelesini yürüten Osmanlı Müdafaa- i Hukuk-i Nisvan Cemiyeti’ni kurmuştur. Yayın ilkesini kadının erkekle eşit olmasına çalışmak olarak belirleyen Kadınlar Dünyası, Osmanlı döneminde ilerici kadın hareketinin en kararlı sesi olmuştur. Dergi aynı zamanda 28 Mayıs 1913 tarihinde açılan Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-i Nisvan Cemiyeti’nin resmi yayın organıdır. Cemiyet, din ve mezhep ayrımcılığına gitmeden her kadının hakkını savunan ve arayan, eşit hak mücadelesi için çalışan bir cemiyet olmuştur. Kadınlara yol göstermeyi ve onlara toplumda yeni roller biçmeyi amaçlamıştır. Kadınların çalışma hayatına girebilmeleri, eğitim alabilmeleri için büyük uğraşlar vermişlerdir.

Eğitimini evde özel öğretmenlerle tamamlayan, dört yabancı dil bilen ve Osmanlı kadınlarının aydınlık yüzlerinden olan Nezihe Muhiddin, Sabah, İkdam gibi gazetelerde sosyoloji, pedagoji ve psikoloji konularında yazılar yazmış; yazdığı piyesleri, operetleri sahnelenmiş; senaryoları filme alınmıştır. Çalışan, üreten, rasyonel eğitim görmüş, meslek sahibi, siyasal ve toplumsal hayata tam olarak katılan kadın, Nezihe Muhiddin’in idealindeki kadın kimliğini olmuştur. Kadın hakları mücadelesini Cumhuriyet ilanından sonra da sürdürmeye devam eden Muhiddin, Cumhuriyet’i “kadın hakları için uygun bir zemin” olarak gördüğünden, ilanından önce, 15 Haziran 1923’te, kadınlara oy hakkı ve siyasal haklar talebiyle “Kadınlar Halk Fırkası”nı kurmuştur. Bu uğurda verdiği mücadelede bölücülük ile suçlanarak, derneğinin çatısı altında, Türk Kadınlar Birliği’ni kurarak Temmuz 1925 tarihinde Kadın Yolu dergisini çıkarmaya başlamıştır. İlk yazısı kadınlara siyasi haklar tanınması üzerine olan dergide, kadın hakları savunucusu erkek yazarlar da yer almıştır.

İyi bir eğitim alarak farklı ülkelerde tahsilini tamamlayan, yabancı kültürler ile kendi kültürümüzün mukayesesini yaparak, yabancı kültür değerlerinin milli kültürümüzde karşılığını araştıran Halide Edib Adıvar, kadının edebiyat üzerinden siyasette nasıl güçlü bir konuma geldiğinin ve verilen kadın hakları mücadelesinin en güzel örneklerinden biridir. Batı kültürünü ve değerlerini eğitimini tamamlarken yakından inceleme fırsatı bulan Adıvar, milli mücadelenin seyrini etkileyecek olan güçlü hitabeti sayesinde düzenlediği mitingler ile halkı bilinçlendirmeye, kadına ve kadın haklarına dair tarihimizde ilk kez somut adımları atan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte çalışarak, toplumsal bilinci uyandırmış güçlü bir kadındır. Türk halkını harekete geçiren ve önderlik edenler devrin münevverleri, yazar ve edebiyatçılardır. Yazıları ile milli heyecanı ve direnci besleyen Adıvar, 1919 yılında, Vakit Gazetesi’nde sürekli yazmaya başlar; Büyük Mecmua’nın da başyazarı olur. Halide Edib Adıvar, 1926-1939 yılları arasında, edebi faaliyetlerine ara vermemekle beraber, tarih felsefesi, Şark ve Garb medeniyetlerinin mahiyetleri, karşılıklı tesirleri üzerinde çalışmalar yapmış; Amerikan üniversitelerindeki derslerinde ve muhtelif Hindistan üniversitelerinde bu meseleleri sistemli olarak ele almıştır. Batı edebiyatı ve Türk edebiyatından okudukları onun mizacı etrafında birleşir. Mizacının, ayırıcı özelliği aklına koyduğunu elde etmek, şartları zorlamak ve hâkim olmak kelimeleriyle ifâde edilebilir. İşte bu mizaç, Handan’da, Yeni Turan’ın Kaya’sında, Vurun Kahpeye’nin Aliye’sinde, Sinekli Bakkal’ın Rabia’sında edebî türün hazırladığı imkân ölçüsünde varlığını hissettirdiği gibi Halide Edib Adıvar, Türk kadının da hayatını şekillendirmiştir.

Başka örneklerin verilebilmesi ya da bu değerli isimlere yenilerinin katlanarak eklenmesi temennisi ile…

Altın Kedi için yarışacak filmler açıklandı

Sinemaseverlerin sabırsızlıkla beklediği İzmir Kısa Film Festivali’nde ulusal ve uluslararası dallarda animasyon, belgesel, deneysel ve kurmaca kategorilerinde Altın Kedi Ödülleri için yarışacak filmler belli oldu. 

