Ana Sayfa Blog Sayfa 4

Vakıf üniversitelerinde neler oluyor?

Üniversiteler tüm bileşenleriyle, emeğin ve bilginin kendini her an yeniden var ettiği mekânlardır. Üniversiteler eskiden beri hep toplumun aklı ve vicdanı olarak görülmüştür. Bu günlerde ise üniversitelerin adı artık bir sektör haline gelmiştir. Bu öyle bir sektör ki sermaye birikiminin büyük bir iştah kabarttığı, liyakat denen olgunun zerresinin kalmadığı, insan kayırmacılığının, mevki /unvan ve diploma ticaretinin adresi olmuştur. Elbette eğitimdeki bu dönüşüm yeni değildir. Neoliberal politikaların eğitimdeki dönüşümünün tarihi en az 20 yıldır artık. 1980’li yıllardan itibaren uygulanmaya başlanan neoliberal ekonomi programlarıyla devletin sorumluluk alanındaki kamusal bazı görevler özellikle sağlık ve eğitimde özelleştirme ve piyasalaşma olarak karşılık bulmuştur. Bu dönüşümün en büyük arenası vakıf üniversiteleri olmuş, günden güne sayıca devlet üniversiteleriyle yarışır hale gelmiştir.

Vakıf üniversitelerinin daha köklü olanları, yarattığı yurt dışı olanakları, güncel teknolojik ve bilimsel imkânlarıyla her geçen gün daha fazla cazibe merkezine dönüşerek başarılı öğrencileri de “kapmaya” başlamıştır. Bu üniversitelerin yanında salt MYO olarak kalmış “merdiven altı” diyebileceğimiz kriterlerde çok sayıda vakıf üniversitesi de mevcuttur. Vakıf üniversiteleri işte bu yirmi yılda sermayelerini büyüttükleri gibi akademik ve idari görevlerde çalışan emekçilerin sorunlarını da hemen aynı hızda büyütmektedir.

Akademisyenlerin ücret eşitsizliği sorunsalı

Ücret salt gelir gider tablosu olarak anlaşılmamalıdır. Ücreti tek başına ekonomik boyutuyla değil emeğin değeri olarak görüldüğü için patriyarkal ve kapitalist sistemdeki anlamlarına bakmak, sosyal ve sınıfsal bir olgu olarak da görmek zorundayız. Bu bakımdan ücretin temel yaşamsal ihtiyaçların rahatlıkla karşılanması ihtiyacıyla ele alınmasının yanında hem eş değer işe eşit ücret gereği hem de cinsiyet temelli bir eşitlik perspektifiyle ele almalıyız.

Vakıf Üniversiteleri’nde en bilinen hak kaybı akademisyenlerin yaşadığı ücret eşitsizliği sonucu ortaya çıkmaktadır. İlgili yasada çok açık bir şekilde devlet üniversitesi ile vakıf üniversitelerinde çalışan akademik personelin ücretleri eşitlenmeli diye belirtilmesine rağmen vakıf üniversitelerinde asgari ücrete kadar indirgenen maaşlar söz konusudur. Bu eşitsizlik hem yasaya hem de eşdeğer işe eşit ücret kazanımına aykırı bir şekilde sürdürülmektedir. Bu konuda akademisyenler, sendikalar ve dayanışma ağları vasıtasıyla seslerini duyurmaya ve hak ihlalinin ortadan kaldırılmasına dönük mücadeleler ve kampanyalar oluşturuyorlar. 

Kadın akademisyenlerin uğradıkları ayrımcılıklar

Ücret eşitsizliğinin yanı sıra en çok yaşanan sorunlardan birisi de kadın çalışanların ve akademisyenlerin uğradıkları ayrımcılıklardır. İşe alımlardan terfilere, terfilerden istihdam sırasında yaşanan cinsiyet ayrımcı uygulamalara kadar çok başlıkta ele alınması gereken bir konu olarak karşımızda duruyor.

Daha önce kadın akademisyenlerle yapmış olduğum görüşmelerde özellikle terfi sürçlerinde erkeklerin öncelikli görüldüklerine dair yaklaşımların sergilendiği ifade edilmişti. Bu cam tavan örneğinde görünen o ki kadın çalışanlar ve akademisyenler bu bakımdan dezavantajlı bir grup oluşturuyorlar. Bir başka konuda kadın akademisyenlere kimi dekan ve rektörlerin “hanım” diye hitap ederken, erkek meslektaşlarına ise “hocam” diye hitap etmeleri. Bu örnek de akademide cinsiyetçi tutumun en somut, en yalın halini ortaya koyuyordu. Yine aynı işi yapan idari çalışanlar arasında cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan ücret farkları olduğunu öğrenmiştik.

Akademisyenlere angarya dayatması

Angarya anayasaya aykırıdır. Buna rağmen akademisyenler vakıf üniversitelerinde çalışırken angarya ve mobbinge maruz kaldıklarını ifade ediyorlar. Özellikle kayıt dönemlerinde akademisyenlerin tanıtım masalarında çalışmaya zorlanması en çok karşılaşılan sorunlardandır. Bazı evrak, kırtasiye işlerinin ya da toplantılarda not tutulması gibi işlerin kadın çalışanlardan beklenmesi de yine bir cinsiyetçi tutumun sonucu ortaya çıkmaktadır.

İş güvencesizliği ile ilgili sorunları

Güvencesizlik günümüz çalışma dünyasının “kanseri” gibi. Üstelik istihdamın normal görünümü bu oldu. 1980’li yıllarda temeli atılan neoliberalleşme ve özelleştirme furyasıyla daha çok gündemimize girmiş olan esnek, yarı zamanlı, evden çalışma gibi enformel çalışma sistemleri güvencesizliği yaygınlaştırmış, güvencesizlik istihdamın asli biçimine dönüşmeye başlamıştır. Akademisyenler açısından yapılan iş sözleşmelerinin niteliği ve kimi uygulamalar da bu alandaki güvencesizliği hem doğruluyor hem de pekiştiriyor.

Hem akademisyenler hem de idari çalışanlar bir yandan iş tanımına aykırı iş yüklenmesi, iş yükünün fazlalığı, çalışma saatlerinin yasaya aykırılık taşıması,  mobing, ücret eşitsizlikleri ve cinsiyetçi uygulamalar gibi sorunlarla mücadele ederken işsizlik tehdidiyle karşı karşıya kalabiliyorlar.

İdari çalışanlar en ufak hak arayışında işsizlikle cezalandırılıyorlar. En son mesai saatlerinin değiştirilmesine itiraz ettiği için Arel Üniversitesi’ndeki işinden çıkarılan bir idari personel güvencesizliğe karşı verdiği hukuk mücadelesiyle işe iade hakkını kazanmasına rağmen görevine başlatılmamıştı. Yani işverenler yasayı uygulamak yerine bedeli neyse öderiz, yine de işçilere haklarını teslim etmeyiz mantığıyla işleri yürütmeye başlamıştır. Üniversiteler mütevelli adı altında aile şirketlerine dönüşmüş, emekçilerin aleyhine her türlü kararı yasa hukuk dinlemeden ehlikeyf bir tarzda almaya başlamışlardır.

Başta vakıf üniversiteleri ile devlet üniversiteleri arasındaki ücret eşitsizliklerinin hemen giderilmesi, kadın akademisyenlere ve çalışanlara yönelik ayrımcılıkların son bulması, iş yükünün hafifletilerek angaryanın ve mobingin ortadan kaldırılması, yapılan sözleşmelerin yasalara uygun olarak yapılması ve denetlenmesi, güvencesizliğin yerini güvenceli çalışmaya bırakmasının derhal sağlanması gerekiyor. Sorunlar yumağı haline gelen vakıf üniversitelerinde çalışırken dayanışma içerisinde olmanın, örgütlenmenin, haklarımızı bilmenin önemi her geçen gün kendini daha fazla ortaya koymaktadır.

