Ana Sayfa Blog Sayfa 436

Florence projesi ile artık bitkilerinizle konuşabileceksiniz

1

Led Zeppelin’inn Stairway To Heaven’ı ya da Mozart’ın 7. senfonisi olabilir, müziğin bitkilere faydalı geldiğini deneyimli bahçıvanlar başta olmak üzere çok kez duyduk. Peki ya, bitkilerinizle karşılıklı konuşabilseydiniz? Microsoft’un Florence projesi ile artık bitkilerinizle konuşabileceksiniz.

Microsoft’ta araştırmacı olan Helene Steiner, Florence olarak adlandırdığı projesiyle bitkilerle sohbet etmenizi sağlayacak bir program geliştiriyor. Florence projesi, bitkinizi kapsüle koyduğunuzda ve sensör donanımlı bu kapsülü de bilgisayara bağladığınızda mesajlar göndermenizi sağlıyor. Mesajınızı gönderdikten sonra bilgisayar, sensör ile bitkinin yaprakları ve kökleri vasıtasıyla mesajı alıp okuması yeteneğine sahip oluyor. Bilgisayara yazdığınız duygular Mors kodu gibi yanıp sönen bir seri ile iletiliyor. Tabii ki hepsi bu değil, mesajlarınız da bitkiniz tarafından cevaplandırılıyor.

Çok yakında sukulentlerin* klasik müzikten ne kadar hoşlanmadığını öğreniyor olacağız.

Steiner bitkinin elektriksel yanıtları daha iyi anlaması için akademisyenlerle birlikte çalışmaya devam ediyor.

Microsoft, bitkiler ve insanlar arasındaki bu konuşma fikri hakkında oldukça ciddi ve kampüs içinde bir aquaponik** (!) ve hidroponik çiftlik inşa etmeyi planlıyor. Bu kesinlikle bilimsel bir atılım ve bu ilginç proje hakkında daha fazla bilgi almayı heyecanla bekliyoruz.

Sukulent gövde ve yapraklarındaki etli dokularda su tutan kaktüs familyası türlerine verilen addır.
** Akuaponik, geleneksel Akuakültür (akuatik canlılardan olan balık, kerevit, karides üretimi) ile Hidroponik Sistem’in (topraksız tarım/ bitkilerin su ve besin eriyikleri ile beslenmesi) birleşmesi ile sürdürülebilir gıda üretim sistemi alternatiflerindendir (Wikipedia). Desteklediğimiz bir şey değildir. 

Kaynak: The Windows Club

O muavin gibi sapık değil; safi erilsiniz

1

Taciz ettiniz yetmedi; mini etek giymeseymiş dediniz. Taciz ettiniz yetmedi; o saatte caddede ne işi varmış dediniz. Bunlar ataerkilliğinizi doyurmadı, muavin uyuyan kadın yolcunun yüzüne boşaldı kadın için o saatte otobüste ne işi vardı binmeseymiş o firmaya gibi erkek yorumlarda bulundunuz.

Utanmasanız, muavinin kadına tecavüz edip kadının içine boşalmadığına sevineceksiniz. O kadın, muavinin vahşiliğini, yani spermlerini yüzünde delil olarak taşımak zorunda kaldığı o leş dakikalarda Metro Turizm sahibi Galip Öztürk Twitter’dan şu sözleri paylaştı: Paralelci pislikler vatan haini olduğunuzu biliyoruz hizmetin selameti için Metro Turizm ile uğraşıyorsunuz vallahi sizden her şey beklenir.”

Galip Bey, çıkıp tüm kadınlardan özür dileyip bundan sonra bu taciz konusuna dikkat edeceklerini söylemek yerine olayı paralelcilere atfetti. Nasıl da doğru bir söz söylediniz vallahi, sizden her şey beklenir!

Merak ediyorum ataerkil sistemde bu kadar mı vicdanınızı kaybettiniz? O muavini, haberlere yapılan yorumları, Metro Turizm’den gelen açıklamayı düşündükçe erkeklerin rahatlığına hizmet eden bu ataerkil sistemi bir kez olsun sorgulamadıklarını anlıyorum. Erk’ekti, bu ataerkil sistem ona öyle imtiyazlısın diyordu ki; muavin kadının yüzüne hunharca boşalma hakkını kendinde bulabiliyordu. Oysa biraz olsun rahatınızı bozup kendi iktidarınıza hizmet etmeyi bırakıp kadınları ezmekten ve onları birey olarak yok saymaktan vazgeçebilirsiniz.