İzmir Kısa Film Festivali, bu yıl 21. kez İzmirli sinemaseverler ile buluşmaya hazırlanıyor. Başta Kültür Bakanlığı ve İzmir Büyükşehir Belediyesi olmak üzere Fransız Kültür Merkezi ve Alman Kültür Merkezi destekleri ile gerçekleştirilen İzmir Kısa Film Festivali 2-8 Kasım tarihleri arasında yüzlerce filmi ücretsiz olarak sinemaseverler ile buluşturacak. 120 ülkeden 3 bin 500 filmin başvuruda bulunduğu festivalde, ulusal ve uluslararası dallarda animasyon, belgesel, deneysel ve kurmaca kategorilerinde Altın Kedi Ödülleri için yarışacak olan filmler belli oldu. 

Bu yıl Fransız Kültür Merkezi, İzmir Sanat, Konak Sineması, Karaca Sineması ve Kültür için Alan’nın desteği ile online olarak da gerçekleştirilecek olan İzmir Kısa Film Festivali programı ve jüri üyeleri önümüzdeki günlerde açıklanacak.

Ulusal Kurmaca Kategorisi Finalist Filmleri

Mamaville / Irmak Karasu

Büyük İstanbul Depresyonu / Zeynep Dilan Süren

Münhasır / Yeşim Tonbaz

Yara / Onur Güler

Esinti / Yiğit Ege Yazar

Vavelya / Birhat Temel

Siyah Güneş / Arda Çiltepe

Room 5 / Nihan Seven

Sarı, Siyam, Kanocular ve Ev Sahibi / Esme Madra

Ziyafet / Fırat Özerler

Göremediğimiz Tüm Işıklar / Şeyhmuz Altun

Ahtapot / Ergin Erden

Yolcuklar / Farnoosh Samadi, Ali Asgari

Uluslararası Kurmaca Kategorisi Finalist Filmleri

White Winged Horse / Mahyar Mandegar (İran)

David / Zach Woods (ABD)

The Fall / Jonatan Glazer (İngiltere)

I Am Afrait To Forget Your Face / Sameh Alaa (Mısır)

The Fall / Mert Berdilek (Avustralya)

Nina / Hristo Simeonov (Bulgaristan)

Vlora / Erblin Nushi (Kosova)

Virago / Kerli Kirch Schneider (Estonya)

Bromance / Jaroslav Moravec (Çek Cumhuriyeti)

Nero / Jan David Bolt (İsviçre)

Touch / Nir Berger (İsrail)

The Atomic Adventure / Loic Barche (Fransa)

Sticker / Georgi M. Unkovski (Makedonya)

Animasyon Finalistler

Lal / Gökalp Gönen

Çember / Melisa Hoş

Weight Of Consciousness / Alemşah Fırat

The Mother Of All Flowers / Merve Çaydere Dobai

Son / Orhan Umut Gökçek, Şeyma Kavak Gökçek

Belgesel Finalistler

Aynı Kar Tanesi Sayısız Kez üştü Yeryüzüne / Evrim İnci

Kelebek Adam / Enis Manaz

Buluşma / Nurbanu Asena

Bir Ömür Anadolu / Özer Kesemen

İris  / Volkan Güleryüz

Deneysel Finalistler

Taming Of Enkidu / Pırıltı Onukar, Lukas Geier

Balance / Murat Boncuk

Ankebut / Ceylan Özgün Özçelik

CRN1138 / Lütfican Umut

Vortex / Cüneyt Işık

İrtibat:

Kare Film: (232)  422 66 26, (532) 447 38 40

 HYPERLINK “http://www.izmirkisafilm.org” www.izmirkisafilm.org

Kadına Şiddette Üzerimize Sinen Kelime Dağarcığı: Kadın Düşmanlığı ve Centilmenlik

0

Her gün bir kadın cinayeti, her gün cinayetlerle ilgili süren davalarda hukuka aykırı gelişmeler, her gün ortaya çıkan olağanüstü mide bulandırıcı detaylar. Kanıksamalı mıyız? Hayır. Aksine kadınlar günü olmaksızın veya kadına herhangi bir şiddet haberi duymaksızın, her an, durmamacasına kadına yönelik her tür materyal üzerinden paylaşımlarda bulunmamız lazım. Maurice Daumas’ın Kadın Düşmanlığı kitabı üzerine bir inceleme yazısını bu sebepten, geciktirmeksizin yazmak istedim. Çünkü zamanın tümü, her anı kadınlar aleyhine işlemekte. Erkek eliyle uygulanan şiddetten tutalım, sonrasındaki süreçlerin hepsinde (Adli, hukuki, sosyal) kadınlara olan düşmanlık ve kadın mağduriyeti devam etmekte.

Bu arada İstanbul Sözleşmesi ne alemde? Neredeyse tamamı erkeklerden oluşan (Kadın vekillerin de erkeklerden daha erkek olduğu) meclisimizde kendilerinin işine gelen her yasayı ışık hızıyla çıkaran vekillerimiz, toplumdaki şiddetin kaynağını oluşturan kadına şiddeti önleyici ve şiddet olması durumunda caydırıcı cezaların uygulanabileceği İstanbul Sözleşmesi ile ilgili herhangi somut bir adım atabildiler mı?