Örgütlenme sorunları

Vakıf üniversitelerinde çığ gibi büyüyen bu sorunlara karşı çeşitli örgütlenme ve müdahale biçimleri gelişmeye başladı ancak hak kayıplarına, haksız uygulamalara, işten çıkarmalara karşı teyakkuzda olunsa da örgütlenmenin somut formu maalesef yok. Örgütlenmeler istenen seviyede değil. Örgütlenme sorunları çoğu zaman iş güvencesinin yokluğu ve işten çıkarılma tehditlerinden kaynaklanıyor. Şu an birlik, sendika ve dayanışma ağı biçimindeki örgütlenmeler ise sınırlı sayıda. Bu konuda çalışan yapılara baktığımızda; Eğitim Sen vakıf üniversitelerinde çalışan akademisyenleri üye yapmaya başlamıştı. Yine Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası bünyesinde akademisyenler örgütleniyor. Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi (VÜDAM) da özgün bir örgütlenme modeli olarak bu alanda çalışmaya, hem akademisyenlerin hem de idari görevlerde çalışanların sorunlarının duyurulmasında çalışmalarına devam ediyor. 

Sanat: Kolektif tembelliğin günah keçisi

0

Sanat, insanın varoluşunu ortaya koymasının en yalın ama çözümü ve anlaşılması en zor çabasıdır belki de. Buna rağmen sanatı ısrarla belirli bir çerçeve içerisine sıkıştırmanın peşinde olanların yaşayacağı en büyük hayal kırıklığı da sanatın hammaddesinin aslında hiçbir kalıba sığmamasından geldiğini anlayamamalarından kaynaklanabilmektedir.

Bu yüzden de günümüzde bile ne sanattır ne değildir tartışması devam etmektedir. Bunu tartışan insanların sanatın ne olduğunu bildiği kadar ne olmadığını bilmesi de gerekmez mi? Sanatın yoruma açık olması demek bu konuda yeterli bilgisi olmayanların ahkam keseceği bir alan olduğu anlamına gelmez. Fakat maalesef en fazla konuşanlar genelde en az bilenler olabilmektedir.

Sanat sanat için midir, toplum için midir?

Nitekim dünyanın en saçma tartışmalarından biri de “sanat sanat için midir, sanat toplum için midir” konusudur. Bu soruyu soranlara veya bu sorunun doğru cevabı için günümüzde bile tartışmalarda laf yetiştirenlere şunu sormak isterdim: “Peki, felsefe felsefe için midir yoksa felsefe toplum için midir?”

Sanat topluma inmeli, insanların anlayacağı şekilde olmalı” diye düşünenlere tek bir sorum var: Peki, felsefe topluma inebilmiş midir? Felsefeyle zerre ilgilenmeyen bir topluma sanatı anlatmak, çarpım tablosunu bile bilmeyen birine trigonometri anlatmakla eşdeğer bir çelişkidir. Sanatı anlamayı bu kadar basite indirgemek, ömrünü sanata adamış insanları da yok saymak değil midir?

Yüzyıllardır sanat nedir tartışmasından bile kimse alnının akıyla çıkamamışken, sanatçının bir eser ile toplumu aniden aydınlatmasını bekleme çabası, bir filozofun hayatın anlamı şudur demesi kadar ironiktir. Velev ki bir filozof bunu iddia etse bile, bir diğeri de bunu zevkle ve zekice çürütecektir zaten. Çünkü böylesine altı doldurulamayan atıflar, burada süreci hiçe sayıp sonuca odaklanan insanların olayın temel noktasını yanlış anlamalarından kaynaklanır. Felsefenin amacı nasıl hayatın anlamını açıklamak değilse, sanatın amacı da toplumu aydınlatmak değildir. İkisi de buna yardımcı olabilir ama asla ikisinin de bu amaca hizmet etme zorunluluğu yoktur. Buna kalıcı bir çözüm sunamazlar. Sadece bakış açıları yaratırlar. Çünkü bunun gibi zor soruların ve hedeflerin tek bir açıklaması yoktur. Tek bir açıklama olması da mümkün değildir, ikisinin de amacı bu soruları derinleştirmek olabilir en fazla.

Felsefe herkesin anlayamayacağı bir şeyse, sanat da herkesin anlayamayacağı bir şey değil midir zaten? Neden sanat söz konusu olduğunda bu görevler silsilesi sanatçının omzuna yüklenir bir anda? Felsefeyi de sanatı da herkes anlamak zorunda değildir. Nasıl ki bir şeyi anlamak için biraz da olsa bilgi sahibi olmak gerekiyorsa, sanatı anlamak için de bilgi sahibi olunması gerekmektedir.

Burada illaki sanatı bilerek zorlaştırıp özellikle anlaşılmamak için çaba gösteren, bununla da aslında ne kadar derin düşüncelere sahip olduğunu kanıtlama çabası içerisinde olanlardan bahsetmiyorum. Bu şekilciliğe bürünenlerin eserleri de genelde lafları kadar belirsizlik silsilesi içerisindedir. Nitekim sanat birikimine sahip insanların onlara soracağı en basit soruya cevap veremediklerinde bu çabalarının nasıl bir yama gibi sırıttığı da aşikardır. Genelde bu şekilciliğe bürünenlerin hedef kitlesi de zaten sanat hakkında az bilgisi olanlardır çünkü onları bu zor kavramlarla örülü anlamsızlığın içerisine çekerek etkilemek istemeleridir esas meseleleri.

Burada söz konusu olan şekilcilerden ziyade gerçek sanatçılardır. Çünkü Gündüz Vasaf’ın “Ressamın İsyanı” adlı kitabında da dediği gibi: “İyi sanatçı kendinden çok şey, başkalarından az şey ister.”

Sanatçı olmak ya da olmamak

Sanatçı topluma bir şey anlatmak zorunda değildir. Keza ortaya koyduğu eserlerdir onu anlatan. Sanatçı öğretmen de değildir. Sanatçı, sadece sanatçıdır. Bunu bir sanatçı ne yapıyorsa o sanattır diyen postmodernizmden ve onun öncesi dadaizm gibi akımlardan bağımsız olarak ele almak lazım çünkü burada sanatı tartışmak değil amaç. Amaç sanatı, ona yüklenen gereksiz sıfatlardan veya yüklemlerden arındırarak ele almaktır. Kuşkusuz özellikle komünizmin, sanatı amacı için nasıl kullandığını, onu desteklemeyen tüm sanat eserlerini yok saydığını, benzer şekilde Amerika’nın modernleşme sürecinde Bauhaus ekolü ile şehirleşmeyi ve Amerikan siyasetine destek sağlamak için kullandığı yapısalcılığı, pop-art ile popüler kültürün eleştirisi adı altında aslında popüler kültüre de bir parça hizmet eden birçok akımı es geçiyorum.

Sanat, elbette sanatçının içinde bulunduğu dönemi de yansıtır ki bu aslında sanatın önemli bir parçasıdır. Burada sanatın, o dönemin kültürüne ve toplumuna ayna tutmasından bağımsız olarak sanatın bir araç olarak kullanılmasından bahsetmek gerekiyor.