Bırakın bir kadının yüzüne izinsiz boşalmayı, toplu taşıma araçlarında kadınların diplerine kadar girmeyebilirsiniz. Kadınları seyirlik nesneler gibi görmeyip gözlerinizi dikip bakmayabilirsiniz. Dar giyen bir kadını et gözüyle görmeyebilirsiniz. Bir barda henüz tanıştığınız/ tanışmadığınız bir kadına içki ısmarlamak için başına üşüşmeyebilirsiniz. Tek başına olan bir kadına aranıyor gözüyle bakmayabilirsiniz. Sokakta yürürken biri omzunuza çarpsa ne kadar sinirlendiğinizi unutupta kadının kişisel alanına girerek yürümeyebilirsiniz. Kadınlara her istediğinizi yapabileceğiniz nesneler gözüyle bakmayabilirsiniz.

Ve söylendiği gibi ne o muavin ne de siz erkekler, hiçbiriniz sapık değilsiniz. Nitekim Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği şöyle ifade ediyor, hatırlayalım: Faillerin hemen hepsi ne sapıktır, ne de canavardır, gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz sıradan kişilerdir.

eyes
Görsel: Chan Tracey

Evli-çocuklu insanlar, öğretmenler, şoförler, doktorlar, abiler, babalar, sevgililer, nişanlılar vb. Failleri sapık ve canavar diye tarifleyip uçlaştırdığımız zaman onları görünmez kılarız. Hayatımızdaki kimseyle özdeşleştiremeyiz.

Faillerin kendisi de uyguladıkları şiddeti sorgulamaz, hep uzaklarda bir yerlerde suç işleyen canavar ve sapıklardan bahsedilir. Bu bahsedişler, cinsel şiddet mitlerini besliyor; yani cinsel şiddetin “cinsel dürtüleri kontrol edememe” ya da “bir tür akıl hastalığı” ile ilgili olduğu algısını yaratıp failin yaptığı davranışın sorumluluğunu hafifletiyor.

Cinsel şiddetin “bir güç kullanımı” ve “kontrol altına alma eylemi” olduğu gerçeğini de perdelemiş oluyor.

Tüm bunlar ışığında sizler sapık değil erkek faillersiniz, sizler sapık değil sistemin dayattığı safi erillersiniz. Bir kez sorgulayıp sizden rahatınızı bozmanızı ve kendi erk’inizi yenmenizi bekliyoruz.

Zor değil; belki rahatınız kaçacak, belki imtiyazlı olmayacaksınız ancak taciz zihniyeti taşımayan iyi birer insan olacaksınız. Rahatınızın ne kadar rahatsız edici olduğunu da kendinize bir adım geri durarak görebilir, kadınların taciz edilme korkusuyla nasıl yaşadığını anlamayacak kadar bencil olmayabilirsiniz.

Başlık Görseli

Bombalara Karşı Sofralar bu hafta sofradan önce Gezi Parkı’nda atölyede

Taksim’de iki buçuk yıldır her çarşamba market ve manavların çöpe ayırdığı yenebilir sebzeleri değerlendirerek herkesle paylaşan Bombalara Karşı Sofralar grubu, Haziran boyunca sofraların yanı sıra üretim ve deneyim paylaşımına dayalı atölyeler yapılacağını duyurdu.

8 Haziran’da balkonda ve arka bahçede kendi yiyeceğimizi nasıl yetiştirebileceğimizi göstermek için permakültür atölyesi düzenlenecek.

Karnımızı doyurmak için kredi kartlarına da başkalarının altında ömür boyu çalışmaya da mecbur değiliz. Nasıl ki kapitalizmin palazlandığı her yerde çöp dedikleri dağlar tüm canlıları doyuracak kadar yemek barındırıyor, aynı kapitalizmin giderek elimizden aldığı toprak da bir o kadar kendi yiyeceğini yetiştirme şansını bizlere sunuyor. Toprak henüz tamamen fethedilmedi. Egemenlerin fetih hayallerine karşı toprakla yan yana duralım.

Bu hafta soframızın öncesinde bize eşlik edecek olan Didem Çivici, Gezi Parkı’nda permakültürün ipuçlarını paylaşacak. Yiyeceğimizi hazır almak yerine kendi balkonumuzda, bahçemizde yetiştirelim. Kendine kendine yettikten sonra ikinci adımımız paylaşmak olsun…

Her Çarşamba otoriteler tarafından körüklenen yoksulluğa, savaşa, israfa, doğa talanına ve hayvan sömürüsüne karşı, yenebilir gıda artıklarını kullanarak sofra kuruyoruz. İsraftan kurtarılmış vegan yemeği paylaşırken bombasız, sınırsız, bayraksız, başkansız, baskısız, kafessiz dünya için mücadeleyi yükseltelim.