Kadın Düşmanlığı dört başlığın atıldığı bölümlerden oluşuyor. Ve bu inceleme esnasında genelde kitaptan alıntılarla ilerleyeceğim çünkü üzerine ayrıca bir söz veya yorum yapmayı gerektirmeksizin izahı çok güzel yapılmış bir kadın düşmanlığı ile karşı karşıyayız.

Kadın Düşmanlığının İki Yüzü

Aşkın Kötü Sürprizleri

Dostluk ve Evlilik

Baskının Temelleri

Her şeyden önce kadın düşmanlığının iki yüzü var. Cinsiyetçi bir kelime olan cinsiyetçilikten bunu açıkça anlayabiliriz. Bu durumu Daumas şöyle açıklıyor: “Cinsiyetler arasında veya aynı cinsiyet içindeki ilişkileri tanımlamak için dostluk, aşk, baştan çıkarma, tutku, şefkatten söz ederiz. Bu kelimelerin çoğunun anlamı karşılıklıdır: Yani kadınlar erkekleri baştan çıkarır, erkekler de kadınları. Dildeki keskin asimetriye bakın ki, 20. Yüzyıldan önce hiçbir kelime özellikle dişil bir eylemi adlandırmazken, kadın düşmanlığı ve centilmenlik sadece eril davranışları tanımlıyor: “Aktif” bir erkek ile “pasif” bir kadın arasındaki rol dağılımı geleneksel kelime dağarcığına gayet güzel işlemiş.”

Daumas’ın altını çizdiği bu durum dikkatinizi özellikle çekmek isterim ki, bilgi, iletişim, uzay çağı diye nitelendirdiğimiz 20. Yüzyıl ile birlikte gerçekleşiyor. Her yeni başlayan yüzyıl ile birlikte kadın konusu tüm gelişmelerin tam tersi yönünde geriye doğru ilerliyor.

Aşkın Kötü Sürprizleri elbette ki kadın düşmanlığının tahakkümü niteliğinde ortaya çıkabiliyor. Aşinası olduğumuz, “Deli gibi seviyorum, bu yüzden yaptım.” cümlesinin içeriğindeki “hak edilmiş şiddet” meselenin nirengi noktasını bizlere göstermekte. Bu noktada Daumas, Pierre Bourdieu’nun ünlü Eril Tahakküm adlı eserinde sorduğu şu soruyu aşkın kadın şiddetine etkisini özünde kimse bu kadar iyi sormadı diyerek paylaşıyor:  “Aşk, eril tahakküm yasasında, temsillere dayalı şiddetin ötelenmesine yarayan ve en yüksek değerin atfedildiği tek istisna mıdır, yoksa bu şiddetin en ustalıklı şekilde saklandığından dolayı en üst seviyedeki hali midir?”

Soruyu  Bourdieu’nun sorduğu şekilde aynen alıntıladıktan sonra Dostluk ve Evliliğe geçelim. Dostluğun gayriresmi ve sadece bireyi ilgilendiren bağlayıcılığına karşılık evlilik kurumu ahlaki, sosyal ve siyasi düzenin temel direği olarak kabul ediliyor. Bu açıklamadan sonra Dostluk ve Evliliği neden birbiriyle kıyaslıyoruz diye soruyor Daumas. “Çünkü eşlerin birbirlerine duydukları dostluk ve sevgi aynı alana, bireyin duygu yelpazesine aittir.” Duygu yelpazesi nitelemesi bu cümledeki en önemli nokta. Bir aradayken erkekler ve bir arada olan erkeklerin (erkekleşmiş yatılı okullar, askeri koğuşlar, mesleki ortamlar) arasında yeri olmayan kadınlar ortamı şiddetin üretim merkezleri halini alabiliyor.  Burada çok önemli bir şey söylüyor Daumas, “Kadınlar erkeklerin asla vazgeçemedikleri yegane eğlence nesnesidir.” Ve bu eğlence nesnesinin şiddete dönüşümü kaşla göz arasında gerçekleşir. Yani Dostluk ve Evlilik penceresinden kadına şiddete bakmamızı isteyen Daumas; “Yalnız gülmüyoruz, yalnız bağırmıyoruz, taraftar otobüslerinde erkeklere özgü şamatadan yükselen bu gürlek ve kakafonik ezgilerden herhangi birini tek başına çıkarmıyoruz. Bu davranışlar grup etkisiyle gerçekleşiyor ve bireyin rakibine olan nefretini, ırkçılığını ve kadın düşmanlığını göstermesine kapı aralıyor.” diyor. Böyle bir şey yok diyerek bu tespitlere itiraz edebilir misiniz?