Sanat toplumu şekillendirebilir ama şekillendirmek zorunda da değildir. Dönemini yansıtır ama yansıtmak zorunda da değildir. Kendi içerisindeki teknik kuralları bile altüst edebilen bir yapıya sahiptir. Sorun sanata sınırlama getirmenin, onu belirli bir kalıba sıkıştırmanın, sanatın kendisine tezat olmasıdır. Sanatın topluma hizmet etmesi gerektiği gibi bir dayatma da işte bu yüzden yukarıda belirttiklerim gibi sadece sanatı kendine göre yorumlayanların dayatmasıdır.

Her şeyden öte sanatçının, toplumu eğitmek gibi bir zorunluluğu yoktur. Bunun yerine neden toplum sanatı anlamak için daha fazla çaba göstermiyor sorusu çok daha gerçekçi ve tutarlıdır. Sanat toplum için midir, sanat sanat için midir gibi anlamsız sorularla uğraşmaktansa, toplumun sanatı anlamak için ne kadar çaba sarf ettiği sorusunun cevabına yoğunlaşmak çok daha mantıklıdır.

Toplum sanatı anlamak için çaba harcamalıdır, yani önce kendini eğitmelidir. Hazıra konma çabasını yumuşatmaya gerek yok. Her şey emek ister. Sanatı anlamak isteyen de bunu hak etmeli, emek vermeli, okumalı, araştırmalı, incelemeli, kendini geliştirmeli ve sorgulamalıdır. Her şeyi sanatçı anlattıktan sonra bireyin düşünmesine gerek bile kalmaz, ki zaten toplumun yüzyıllardır korktuğu şey de bu değil midir? Düşünmek tehlikeli ve yorucu bir eylemdir.

İtalyancada “scotoma” diye güzel bir söz vardır, anlamı “insan resme baktığında aklında şekilleneni görür”. Özetle; her ne olursa olsun sonuçta sanat, algılanabildiği kadardır.

“Halk, sanatçının öğrenmek için yıllarını harcadığı bir şeyi, bir günde, bir dakika içinde anlamak ve öğrenmek istiyor.”
Paul Gauguin

Sanatı anlamak bir sanatçı için bile ömür boyu süren bir süreçken, emek harcamadan, çaba göstermeden sanatı anlamaya çalışanların serzenişleri bu yüzden samimiyetten uzaktır. Fakat daha da kötüsü anlamadığı halde anladığını iddia edip ahkam kesenlerdir. İşte, asıl mesele de çoğunlukla burada başlar!

Unutmamak lazım ki Hokusai; “Beş yılım olsa gerçekten iyi bir ressam olabilirdim.” dediğinde doksan beş yaşındaydı.

Oiwa’nın Hayaleti, Yüz Hayalet Masalı, Katsushika Hokusai 

Bu da ilginizi çekebilir: Bütün dahiler uyumsuzdur

Akyaka sen ne güzel şeysin

Çok, çok uzun zamandır Akyaka ve Nail Çakırhan’la ilgili bir yazı yazmak istiyordum. Geçenlerde Akyaka’yı yeniden görünce nicedir bekleyen bu yazının da vaktinin geldiği anladım.

Akyaka

Akyaka, Muğla’nın Gökova Körfezi’nde yer alan şirin mi şirin bir tatil beldemizdir. Yaz aylarında turistlerin akınına uğrayan Akyaka, kışın sakinliğini korur. Akyaka’yı, turkuaza çalan masmavi denizi, buz gibi soğuk Azmak suyu, başları göğe yaslı çam ağaçları ve kendine has mimarisiyle göz dolduran evleriyle özetlemek mümkündür. İlk üçü doğal olan bu niteliklerden dördüncüsü mimari bir başarıdır ve kendisi mimar olmayan Nail Çakırhan’ın bir katkısıdır.

Akyaka evleri nasıl doğmuştur?

Nail Çakırhan ve eşi 1970’de sağlık nedenleriyle Akyaka’ya yerleşmeye karar verir. Nail Bey, kendilerine dinlenebilecekleri bir ev yapacaktır. Daha önce de mimari işler yapan Nail Bey, doğduğu yer olan Ula’nın evlerinden esinlenerek iki dönümlük bir araziye evlerini inşa eder. “Geleneksel mimarimizin özelliklerini günümüz koşullarıyla buluşturan, çevreyle, doğayla bütünleşen bu küçük ev harikulade”* bir estetiği sahiptir. Yapılan bu ev, görenlerin ilgisini çeker, siparişler çoğalır. Derken bu mimari üslup Akyaka’da benimsenir. İyi ki de öyle olur çünkü şimdilerde Akyaka, barındırdığı mimari bütünlükle de göz doldurmaktadır.

Akyaka evleri bitişik nizam yapılaşmaz. Ula geleneksel mimarisiyle, çağdaş mimariyi bütünleştirir. Genellikle iki kat olarak inşa edilen bu evlerde ahşap ve taş malzeme birleşmiştir. Ahşap oymacılığın şekillendirdiği tavanlar, balkonlar, verandalar, beyaz badana ile örtülü evleri süslemekte ve yeşille kaynaşmış evlere seyir zevki katmaktadır. Begonviller, yaseminler ve türlü farklı çiçek evleri renklendirir ve Akyaka denilince aklımıza gelen görüntüyü neredeyse bir tabloya çevirmeyi başarır.

Nail Çakırhan, yaptığı bu ev için 1983’te, Ağa Han Uluslararası Mimarlık Ödülü‘nü alır. Mimar olmayan birinin kazandığı mimarlık ödülünün tartışmaları yıllarca sürer. Mimarlıkta alaylı-mektepli, geleneksel-çağdaş tartışmaları süre dursun Nail Çakırhan, ödülden kazandığı parayla Muğla’daki eski bir hanı Kültür Evi olarak restore eder. Onun katkılarını, Akyaka’yı bu kadar severken dile getirebilmiş olmaktan mutluyum. Umarım görmek isteyen herkesin yolu bir gün Akyaka’ya düşer ama daha önemlisi iyi örnek olarak da niteliyebileceğimiz benzer örnekler çoğalır, hayatımızı bir halı gibi dokur. Bu çoklukta bazen gözümüzden kaçan bir oluş hali var. Bir kişi eğer isterse çok şeyi değiştirebilir. Bu mottoyu hatırlatması açısından bile Nail Bey ve Akyaka evleri iyi bir örnektir.

İyi örnekler

Çoğalsın dediğimiz bu örneklerin Akyaka’daki başka bir yansıması da Kadın Azmak’da turistlere hizmet veren gezi teknelerinde görülür. Bu gezi teknelerinden bazıları çevre dostu, elektrikli teknelerdir. Sazlıklarının arasında kanalları genişletilen, ekolojik dengesi ve bütünlüğü çok da umursanmıyormuş izlenimi uyandıran Azmak için elektrikli teknelerin en azından doğa dostu olduğu kanısındayım.

Bunun yanında, maalesef ki Akyaka’da her şey iyi örnek değil. Çöplerini oraya buraya bırakan, izmaritini, su şişesini ve akla gelmeyecek nice şeyi kıyılara saçan insanımıza bakıp hayıflanmamak da mümkün değil. Biz ne zaman doğamızı korumayı öğreneceğiz? Bu kültüre ne zaman erişeceğiz? Ve mesela, Orman Kampı’nın girişindeki yan yana sıralı tezgahların her biri birbirinden farklı olacağına bu standlarda da Akyaka mimarisinden esinlenilen bir biçim denenemez miydi? 

Sonuçta, sorularımızı bir kenara bırakıp o eşsiz manzaranın olabildiğince tadını çıkardık. Elden ne gelirdi ki yazmaktan başka?