Gelelim Baskının Temelleri’ne. Bu bölümde sözü tamamen Maurice Daumas’a bırakacağım. Nedeni şu: Kadın cinayetleri politiktir diyoruz ya hep ve bunun doğruluğu her kadın cinayetinde tescillenircesine bir süreçle yaşanıyor ya, bu yüzden de İstanbul Sözleşmesi konusuna da yukarıda değindim ya, işte tüm bu sebeplerden Baskının Temelleri bölümünde sözü tamamen Daumas’a bırakacağım kitabın özünü en iyi yine yazarı açıklayabileceği için: “Bir temsili boyutu ve ideolojik bir aracı olmadan iktidar kurulamaz. Kadınlara yaptırılmış olumsuz sterotipler, kadın düşmanı bir ideolojiden, bir inanış sisteminden söz etmemize yetecek kadar eski, çeşitli, ve benzerdir. Yabancı düşmanlığı gibi kadın düşmanlığı da gizli ve yaygın bir duygu olarak koşullar tarafından tetiklenerek feminizm karşıtlığına dönüşür. Irkçılık da koşulsallaşmış, tarihselleşmiş bir ideolojidir. (…) Oysa kadın düşmanlığının bir “öncesi” bulunmaz. Erkek baskısının varolmadığı bir altın çağ asla yaşanmadı.”  

Egemen olmak zorundaydılar çünkü kadını niteleyen bir çok özellik erkekte yok. Kadında var olup da onlara doğuştan bir hediye gibi sunulan fakat asla erkekte olmayan manevi güçlerden bahsediyorum. Bu yüzden sürekli bir savaş halindeler ve hiç yoktan savaş çıkarabilme “gücüne” sahipler. Alıntı yapmalara doyamadım fakat olayın kadın erkek farklılığını ortaya koyması ve meseleyi basit bir örnek üzerinden olsa da anlatması açısından kitaptan son bir alıntı yapmak istiyorum.     

“Genç kızlar gönül ilişkilerine genç erkeklerden daha çok kendilerini adıyor. Erkeklerin üçte birine kıyasla kadınların üçte ikisi, ilk cinsel deneyimlerini yaşadıkları erkeğe aşık olduklarını ifade ediyor. Kadınların cinselliklerini doğrudan duygusal bir çerçeveye, hatta evlilik çerçevesine yerleştirmeyi erkeklerden daha çok benimsedikleri konusunda araştırmacılar hem fikir. Üstelik önemli bir çoğunluğu ilk partnerlerini müstakbel eşleri olarak görüyor. Gerçekleşmesi uzak bir ihtimal olduğundan, bu beklentinin erkeklere oranla kadınları daha çok hayal kırıklığına uğrattığını görüyoruz. Kadınların duygusal açıdan aşırı adanmışlığının yarattığı eşitsizliğin etkisi ilk burada görülür.”

Yaptığım alıntılar kitabın beşte birine bile tekabül etmiyor. Bu yüzden lütfen Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayınlanan Barış Behramoğlu tarafından çevrilen Kadın Düşmanlığı kitabını alıp okuyun.   

Şubadap Çocuk’tan yeni albüm: “Hey, buraya baksanıza!”

0

Çocukların, Çekirdeksiz Domates, Özgürlük, Dino, Fasa Fiso gibi şarkılarıyla tanıdığı ve sevdiği müzik grubu Şubadap Çocuk, yeni albümü ‘Hey Buraya Baksanıza’yı yayınladı. Tüm dinleme platformlarından dinlenebilen albüm, 6 şarkıdan oluşuyor: ‘Emek Demek Ne Demek?’, ‘Bisiklet’, ‘Bir Arkadaşım Var’, ‘Ne Fark Eder Ki?’, ‘Bana Bir Masal Oku’ ve ‘Dev Masalı’.

2013 yılından bugüne çalışmalarını İzmir’de sürdüren Şubadap Çocuk ekibi, çocuklarla müzik çalışmaları da yapıyor. Albümlerdeki şarkılar da bu çalışmalara katılan çocuklar tarafından seslendiriliyor. ‘Hey Buraya Baksanıza’ albümü, Şubadap Çocuk ekibinin 6. albümü. Her albümünde toplumsal konulara değinen çocuk şarkıları yayınlayan ekip; doğa, barış, birlik, bilimsel düşünme, sorgulama, emek, özgürlük, çocuk hakları, akran zorbalığı gibi toplumsal konularda çocuk şarkıları yapıyor ve çocuk şarkıları konserleri düzenleyerek bu şarkıları, Türkiye’deki ve yurtdışındaki çocuklara ulaştırmaya çalışıyor. Bunların yanı sıra, şarkılarından hareketle yazdıkları resimli kitaplar ve müzik eğitiminde kullanılabilecek materyalleri de web siteleri olan subadapcocuk.org üzerinden çocuklarla buluşturmaya çalışıyor.

Ekibin albüm için çocuklara yazdığı açıklama şöyle:

“Merhaba çocuklar,

Sizin için yeni şarkılar uydurduk. Nasıl mı? Önce şarkılarda anlatmak istediğimiz şeyleri belirledik. Sonra şarkı sözlerini yazdık, arkadaşlarımıza ve birlikte çalıştığımız çocuklara gönderdik. Hem onlardan hem internet üzerinden yaptığımız canlı yayını izleyen herkesten şarkılar hakkında fikir alıp şarkıları tekrar düzenledik. Birlikte çalıştığımız çocuklar, şarkıları söylemek için çalıştılar. İzmir’in en güzel parklarından biri olan Kültürpark’ta prova yaptık ve müzik stüdyomuzda biz çalgıları çaldık, çocuklar da söyledi. Sonra da ses kayıtlarını birleştirip tüm çocukların dinleyebilmesi için paylaştık. Yani bu şarkıları yapmak için hep birlikte epeyce emek verdik, hatta geçen gün çocuklarla birlikte hesapladık ki 3 dakikalık bir şarkıyı oluşturup yayınlamak için yaklaşık 30 saat emek vermişiz! Evet biraz yorulduk, ama ortaya birçok çocuğu mutlu edecek 6 tane şarkı çıkarmış olduk:

* ‘Bisiklet’te çocukları benzinsiz, ekolojik bir mutluluğa çağırıyoruz,

* ‘Emek Demek Ne Demek?’te çocukların, etrafındaki her şeye emek gözlüğüyle tekrar bakmasını istiyoruz,

* ‘Bir Arkadaşım Var’da göç ve dostluk hikâyesinin içindeyiz,

* ‘Bana Bir Masal Oku’da yeni bir masallar diyarının peşindeyiz,

* ‘Ne Fark Eder ki?’de ayrımcılığı kovalıyoruz,

* ‘Dev Masalı’nda korkuyoruz, ama yürüyoruz.

Bu albümde yayınladığımız şarkılarla birlikte, çocuklar için yaptığımız toplam 40 tane şarkımız oldu. Tüm şarkılarımızın bir konusu, bir sözü var. Dikkatle dinleyen çocuklar bunu rahatlıkla anlayabilir.

Bize en çok sorulan soru şu: “Neden çocuk şarkıları yapıyorsunuz?” Cevabı bizim için çok basit: “Eşit ve özgür bir dünya isteğimizi çocuklara en keyifli şekilde anlatmak için.” 

Umarız ki bu şarkıları dinleyen çocuklar da sadece kendilerinin değil, tüm çocukların mutlu olması için şarkılar söylerler.” 

Merhaba öğretmenler;

Koronavirüsün etkileri sebebiyle çocuklarla buluşma şeklimiz değişti. Biz de çocuklarla konserler yoluyla buluşmayı çok seviyoruz ama bu dönem biraz daha ‘uzaktan’ olacağız besbelli. Bu albümdeki şarkılarımız da önceki albümlerdeki gibi çocuklarla çeşitli şekillerde buluşabilir. Bunu en iyi sizin aracılığınızla yapacağımıza inanıyoruz. Bu albümde de şarkılarımızın her biri ortak toplumsal ihtiyaçlarımızla ilgili konuları ele alıyor:

* ‘Bisiklet’te çocukları benzinsiz, ekolojik bir mutluluğa çağırıyoruz

* ‘Emek Demek Ne Demek?’te çocukların, etraflarındaki her şeye emek gözlüğüyle tekrar bakmasını istiyoruz

* ‘Bir Arkadaşım Var’da göç ve dostluk hikâyesinin içindeyiz

* ‘Bana Bir Masal Oku’da yeni bir masallar diyarının peşindeyiz

* ‘Ne Fark Eder ki?’de ayrımcılığı kovalıyoruz

* ‘Dev Masalı’nda korkuyoruz ama yürüyoruz

Bu albümde yayınladığımız şarkılarla birlikte, çocuklar için yaptığımız toplam 40 tane şarkımız oldu. Tüm şarkılarımızın bir konusu, bir sözü var. Bu toplumsal konulardaki bakış açıları ve tartışmaların çocuklarla buluşturmayı çok önemsiyoruz. İşte bunun içindir ki web sitemizde de yayınladığımız dokümanlarla, çocukların müzikle ilişkisine bir tuğla da biz koymuş olmayı umuyoruz.

Merhaba ebeveynler/bakım verenler;

Eşit ve özgür olmayan bir dünyada çocuklara bakım verme sorumluluğunu üstlenmiş durumdasınız. Bunun zorluğunu bilen bir yerden, çocuklarınızla nitelikli kültür-sanat ürünlerini buluşturma isteğinize karşılık gelecek üretimler yapmanın peşindeyiz. Barış Mançolar bir nesli büyüttü, fakat artık yeni bir dünya ve yeni bir çocukluk kültürü var. İşte bu yeni nesilin büyüme şarkılarına ise biz talibiz. Umarız ki iddiamızı sırtlayabiliriz. Sizlerin, çocukların kültürlenmesindeki rolü çok önemli. İtiraf etmemiz gerekir ki, bu şarkıları biraz da size yapıyoruz. Eşit-özgür ve mutlu bir dünyada yaşamak yalnızca çocukların değil yetişkinlerin de hakkı :)”

2013 yılından bugüne çalışmalarını İzmir’de sürdüren Şubadap Çocuk ekibi aynı zamanda çocuklarla müzik çalışmaları da yapıyor. Albümlerdeki şarkılar da bu çalışmalara katılan çocuklar tarafından seslendiriliyor. ‘Hey Buraya Baksanıza’ albümü, Şubadap Çocuk ekibinin 6. albümü. Her albümde yayınladıkları şarkılar tematik nitelikte olan ekip, doğa, barış, birlik, bilimsel düşünme, sorgulama, emek, özgürlük, çocuk hakları, akran zorbalığı vb. toplumsal konularda çocuk şarkıları yapıyor, bu şarkıları ayrıca çocuk şarkıları konserleriyle de Türkiye’deki ve yurtdışındaki çocuklara ulaştırmaya çalışıyor. Bunların yanı sıra, şarkılarından hareketle yazdıkları resimli kitaplar ve müzik eğitiminde kullanılabilecek materyalleri de web siteleri olan subadapcocuk.org üzerinden çocuklarla buluşturmaya çalışıyorlar.