Sağlıcakla kalmanız dileklerimle.

*www.akyaka.org/cakirhan/nail_kimdir.htm

Dünyanın Öteki Yüzü: Genç yazardan alışılmışın dışında hayaller kur(dur)an öyküler

0

EdebiyatHaber’de gerçekleştirdiği Yazarın Odası söyleşileriyle tanıdığımız Meltem Dağcı’nın ilk öykü kitabı Dünyanın Öteki Yüzü, İthaki Yayınları’ndan çıktı.

Yetmiş yaşına geldiğinde ölüm şeklini seçme özgürlüğüne kavuşan kadınlar, doğum yapan erkekler, ayaklanan cansız mankenler, kimlik avcıları, gençleştiren yumurtalar, rüya görme merkezleri, hayal perileri. Tüm bunlar, ilk öykü kitabını yayınlayan Meltem Dağcı’nın kaleminden bize ulaşanlar. “Dünyanın Öteki Yüzü” isimli kitabında, Dağcı, alışılmışın dışında bir dünyanın hayalini kuruyor ve bunu öykülerine yansıtıyor.

Dağcı’nın öykülerinden bir bölümü, tadımlık olarak burada verelim.

“Odadan çıkan M’yi tebrik edip karnını okşadılar. M, büyük karnını görünce kendini çirkin buldu ve ağladı. Çocuk doğurmak istemediğini hıçkırarak söyledi. En, bu durum karşısında korktu. Wo ve Mun, M’nin simülasyon odasına girmesini sağladı. Kurallarından birini ihlal ettiği için M’ye ceza verildi. Sözleşme gereğince tek bir canlıya dönüşme hakkı verilmişti. Denizatına. Dönüşüm için bekleyen En, ortalıkta görünmedi. Kadınların sayıca fazla olmasını fırsat bilerek kaçmıştı.”

Meltem Dağcı, 1988’de Samsun’da doğdu. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı’ndan sonra Eskişehir Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Öyküleri, kitap yazıları, röportajları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. Dağcı, bir süredir Edebiyat Haber’de “Yazarın Odası” söyleşilerini sürdürüyor ve edebiyatçıların yaşamlarını, yazdıkları mekânları, son zamanlarda okuduğu kitapları yakınlarının gözünden mercek altına alıyor.

A unique visual feast from the depths of Hindu mythology: Holifest

HoliFest, a colorful and vibrant celebration, is observed annually in India during the month of March. Rooted in Hindu mythology, this event is based on two distinct narratives. The array of colors used in the festival symbolizes love, unity, and the arrival of spring. Holifest is commemorated across India and various regions worldwide, with prominent celebration sites including Vrindavan, Barsana, Manipur, Shantiniketan, and Delhi. The upcoming first Holifest of the year is set to take place in early March.

Holifest History 

This festival have two mthylogical story.

One of them: Hindu’s god Brahma immortality prizes the evils king Hirayakaşipu. With the prize Hirayakaşipu be a arrogant person and he want everybody obey him. Hirayakaşipu‘s son doesn’t obey father and they argue. And he protects own power empire for the reason he want kills your son. But other god Vişnu saves the Prablah1. Hirayakaşipu tries burns your son he sleeps sisters near. Luckily she haves shawl and shawl protects her brother Prablah unfortunately prablahs sister dies. And then Hindu god Vişnu learns that, after that he killes Hirayakaşipu. Prablah comesdad s seat.

The festival name is Holi because Prablah s sister Holika represented goodness.

Kaynak: https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Holika_Dahan_2023_in_Delhi_20.jpg

And other mythological story:

Indian godness Lord Krishna brunette but his friend raha has colorful skin so godness Krishna jeaolus his friend raha. And Krishna goes mom and says this event your mother Yashoda. Yashoda says then paints your face my daughter, after that she paints yourself. This event did ritual. And the ritual toke a festival. Also every color has a meaning for example; red innocent, blue calm, yellow religiously, green liveliness.

Where and When is celebrate Holy Fest ?

The fest celebrates in everywhere Indians in every March also celebrates Jamaika, Surinam, Fiji, Canada, USA and Malesia.

Some famous celebrate locations:

  1. Vinvadan Bankar Bihira Temple
  2. Barsana
  3. Manipur
  4. Shantiniketan
  5. Delhi

How is celebrate HoliFest ?

Actually there is many way to celebrate holi fest. Look at we together:

Kaynak: https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Gujiya-Indian.jpg

People burn fire and to pray and dance around fire before night holifest and they fire symbolic statue to for Prablahs sister Holika tomorrow. They throws colorful powder each other in Rangwali Holi at festivals second day, they sing, dance and have fun. The festival takes 15-16 days. Also they make Gujhia this dessert ingredients pastry, nuts and spice.

1-Hirayakaşipu’s son

Hindu mitolojisinin derinlerinden eşsiz bir görsel şölen: Holifest

Holifest, Hindistan’da her yıl Mart ayında kutlanan renkli ve coşkulu bir festivaldir. Hindu mitolojisinin derinliğine işaret eden bu etkinlik, iki farklı hikayeye dayanır. Festivaldeki renkler, sevgi, dayanışma ve baharın gelişini sembolize eder. Holifest, Hindistan genelinde ve dünyanın çeşitli bölgelerinde kutlanır, en ünlü kutlama bölgeleri arasında Vrindavan, Barsana, Manipur, Shantiniketan ve Delhi bulunur. Önümüzdeki ilk Holifest, Mart ayının başlarında gerçekleşecek.

Holifest Tarihi

Bu festivalin iki mitolojik hikayesi bulunmaktadır. Bunlardan biri: Hindu tanrısı Brahma, ölümsüzlük ödülünü kötü kral Hiranyakashipu’ya verir. Ödül yüzünden  Hiranyakashipu kibirli bir kişi olur ve herkesin ona itaat etmesini ister. Hiranyakashipu’nun oğlu babasına itaat etmez ve tartışırlar. Babası ise güce sahip olan her kişi gibi iktidarına engel tehdidi yani  oğlunu öldürmek ister ve neyse ki oğlu, diğer tanrı Vişnu tarafından korunur. Sonra ise Hiranyakashipu oğlunu yakmaya çalışır, ancak oğlu ablası, Holika’nın yanında yatıyordur ve şans eseri Holika’nın şalı vardır ve şal kardeşi Prablah’ı (Hiranyakashipu’nun oğlu) korur, ne yazık ki kendisini koruyamaz ve Holika ölür. Daha sonra Hindu tanrısı Vişnu yaşanan bu olayı  öğrenir ve Hiranyakashipu’yu öldürür. Prablah babasının tahtına geçer. Bu hikayeden hareketle festival, Prablah’ın kız kardeşi Holika’nın iyiliğini temsil ettiği için Holi olarak adlandırılır.

Hafızalarda yer alan diğer mitolojik hikaye ise: Hint tanrıçası Lord Krishna esmer tenlidir, ancak arkadaşı Raha oldukça renkli bir cilde sahiptir. Tanrı Krishna arkadaşı Raha’yı renkli ve canlı ten renginde olduğu için kıskanır ve annesi Yashoda’ya bu durumu anlatır. Yashoda, kızına alaycı bir şekilde yüzünü boyama tavsiyesi verir ve tanrıça Krishna yüzünü boyar. Bu olay bir ritüel haline ve bu ritüel de bir festivale dönüşür.

Kaynak: https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Holika_Dahan_2023_in_Delhi_20.jpg

Bu hikayeden esinlenerek insanlar her bir renge anlam atfetmişlerdir. Örneğin; kırmızı masumiyeti, mavi sakinliği, sarı dindarlığı ve yeşil canlılığı simgeler.