8. Boğaziçi Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması Filmleri Belli Oldu!

0

8. Boğaziçi Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda 100.000 TL’lik En İyi Film Ödülü için yarışacak filmler açıklandı.


 T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün katkıları, Global İletişim Ortağı Anadolu Ajansı’nın destekleriyle; Boğaziçi Kültür Sanat Vakfı tarafından bu yıl 23 – 30 Ekim tarihleri arasında düzenlenecek 8. Boğaziçi Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yer alan filmler belli oldu. Sinemaseverler tarafından merakla beklenen filmlerin yer aldığı Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda bir film 100.000 TL değerindeki “Altın Yunus” ödülünü kazanacak.

10 Film “Altın Yunus” İçin Yarışacak

Edebiyatçı, senarist ve yapımcı Tarık Tufan’ın başkanı olduğu ve yönetmen Ramin Matin, görüntü yönetmeni Taner Tokgöz, oyuncu İpek Türktan Kaynak ve oyuncu Ecem Uzun’dan oluşan Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması Jürisi yılın en iyi yerli filmini seçecek. Bu yıl 10 filmin jüri karşısına çıkacağı Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda Derviş Zaim’in Suriyeli bir rejim askerinin yaralanması ve sonrasında ülkede akan kanı durdurmak için hayatını riske atan bir eyleme girişmesine yoğunlaşan “Flaşbellek”, Orçun Benli’nin görevinden ayrılan genç komiser Ayhan’ın, gittiği orman evinde kızının gelişini beklerken yeni hayatına uyum sağlamaya çalışmasını anlatan “Gelincik”, Erdem Tepegöz’ün distopik bir dünyaya kuşkucu bir bakış atan ve ilkel teknolojiyle yönetilen bir fabrika bölgesinde bir grup işçinin hayatına odaklanan ve dünya prömiyerini 42. Moskova Film Festivali’nde yapacak “Gölgeler İçinde”, Ensar Altay’ın yalnız ölenlerin evlerini temizleyen Norihito’yla dünyada var olmak için kendine sebep arayan Yaşlı Muramatsu’nun hikayesini bir Japon fenomeni üzerinden anlatan belgeseli “Kodokushi”, Barış Gördağ ve Yasin Çetin’in duyma ve konuşma engelli babaannesiyle yaşayan kız çocuğuyla İstanbul’da felsefe öğretmenliği yapan İlhan’ın hikayesini anlattığı “Koku”, Ferit Karol’un kendi halinde bir aile babası olan Orhan’ın zor günler geçirdiği süreçte ailesiyle arasındaki ilişkiye odaklanan “Kumbara”, Fatih Özcan’ın koyunlarını kurtlardan korumak için bir mavzer satın almaya çalışan adamın, oğlu ve kardeşleriyle yaşadıklarını konu edinen ve dünya prömiyerini 26. Saraybosna Film Festivali’nde yapan “Mavzer”, Ercan Kesal’ın aynı adlı romanından uyarlanan, İstanbul’da bir belediyenin başkan aday adayı olan Doktor Kemal Güner’in bir günde geçen trajikomik hikayesini konu edinen ve dünya prömiyerini 49. Rotterdam Film Festivali’nde yapan “Nasipse Adayız”, Reis Çelik’in bir aşık ile çırağının hikayesini ele alan ve dünya prömiyerini 32. Tokyo Film Festivali’nde yapan “Ölü Ekmeği” ve Ahmet Sönmez’in yüksek fonksiyonlu otistik bir babayla “normal” oğlunun hikayesine odaklanan “Sadece Farklı” isimli filmleri yarışacak. 

Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda 2 Dünya Prömiyeri
8. Boğaziçi Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yer alan filmlerden “Kodokushi” ve “Sadece Farklı”dünya prömiyerlerini festivalde yaparken “Flaşbellek”“Gelincik”“Gölgeler İçinde”“Koku”“Kumbara”“Mavzer” ve “Ölü Ekmeği” filmleri ise İstanbul’da ilk gösterimlerini gerçekleştirecek.

En İyi Ulusal Filme 100.000 TL Ödül!
8. Boğaziçi Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yer alacak filmlerden bir tanesi 100.000 TL’lik En İyi Ulusal Uzun Metraj Film Ödülü’nün sahibi olacak. Yarışmada 20.000 TL’lik En İyi Yönetmen, 15.000 TL’lik En İyi Kadın Oyuncu, 15.000 TL’lik En İyi Erkek Oyuncu, 10.000 TL’lik En İyi Senaryo, 10.000 TL’lik En İyi Sinematografi ve 10.000 TL’lik En İyi Kurgu dallarında da ödüller dağıtılıyor. Ayrıca festivalin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışmasında yer alan filmlerden birine FİYAB (Film Yapımcıları Meslek Birliği) tarafından 10.000 TL’lik En İyi Yapımcı Ödülü takdim edilecek.