Holifest nerede ve ne zaman kutlanır?

Festival, Hintliler tarafından her Mart ayında Hindistan’da kutlanır, ayrıca Jamaika, Surinam, Fiji, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri ve Malezya’da gibi farklı ülkelerde de kutlanır. Bazı ünlü kutlama bölgeleri; Vrindavan Bankar Bihari Tapınağı, Barsana, Manipur, Shantiniketan ve Delhi’dir.

Holifest nasıl kutlanır?

Aslında Holifest’i kutlamak için birçok yol vardır. Birlikte göz gezdirelim: İnsanlar festival gecesinden önce ateş yakarlar ve dua ederler, ateşin etrafında dans ederler ve Prablah’ın kız kardeşi Holika’nın sembolik heykelini yarınki festival için yakarlar.

Kaynak: https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Gujiya-Indian.jpg

İkinci gün festivallerde -Rangwali Holi’de- birbirlerine renkli toz atarlar, şarkı söyler, dans eder ve eğlenirler. Festival 15-16 gün sürer. Ayrıca festivale özgü Gujhia adlı bir tatlı yaparlar. Gujhia’nın içinde hamur, kuruyemiş ve baharat bulunur.

Viyana kafeleri ve Osmanlı’dan Viyana’ya giden kahve

Temmuz ayında kendimize bir güzellik yaptık. Bu güzelliğin içinde kısa bir Viyana gezisi de vardı. Gideceğimiz yerlere dair bilgi edinmek için web sayfalarında gezinirken Viyana kafelerinin UNESCO somut olmayan kültürel miraslar listesinde yer almış olduğunu gördük. Müzeleri ve sarayları gezmek için yeterli vaktimiz olmadığından bu gezimizin merkezine Viyana kafelerini yerleştirdik. Gerisi tam bir cümbüş oldu. Viyana tarihsel atmosferiyle insanı büyüleyen bir kent, insan hiç sıkılmadan aylarca bu kenti keşfedebilir. Tabii yeterli para varsa… Bu gezimizde bizim böyle bir bütçemiz yoktu. Bir gün olur mu, bilinmez. Gönül ister, cüzdandaki yetmezse bana da kahvenin Viyana’ya gelişi ve Viyana kafeleri hakkında yazmak düşer. 

Kahvenin Yolculuğu

Kahvenin Osmanlı’ya 1500’lerin başında geldiği söylenir. Türk kahvesi olarak bilinen pişirme ve sunum biçimiyle önce İstanbul’da kendine yer bulan kahve, saray tarafından o kadar benimsenir ki II. Viyana Kuşatmasına çuvallar dolusu kahveyle çıkılır. Kuşatma başarıyla sonuçlanamayınca giden çuvallar Viyana önlerinde bırakılır ve Osmanlı ordusu geri döner. 2. Viyana Kuşatması sonrası savaş alanı kolaçan eden Viyanalı askerler surların dışında, içinde ne olduğunu anlamadıkları çuvalları bulurlar. Çuvallar surların dışında dururken ilk yapılan tahminler bu çuvallarda deve dışkısı olduğu yönündedir. Tarihteki bazı olaylara uzaktan bakınca rastlantı payına hayret etmemek mümkün değil. Aslı mıdır meali midir bilinmez ama komutanlardan biri çuvalların içinde kahve çekirdeği olduğunu anlar ve çuvalların kendisine verilmesini ister. Böylece kahve Viyana’ya gelmiş olur.

Kahvenin pişirme usulü değiştirilir hatta ona süt eklenir derken 1685’e gelindiğinde bazı kaynaklara göre Ermeni bazı kaynaklara göre ise Yunan asıllı bir işletmeci ilk resmi kafeyi açar. Kafeler çoğalır ve Viyana kent kültürünün ayrılmaz bir parçası olur.  

UNESCO Logolu Kafeler

Viyana Kafeleri 2011 yılından beri UNESCO somut olmayan kültürel miras listesinde yer alıyor. Bu listede yer alan kafelerin girişlerinde ve menülerinde UNESCO logosu bulunur. Peki, bu logo ne vaat eder? Klasik müzik, mermer masalar, günlük gazeteler, şık avizeler,  geleneksel mobilyalar ve iç dekor, menüde kahvaltı seçeneğinin bulunması, kaliteli servis elemanları ve bir bardak su eşliğinde servis edilen enfes içimli kahveler.

Görenler bilir, görmeyenler de umarım bir gün Viyana kafelerinde soluklanabilme fırsatı yakalar, diyerek yazımı bitirmek istiyorum. Sağlıcakla kalmanız dileklerimle.

Bu da ilginizi çekebilir:

Kahve endüstrisinde güzel şeyler de oluyor: Telveyi geri dönüştürmek

Ankara’nın ilk, Türkiye’nin ikinci Botanik Parkı imara mı açılıyor?

Prof. Dr. Yüksel Öztan’ın Ankaralılara mirası, 3. derece doğal sit alanı olan Ankara’nın ilk botanik parkı bakanlığın onay vermemesine rağmen ticarete açılıyor. Proje için müellif onayı alınmadı, mimarlar konunun dışına itildi. Bakanlık projede aykırılıklar buldu, belediye aykırılıklar giderilmezse işlem yapacağını bildirdi. Türkiye Biyologlar Derneği ise onaysız eko kafeyi Ağustos sonunda açmayı planlıyor.

Özel Haber: Gamzegül Kızılcık

65 bin metrekarelik büyük bir alanda yer alan Botanik Park, içinde yüzlerce ağaç, odunsu bitki ve çok çeşitli çiçeğin yanı sıra bir de sera barındırıyor. TBMM bahçesini de yapan Türkiye’nin öncü biliminsanlarından Prof. Dr. Yüksel Öztan’ın tasarımıyla 70’li yıllarda hayata geçen Botanik Park Ankara’nın hem doğal hem tarihi anlamda önemli bir değeri. Park içinde bulunan sera uzun yıllar atıl bir şekilde bekledi. Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB) ise 2022 Eylül’de açık ihale yoluyla alanı kiraya vereceğini ve tadil ettireceğini duyurdu. İhaleyi[1] Türkiye Biyologlar Derneği aldı ve bir proje hazırladı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına bağlı koruma kurulu projede yer alan eko kafeyi onaylamadı, sera yeri sera olarak kullanılsın dedi. Ancak inşaat ve hazırlıklar devam etti. Bakanlığa bağlı kurul alanda yaptığı denetimler sonucu aykırılıklar buldu. Ankara Büyükşehir Belediyesi Emlak İstimlak Dairesi eğer aykırılıklar giderilmezse işlem yapacaklarını kiracıya bildirdi. Kiracı dernek yetkilileri ise herhangi bir aykırılık olmadığını belirtiyor, bazı dernek yetkilileri ise soru sormaya devam edince hakaret ediyor. Bazen görünen köy kılavuz istemiyor, yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor ve aslında minareyi çalan kılıfını da hazırlıyor.

Parkın sorumlusu Ankara Büyükşehir Belediyesi, ihaleyi alan dernek, ilgili bakanlık ve konunun uzmanı olan biliminsanları ile Botanik Park’ta olanların detaylarını konuştuk.

Botanik Park’ın doğasını ranta açan ihale

Botanik Park içindeki sera yerinin tadilatı; Eylül 2022’de Emlak İstimlak Daire Başkanlığı’nın Şehrin Muhtelif Yerlerinde Yer Alan İş Yerlerinin Kiralanması İşi başlığı altında açık ihaleye çıktı. Botanik Park’ın içinde bir işyeri yok esasında ama nedense belediye sera tadilatını bu başlıkla ihaleye çıkardı. Sonuçta ihaleye yalnız bir adet teklif geldi: Türkiye Biyologlar Derneği İktisadi İşletmesi ihaleyi aldı. KDV dahil yıllık 667 Bin Lira kira bedeli biçilen alanın kira sözleşmesi 3 yıllık. Sözleşmede; kiralanan alanın mevcut hali ile kullanılması ve mevcut hali olan sera yapısının korunması, sera tadilatı için planlanan 3 Milyon Lira’lık bedelin kiracı tarafından karşılanacağı, kiralanan alanın herhangi birine devredilemeyeceği, kiralayan kişinin kendine herhangi birini ortak alamayacağı, kiralanan alanı kendi hariç herhangi birine işlettiremeyeceği belirtiliyor. Peki o halde botanik parkı içindeki bu ticari alanı kim işletecek?

Alanın yalnızca kendi amacında yani sera yeri olarak kullanılması sözleşmenin kesin kurallarından biri ancak bir sonraki maddede şöyle söyleniyor: Sera yerinin yan tarafındaki 25 metrekarelik alana kiracı tarafından hareketli yapı yerleştirilerek çay ve meşrubat satışı yapılabilecektir. Hareketli yapının önünde bulunan 50 metrekarelik açık alan da kiracı tarafından kullanılabilecektir. Peki, bu madde ne için var? Parkın en çok korunması gereken özelliklerinden biri olan sessizliği ve sükuneti[2] ile parkın doğal ortamı 50 metrekarelik boş alanda yapılacak etkinlikler ve ticari faaliyetler esnasında nasıl korunacak? Projede onaylanmayan eko kafenin sözleşmenin alt maddelerine hareketli araçla meşrubat satışı olarak eklenmiş olması neyi değiştirir?

İhaleci diye meslek, tek kişilik anonim şirketi olur mu?

İhale Eylül 2022’de yapılıyor, ihaleyi alan şirket, Botanik Sera Gıda İnşaat ve Ticaret Anonim Şirketi ismi ile ihaleden 1 ay sonra Ekim 2022’de açılıyor. İlgi çekicidir ki söz konusu şirket tek kişilik bir anonim şirket; kurucusu da, yönetim kurulu başkanı da Aziz Karadağ. Anonim şirketler en az 5 kişi ile kurulabiliyorken 2012’de yürürlüğe giren yasaya göre tek kişilik de anonim şirketi kurmak mümkün. 

İhale videosunda dernek başkanı dışında bir kişi daha var. İlgililerin ihaleci diye tanımladığı kişi kira sözleşmesinde dernek vekili olarak adı geçen Levent Aydın. Kendisinin tebligat adresi ile mesleğine ilişkin bilgilere ise ulaşamadık.

“O zaman sen bu haberi yayınla ben de sana dava açayım”

Bu duruma istinaden Aydın’a ulaştım ve kendisinden neden ihaleci diye bahsedildiğini, Botanik Parkta yapılan çalışmada ve seranın işletilmesinde ne gibi bir rol üstlendiğini sordum, beni pazar günü çaya davet etti. Davetini kabul ettim ancak bazı soruların cevabını haberimde yer vermek üzere rica ettiğimi söylediğimde ise sıralı şekilde şu ifadeleri kullandı: “Biz oraya tarım okulu açıyoruz. Ben sponsordan 7 milyon para buldum sen kim oluyorsun lan? O zaman sen o haberi yayınla ben de sana dava açayım. Terbiyesize bak!” Tehdit ve hakaretler nedeniyle telefonu kapattım.

Türkiye Biyologlar Derneği’nin Ankara Temsilcisi olduğu bilgisine ulaştığımız Aydın’ın, bir sivil toplum örgütünün temsilcisi olarak tanınmasından daha çok ilişkili olduğu ticari işler ve ihaleler ile anılmasını ayrıca değerlendireceğiz.

İhsan Soytemiz: “Birileri ortalığı karıştırıyor”

Aylık 55 bin kira (ilk yıl için, sonraki yıl TÜFE oranında artış olacak) ve 3 milyonu aşkın tadilat masrafı nasıl karşılanacak? Ankara’nın ilk botanik parkının serası atıl kalmasın diye mi bu kadar masraf yapılacak, yani bu bir kamu hizmeti mi? Çay ve meşrubat satarak 55 bin aylık kira ödenecek bir alanda kaç kişinin bulunup kaç içecek satın alması gerekiyor? Sadece hareketli bir yapı ile yapılacak satış sonucunda parka günlük yaklaşık kaç kişinin girmesi planlanıyor veya umuluyor? Bu soruları alanı kiralayan Türkiye Biyologlar Derneği Başkanı İhsan Soytemiz’e sordum.

Soytemiz, alanı dernek olarak atıllığından kurtarmak, yeniden hizmete açmak istediklerini, bu alanda elbette sadece çayla meşrubatla kazanç planlamadıklarını, aynı zamanda çeşitli atölyeler, dersler ile de kazanç sağlayacaklarını belirtti. Zehirsiz Sofralar Platformu çatısında toplanan pek çok STK’nın bu alanda yapılacak çalışmalara katılacağını belirten Soytemiz toprak, bitki yetiştirme ve konferanslar yapılacağını da ekledi. “Ayrıca birileri bu konudan rahatsız ve ortalığı karıştırmaya çalışıyorlar halbuki burayı kim neden bu kadar para ile alsın ki ancak bir STK yapabilirdi o da biziz” diyen Soytemiz ayrıca kira sözleşmesinde belirtilen tadilat bedelinin çok üzerinde masraf yaptıklarını şu an harcamalarının 5 milyonu geçtiğini de aktardı. Parkın açılışını Ağustos sonunda yapmayı planladıklarını belirten Soytemiz ABB’nin gelip elektrik, su ve doğalgaz bağlamasını beklediklerinin ve hatta belediyenin bu hizmeti vermekte de biraz geç kaldığının altını çizdi. Soytemiz, haberimde kullanmam için gönderdiği metinde şu ifadelere yer verdi: “Ekolojik eğitimler, uygulama atölyeleri, toprak ve böcek okulları, kültür ve bilim etkinlikleri, bilim kafe ve eko-kafe hizmetleriyle Botanik Park ve Botanik Sera önümüzdeki Eylül ayı itibariyle Ankaralıların yeni gözde mekanlarından biri olmaya aday.”

Dernek Başkanı İhsan Soytemiz, serada ara kat yapılmış olmasına dair de seranın girişinin yine sera olarak kullanılacağını ancak üst katının kütüphane olacağını söyledi. Peki, özel bir sistemle ısıtılacak olan, içinde yaz kış yaşayacak bitkiler olan serada hem bitkiler hem kitaplar aynı anda nasıl güvende olacak? Seranın işlevi yalnız sera olmalı iken ek adımlar atılmasının sebebi nedir?

Öte yandan imara açık olmayan bir bölgeye elektrik, su ve doğalgaz bağlanacak. Eğer bağlanıyorsa o halde Botanik Park imara mı açılıyor diye düşündüm ve ABB Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Dairesi Koordinatörü Volkan Memduh Gültekin‘e danıştım: “Botanik parkın imara açılması için koruma kararının kaldırılması gerekiyor. Nasıl kurul kararı olan yerlerde (örneğin Ankara Kalesi) bu hizmetler sağlanabilirse burada da sağlanabilir. Koruma olan yerlerde kurulun onayıyla bağlanabiliyor ve bu imara açıldığı anlamına gelmiyor” dedi. Haberimde ulaştığım bilgi ve belgelerin büyük bir kısmını bana belgelerle anlatan, haberimde yanlış bilgi olmaması için yardım istediğim belediyeyle alakalı her konuda bana elinden gelen desteği sunan Gültekin, bu haberin tarafları arasında en nazik ve etik insandı. Kendisine destekleri için teşekkür ediyorum.