8. Boğaziçi Film Festivali, Boğaziçi Kültür Sanat Vakfı tarafından 23 – 30 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilecek.

O göktaşları beynimizde kök saldı

Bir meteor bir gök cismine düşer, sonra bir başkası sonra bir başkası düşer…

Meteorlar yavaş yavaş sıcağın etkisi ve buna bağlı basınç değişimleri ile çatlar. Yavaş yavaş bu koca kütleli gök cisminin parçası olurlar. İçlerindeki her şey bu büyük gök cismine karışır. Yüz binlerce yıl geçer. Her düşen meteor, bu gök cismine bir şeyler katar. Bu parçalar başka bir büyük şeyin parçasıdır. Başka büyük bir şeyden, bir şeyler taşımıştır buraya. Sonra hepsi birbirine karışıp yepyeni şeyler oluşturmaya başlar. Bu, çok uzun bir süreçtir gözlemleyen için. Yaşayan için ise gerçekleştiğinde, olup bitmiştir sadece; ama ortaya muazzam bir hayat çıkmıştır; çünkü her yeni gelen, ulaştığı yer ile uyum sağlamak için on binlerce yılını vermiştir. Denemiştir, birleşmiş ayrılmış, tekrar deneyip tekrar birleşip tekrar ayrılmıştır ve her birleşip ayrıldığında yeni bir şey olmuş yeni bir şey katmıştır aslında. 

Bunun olması için yüzyıllar geçmiş, sayısız deneme ile uygun olasılık gerçeği var etmiştir. Bu muazzam bir emek muazzam bir çaba ve enerji gerektirmiştir. Evrende her şey en az çaba ilkesi ile çalışıyorken bizim için en az çaba gerektiren bir süreçmiş gibi görünmese de bu onlar için en az çaba gerektiren süreçler sonunda oluşmuş ve bu kendi içinde en iyi olanı doğurmuştur…

Olaylar, gözlemlendiği gözlem çerçevesine göre anlam bulur. Aynı olay farklı gözlem çerçevelerinden farlı algılanır, hatta aynı gözlem çerçevesindeki farklı konumlardan da izlendiğinde farklı algılanır. Bu durum mutlaklık durumunda soru işaretleri yaratır. Zaman ve konum görecelik kazanır. Bu yüzdendir ki hakemler aynı pozisyonu sağdan ve soldan izlediklerinde farklı karar alır (burada tabii ki beynin rolü büyüktür). 

Gözlemlediğimiz şeyleri arada bir farklı farklı noktalara geçip gözlemlemek gerekir. Bir şeylere bakıp sürekli aynı sonuçları çıkarıyorsak farklı bir zaman diliminden incelemek gerekir belki de; çünkü tüm zamanlar şu anda. Daha fazla görmek daha yeni bir şey üretmek istiyorsak, gözlem yapmak için kendimiz dışımızda bir nokta belirlemeliyiz. Çünkü insan olarak yaşadığımız en büyük yanılgı budur; başlangıç noktası olarak kendimizi almak.

Karmaşayı görebilmek demek farklı zaman ve konumlardan bakabilmek demektir. Evreni tanımlayabilmek için bu günden geriye doğru gidiyoruz yani zaman noktamızı değiştiriyoruz, ayrıca aynı olayı, farklı konumlara yerleştirdiğimiz uydulardan gözlemliyoruz yani konumu da değiştiriyoruz. Çünkü artık şunu çok iyi biliyoruz ki aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil ve aslında her şey izlediğimiz zaman ve konuma göre değişir.

Bu sebepledir ki beynimiz bizimle bu kadar ritmik dans ediyor; çünkü uzay ve zaman onun için çok farklı işliyor. Onu kendine açıp serbest bırakmak uzay ve zamanı hem kendi içlerinde ayrı ayrı hem de birbirleriyle bütünleştiriyor; çünkü hiçbir şeyi eş zamanlı olarak algılamıyoruz ve bu beynimiz için yaratım gücünde, bize kısa gibi görünen ama onun için bir kara delik şiddetinde küçük bir boşluk bırakıyor. Bu boşluğu o kadar iyi değerlendirip dolduruyor ki her şeyi temelden alıyor. İnsanlık tarihinin başından bu yana akan genetik aktarımların potansiyellerini kullanıyor; çünkü o bu işte usta ve bunu en iyi şekilde yapıyor. Üretmek ve üretileni geri dönüştürüp tekrar üretmek… Belki de en iyi çevre dostumuz beyin ama biz hala bu gizemli harika şeyi tam olarak çözemiyoruz;  çünkü çözmeye çalışılan da çözmeye çalışan da aynı ve bu bir karmaşa oluşturuyor. 