Projenin orijinal hali korunamadı, müellifinden onay alınmadı

Mimari yapıların projelerinde yapılacak değişiklikler için proje sahibi mimarın onayı gerekiyor. Kişi artık hayatta değil ise varisi proje müellifi oluyor. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na göre[3]Eser sahibinin izni olmadıkça eserde veyahut eser sahibinin adında kısaltmalar, ekleme ve başka değiştirmeler yapılamaz.” Projenin mimarı Prof. Dr. Yüksel Öztan ne yazık ki 2010 yılında aramızdan ayrıldı. Öztan’ın oğlu Ömer Öztan müellifliği devraldı ancak Prof. Dr. Halim Perçin “Kararları ortak alıyoruz Ömer Öztan ile bu konuda ortak hareket ediyoruz” dedi. Botanik Park hayata geçirilirken Prof. Dr. Öztan’ın asistanı olan Perçin, projede yapılacak değişiklikler için bir onayları ve rızaları olmadığını belirtti. Öte yandan Ömer Öztan’a defalarca konu hakkında onayı olup olmadığının sorulduğunu, onay vermediğini buna rağmen istediklerini yaptıklarını bu yüzden de Öztan’ın sitemli olduğunu ekledi.

ABB Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi Proje ve Yapım İşleri Müdürü Alparslan Zorlu ise proje müellifinden onay alma gereği bulunmadığını çünkü mevcut müellifin mimar değil mühendis olduğunu ve mesleki disiplin farkı olması sebebiyle onaya ihtiyaç duyulmadığını belirtti. Daha önceden neden onay istendiğini sorduğumda ise “Ayıp olmasın diye etik olarak sorduk” dedi.

Öte yandan 2014 yılında, proje müellifleri yani Prof. Dr. Yüksel Öztan’ın ailesi ABB Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanlığına hitaben bir dilekçe yazdı. Bu dilekçede müellifler, projede yapılacak değişiklikler, bitki serası olarak yapılan yapıda ticari faaliyet yapılmasına asla onay ve rızaları olmadığını belirtti.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi belediyenin iletişimsizliğinden rahatsız

Mimarlar Odası konu hakkında ABB ile defalarca iletişime geçmeye çalıştıklarını ancak belediyenin başvurularına cevap vermediğini söyledi. MO Ankara Şubesi’nin, Bilgi Edinme Kanunu kapsamında belediyeden öğrenmek istedikleri özetle:

  • Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonun 26.10.2020 gün ve 176 sayılı kararındaseracılık ve kafeterya hizmetlerinin aynı mekan içinde yapılması uygun olmayacağından projedeki ekokafe olarak nitelendirilen kısmın iptal edilmesişeklinde vermiş olduğu karara istinaden proje üzerinde de SERA yapısının devamının yapılması şeklinde vermiş görüş ve imzaları olmasına rağmen, şu ana park alanı içerisinde devam eden çalışmaların o bölümünde kafeteryaya hizmet verecek bir inşaat niteliğinde olduğu konusunda izlenimler elde edilen hali ile inşaat çalışmalarının hummalı bir şekilde devam etmesi.
  • Proje Müellifi varislerinin onayı olmadığı halde projenin onaylanmış ve bunun bir suç olması.
  • Söz konusu alan Biyologlar Derneği Botanik Sera A.Ş. isimli bir ticari yapılanmanın sorumluluğunda. Kamusal bir alan olan ve koruma statüsü ile başkent Ankara’nın en güzide açık-yeşil alan sistemlerinden biri olan Botanik Parkında yer alan bu tabela ve böylesi bir ticari yapılanmanın ne olduğu, hangi vasıfla bu tabelayı kamu alanına yerleştirdiği anlaşılamamıştır. Bu konunun açıklığa kavuşturulması ve kamuoyu bilgilendirilmesi yapılması.

Ahmet Demirtaş: Belediyenin görevi ihale ve kiralama değildir

Orman mühendisi Ahmet Demirtaş ise parkın doğasına aykırı davranışları onaylamadığını ve belediyenin bu alanda bir tadilat gerekliyse kendi yapması gerektiğini belirtti. Demirtaş eleştirilerine şöyle devam etti: “Belediyenin görevi kamusal alanları yönetmek; park, bahçe ve bulvarları insanların kullanımına hazır hale getirmektir, ihaleye verip kiralamak değil. Özelleştirmeci yaklaşımların sonucu o bölgelerin tahribatı ve yok oluşudur. Yani, Ankara’ya ait bir kamu varlığı olan 50 küsur yıllık botanik park özelleştiriliyor. Oysa belediye burayı halkın daha çok yararlanabileceği hale getirmeli, ağaçları korumalı, sulamalı ve sağlığını takip etmelidir.”

ABB Proje ve Yapım İşleri Müdürü Zorlu parkın envanterinin bulunmadığını ancak çalışmalarının devam ettiğini ve bir ay içinde tamamlanacağını kaydetti. Bu konuda Demirtaş, “belediyede mutlaka envanter vardır” dedi ve ABB Yayınevinden çıkan Ankara Park ve Bahçeleri Egzotik Ağaç ve Çalıları başlıklı kitapta 52 tür olduğunu söyledi. Demirtaş’la Botanik’te dolaştık ve 92 çeşit odunsu tür ile karşılaştık.

Ankara’nın ilk Türkiye’nin 2. Botanik Parkı

Ankara’da 1970 yılında yapılan Botanik Park herhangi bir sıralamaya girememiş olsa da Ankara’nın ilk Türkiye’nin de ikinci Botanik Parkı. Parkın tasarımı 1970 yılında Prof. Dr. Yüksel Öztan tarafından yapılıyor. Prof. Dr. Öztan, peyzaj mimarlığı alanında Türkiye’nin en yetkin biliminsanlarından biri. O dönemde söz konusu alan, Ankara Belediyesi’nin[4] elinde bulunan en büyük boş arazi. Öztan, Çankaya Botanik Parkı için bu alanı seçme sebeplerini Ankara-Çankaya Vadisi’nin Botanik Bahçesi Olarak Kullanış İmkanı ve Planlama Prensiplerinin Tesbiti Üzerine Bir Araştırma başlığıyla, 1972’de Ankara Üniversitesi Basımevinden çıkan çalışmasında “vadinin mikroklimatik özelliklere sahip olması, şehir içindeki yeri, çevre bağlantıları ve Ankara Belediyesi’nin elindeki en büyük boş arazi olması” şeklinde açıklıyor.

Botanik Parkı’nın tasarımcısı Prof.Dr. Yüksel Öztan’dan parkın planı önünde bir hatıra fotoğrafı, 1972… Kaynak

“Botanik bahçesinde sakin bir bilimsel atmosfer ana karakter olmalıdır.”