İşte o küçük gök taşları bir araya gelerek beynimiz ile genetik dehayı birleştirip bu muazzam oluşumu yarattı… Yazıdaki satır aralarını doldurmayı o küçük ve bir o kadar güçlü boşluğunuza bırakıyorum… Her an sizinle olan ve o müthiş fikirleri oluşturan o dopdolu boşluklara… Hiçbir şey aslında boş değildir ve boşuna gelişmemiştir… O güçlü, yaşayan, taptaze ve bir o kadar da yaşlı boşluktan…

57. Altın Portakal’da Çevrimiçi Gösterimler!

0

Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla 3-10 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin çevrimiçi etkinlikleri ile festival coşkusu tüm Türkiye’ye yayılacak. Antalya Altın Portakal Film Festivali, çevrimiçi sinema platformu MUBI ile bu yıla özel bir işbirliğine imza attı ve sinemaseverler için Altın Portakallı Filmler seçkisi hazırladı. Altın Portakal Sinema Okulu kapsamında ise sinemacılarla farklı başlıklar altında gerçekleştirilen söyleşiler festival sosyal medya hesaplarından herkesin erişimine açık olacak. Altın Portakal Sinema Okulu dersleri ise bu yıl 4-9 Ekim tarihleri arasında seçilen 250 öğrenciye özel olarak çevrimiçi gerçekleşecek. 

Altın Portakallı Filmler MUBI’de!

Farklı dönemlerde festivalin büyük ödülü olan Altın Portakal’ı kazanmış altı filmlik bir seçki 3 Ekim – 30 Kasım tarihleri arasında MUBI üyeleri tarafından izlenebilecek. MUBI, abonesi olmayan sinemaseverlerin de bu özel seçkiyi izleyebilmesi için, yalnızca mubi.com/antalya adresi üzerinden yapılacak aboneliklere özel 30 gün ücretsiz deneme süresi hediye edecek. Sinemamızın ve festivalimizin gelmiş geçmiş tüm emekçilerine şükranla hazırlanan programdaki filmler, festival tarihi kadar ülke sinemasına dair güçlü bir panorama sunuyor sinemaseverlere. MUBI’de izlenebilecek filmler; büyük usta Lütfi Ömer Akad’ın sinemamızın belki de en önemli üçlemesi olan Göç Üçlemesi’nin ikinci filmi “Düğün”, politik sinemanın en önemli örneklerinden Yavuz Özkan imzalı “Maden”Atıf Yılmaz’ın sinemamızdaki en etkileyici kadın öykülerinden biri olan fantastik filmi “Aaahh Belinda”Uğur Yücel’in ülkeyle ilgili pek çok farklı meseleye dokunan filmi “Yazı Tura”, Ben Hopkins’in özgün filmi “Pazar: Bir Ticaret Masalı” ve Tolga Karaçelik’in geleceğin klasiklerinden biri olacağına kesin gözüyle bakılan filmi “Sarmaşık”.

Altın Portakal Sinema Okulu Söyleşileri Türkiye’ye Ulaşacak!

Altın Portakal Sinema Okulu festivalin sosyal medya hesaplarından takip edilebilecek söyleşi videoları ile Türkiye’nin dört bir yanındaki sinemaseverlere ulaşacak. Sinema yazarı Mehmet Açar moderatörlüğünde oyuncu-yönetmen-senarist Ercan Kesal ve oyuncu Nazan Kesal ile “Aile Boyu Sinema”, sinema yazarı ve akademisyen Ahmet Gürata moderatörlüğünde yönetmen Kıvanç Sezer ile “İlk Filmimi Nasıl Çektim?”, sinema yazarı Evrim Kaya moderatörlüğünde oyuncu Damla Sönmez ile “Türkiye’de Kadın Oyuncu Olmak”, yönetmen ve yapımcı Haşmet Topaloğlu moderatörlüğünde yönetmen-senarist Pelin Esmer ile “Belgeselden Kurmacaya-Kurmacadan Belgesele”, sinema yazarı Esin Küçüktepepınar moderatörlüğünde yönetmen-yapımcı-senarist ve akademisyen Emin Alper ile “Hikâyeden Sinemaya”, yapımcı Engin Palabıyık moderatörlüğünde yönetmen-senarist İlksen Başarır ve oyuncu Mert Fırat ile “Birlikte Film Yapmak Üzerine” başlıklı söyleşiler, festivalin sosyal medya hesaplarından takip edilebilecek. Altın Portakal Sinema Okulu Öğrencilerine Özel Çevrimiçi Dersler!57. Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında ikinci kez düzenlenecek Altın Portakal Sinema Okulu’na seçilen 250 öğrenci ise; yönetmen Ceylan Özgün Özçelik ile “Film Yapımında Ana Ekibi Kurmak ve İletişim”, senarist-yönetmen Atasay Koç ile “Senaristliğin Sırrı”, kurgucu Selda Taşkın ile “Temel Kurgu”, Yapımcı Müge Büyüktalaş ile “Yapımcılık-Bütçe Oluşturma”, sinema yazarı Evrim Kaya ve Festival danışmanı, sinema yazarı, akademisyen Ahmet Gürata ile “Film Okuma” ve yönetmen, video sanatçısı Köken Ergun ile “Belgesele Hazırlanma Süreci” konulu  çevrimiçi derslere katılacaklar.