Prof. Dr. Öztan çalışmasında, “Ülkemizde İstanbul Üniversitesi Botanik Enstitüsüne bağlı küçük ölçekli bir örnekten başkasını göstermek maalesef mümkün değildir.” diyor. Türkiye’nin ilk Botanik Bahçesi 1935’te kurulan İstanbul Üniversitesi Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’dir. Başka örnek olmadığından Türkiye’nin 2. Botanik Parkı da 1970 yılında Prof. Dr. Yüksel Öztan tasarımında, Adana Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarisi Kürsüsü ile Ankara Belediyesi Bahçeler ve Parklar Müdürlüğü’nün işbirliğinde yapılan Çankaya Botanik Parkı’dır. Ne üzücü ki Çankaya’da bulunan botanik park hakkında bu bilgilere kolayca ulaşmak mümkün değil. Ne belediyenin sitesi ne bir haber, ne de bir google bilgisi… Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı konuyla ilgilenmiyor. Konunun uzmanları mimarlar ve peyzaj mimarları konuya dahil edilmiyor… Hatta Tarım ve Orman Bakanlığı’nın bünyesinde bir Milli Botanik Bahçesi Müdürlüğü var fakat bu müdürlük sadece yapımı devam eden Ankara’nın ilk Milli Botanik Parkı ile ilgileniyor. Hala yapılan bir alanın ilk oluşu 2011’den beri, her haber sitesinde bir zaman gündem olmuş. 1970 yılından beri ülkenin başkentinde, cumhuriyetin göbeğinde yer alan bir botanik park hakkında bilgiye ulaşmak içinse mücadele vermek gerekiyor.


[1] https://ankara.com.tr/izle/emlak-istimlak-dairesi-baskanligi-sehrin-muhtelif-yerlerinde-yer-alan-is-yerlerinin-kiralanmasi-isi-5846
[2] Öztan kitabında şöyle diyor: “Botanik bahçesinde sakin bir bilimsel atmosfer ana karakter olmalıdır.”
[3] https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.3.5846.pdf
[4] https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.5216.pdf

Akbelen Ormanı TBMM Olağanüstü Genel Kurulu İçin Bilgi Notu

0

Geleceğini düşünenler Akbelen için mücadele ediyor. Yaşam Savunucuları TBMM’nin Akbelen gündemi ile olağanüstü toplanması için çağrı yapmış ve eklemişti: Koltukları boş görmek istemiyoruz! Direnen yaşam savunucularının çağrısı karşılık buldu. Meclis bugün, 8 Ağustos 15.00’da Akbelen gündemiyle toplandı. Toplantı devam ediyor.

İkizköy Çevre Komitesi’nin hazırlayıp paylaştığı Akbelen Ormanı TBMM Olağanüstü Genel Kurulu İçin Bilgi Notu şu şekilde:

Muğla ili, Milas ilçesi İkizköy mahallesi sınırları içinde bulunan Akbelen Ormanı, ormanı çevreleyen köylerin yaşam alanları, tarım alanları ve zeytinlikler sadece 4 yılda tükenecek bir kömür rezervi için yok ediliyor. İkizköylüler 2019 yılından beri yürüttükleri idari ve hukuki mücadele ve son iki yıldır sürdürdükleri çadır nöbeti ile Akbelen Ormanını ve tarım topraklarını, havayı, suyu ve toprağı durmaksızın genişleyen kömür madenine ve bölgedeki ter mik santrallere karşı korumaya çalışıyor. İkizköylüler açtıkları altı dava ile hukuki olarak haklarını ararken, bir yandan da ormanda hukuk dışı bir kesimi önlemek için tam 738 gün boyunca çadırda nöbet tuttu. Bütün bu çabalara rağmen Orman Genel Müdürlüğü’nün emri ile 24 Temmuz 2023 günü sabah saat 05.45’te kolluk kuvvetlerinin eşliğinde alana giren kesimciler, binlerce ağacı 10 gün gibi kısa bir sürede yok ettiler. Mevcut durumda İkizköylüler Akbelen Ormanının toprağını, ağaçlar dışındaki bitki örtüsünü, hayvanlarını korumak ve ormanın madene tahsisini önlemek üzere mücadeleye devam etmektedirler.

İkizköylülerin öncelikli ve ivedi talepleri Tarım ve Orman Bakanı tarafından YK Enerji AŞ adlı şirkete verilmiş Akbelen Ormanını maden işletmesine tahsis eden iznin iptalidir.

Akbelen Ormanı mücadelesi ülkemizde uzun zamandır süren kamu karşıtı politikalara karşı güçlü bir itirazdır. Şirketler yararına gerçekleştirilen kamulaştırmalar ile kırda yaşayan, tarımla geçimini sağlayan ve nüfusu hızla düşen köylülerimizin haklı itirazı; plansız ve ekolojik perspektiften yoksun madencilik, enerji, yapılaşma politikaları ile talan edilen doğal alanların, ormanların, zeytinliklerin çığlığı, kömürle zehirlenen, hastalanan, yakınlarını genç yaşta yitirenlerin yaşam mücadelesidir.

İkizköylülerin mücadelesine ve neden mücadele ettiklerine dair aşağıdaki bilgi notunu değerlendirmenize sunarız.

Metnin tamamına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Türkiye’nin rock efsanesi Erkin Koray aramızdan ayrıldı

0

Türkiye’de rock müziğinin öncülerinden ve efsane ismi Erkin Koray, 82 yaşında hayatını kaybetti. 10 Temmuz 1941 doğumlu olan Erkin Koray, Türkiye müziğine getirdiği yenilikler ve eşsiz tarzıyla uzun yıllar boyunca müzikseverlerin kalbinde taht kurmuştu. Usta sanatçının vefat haberi müzik dünyasını derin bir üzüntüye boğdu.

Erkin Koray, müziğe olan ilgisini genç yaşlarda keşfetti. 1957 yılında gitar çalmaya başlayan Koray, 1960’lı yılların başında “Anma Arkadaş” gibi unutulmaz şarkılarla büyük bir çıkış yakaladı. Bu dönemde Türkiye popüler müziğine getirdiği rock etkisiyle de öne çıkan sanatçı, genç kuşakları etkilemiş ve birçok müzisyene ilham kaynağı olmuştu.

Erkin Koray’ın en önemli özelliklerinden biri de sahne performanslarıydı. Sahnedeki enerjisi, kendine özgü tarzı ve karizmatik duruşuyla izleyicileri büyülemeyi başaran Koray, konserlerindeki unutulmaz anılarla da hafızalarda yer etti.

Erkin Koray sadece müzikle değil, sosyal ve kültürel konularla da ilgilenen bir sanatçıydı. Onun eserlerinde gençlik, aşk, özgürlük gibi temalar sıkça yer alıyordu. Bu sayede dinleyicilerine hem müzikal bir deneyim sunuyor hem de toplumsal mesajlar iletmeyi başarıyordu.

Erkin Koray’ın ölüm sebebi hakkında henüz resmi bir açıklama yapılmadı. Ancak sanatçının sağlık durumunun son dönemde zayıfladığı biliniyordu. Türkiye müziğinin bu önemli figürünün vefatı, sanat dünyasını yasa boğdu. Müzik camiasının yanı sıra geniş bir hayran kitlesi bulunan Erkin Koray, mirasıyla ve müziğiyle daima hatırlanmaya devam edecek. Usta sanatçının ardından Türkiye rock müziği, onun izinden gitmeye ve mirasını yaşatmaya devam edecektir.

Erkin Koray’ın kariyeri boyunca ürettiği birçok unutulmaz şarkıdan sadece birkaçı aşağıda. Kendisi, rock müziğe katkıları ve eşsiz tarzıyla hep hatırlanacak ve kuşaklar boyu dinlenecek önemli bir sanatçıdır.

Bu yazıyı yapay zeka hazırlamıştır, ufak dokunuşlar haricinde yapay zekanın yazısına müdahale yoktur.