  • 15 Haziran’da insan kusurlarından ötürü engelli kalan sokak hayvanlarına nasıl yürüteç üretebileceğimiz anlatılacak.
  • LGBTİ Onur Haftası’na denk gelen 22 Haziran’da aşk ilişkilerindeki tahakküme karşı alternatif ilişki biçimlerini tartışabileceğimiz bir forum yapılacak.
  • 29 Haziran’da ise bilenlerin bilmeyenlere bisiklete binmeye öğreteceği İstanbul’da ulaşım aracı olarak bisikleti teşvik eden bir etkinlik düzenlenecek.

bombalara karsi sofralar poster 2016Sofralar, Ramazan dolayısıyla 20.45’te kurulacak. Sofra ve atölyelerle ilgili detaylara bit.ly/bombalarakarşısofralar adresinden ulaşılabilir.

Bombalara Karşı Sofralar aktivistleri kendilerini sömürü, hiyerarşi ve tüketim karşıtı olarak tanımlıyor. Grup, daha önce de İstanbul Alışveriş Festivali’ni takas pazarı açarak protesto etmesiyle ve İç Güvenlik Yasası’na karşı çorba dağıtmasıyla gündeme gelmişti.

Yaz aylarının kabusu: Güneş çarpması

0

Güneş çarpması (insolasyon) ya da tıptaki adıyla hipertermi olarak adlandırdığımız durum, vücudun ısısını ayarlayan mekanizmanın çalışmamasıyla birlikte ortaya çıkan ve çok tehlikeli olabilecek şekilde vücut ısısının yükselmesidir. Vücut ısısının yükselmesi ile ciddi doku hasarı meydana gelebilmektedir.

Doku hasarı gibi durumlar, kronik hastalar ve akut enfeksiyonu bulunan bireylerde daha hızlı gelişebilmektedir.

Hava sıcaklığının 28-30 dereceyi göstermesi güneş çarpmasına yol açmayacağı anlamına da gelmemektedir. Etrafımızdaki cam binalardan arabalardan bizlere yansıması ve hissettirdiği sıcaklık koyu renkte olan kafamıza yansıması 40-45 santigrat dereceyi bulmaktadır. Ki bu sıcaklık ciddi doku hasarına da sebep olacak yüksekliktedir.

Güneş çarpmasının nedenleri nelerdir?

Sıcak bir ortamda insan vücudu deri yüzeyine doğru kan akışını artırarak, terleyerek ve sıcak havayı soluk verme yoluyla dışarı atarak kendisini fazla ısıdan kurtarır.

Kan sıcaklık seviyesi normal aralığının üzerine çıktığında beyindeki bir kontrol merkezi (hipotalamus) dolaşım sistemine kan dolaşımını artırmak ve özellikle derideki kan damarlarını genişletmek için bir sinyal gönderir. Genişleyen kan damarlarından daha fazla kan akmasıyla kandaki fazla ısı daha soğuk olan dışarıya doğru atılır. Bu, kanı soğutmak için yeterli olmazsa ter bezleri buharlaştıkça deriyi soğutan ter üretmeye başlar. Fakat hava sıcaklığı çok yüksek olursa kanın deri yüzeyine yakın damarlarda dolaşımıyla yeterli soğuma sağlanamaz ve vücut sıcaklığı artar. Vücut, kaybettiğinden daha fazla ısı üretmeye başladığında merkezi vücut ısısı sıcak bitkinliğine ya da güneş çarpmasına neden olabilecek tehlikeli seviyelere çıkabilir.

Nemli hava da ayrıca terlemeyle sağlanan soğutma mekanizmasının etkisini azaltıcı bir faktördür. Kalın giyinmek, çok yemek yemek ve fazla alkol tüketmek de güneş çarpmasını tetikler.

Güneş çarpması belirtilerinin temel nedeni su miktarından ziyade sodyum ve klor kaybı yani tuz kaybıdır.

Güneş çarpması yazın ölüm nedenlerinin en başında gelirken ilkbahar ayında da ciddi sağlık sorunlarına neden olmakta ve bahar ayında güneş çarpma vakalarına daha çok rastlanmaktadır.

Görsel: Maria Saakyan
Görsel: Maria Saakyan

Güneş çarpmasının belirtileri:

  • Mide bulanması
  • Halsizlik
  • Burun kanamaları
  • Nabızda artış
  • Yüksek ateş
  • Deride kuruluk ve kızarıklık
  • Şiddetli baş ağrısı
  • Kafa bölgesinde hararet
  • Baş dönmesi
  • Yüksek tansiyon
  • Kusma
  • Kalp çarpıntısı
  • Yüksek ateş
  • Kas krampları
  • Bilinç kaybı

Güneş çarpmasında kimler risk altındadır?

Çocuklar ve bebekler, yaşlılar, hamileler, az su tüketen bireyler, ağır spor yapan bireyler, sıcağa karşı aşırı duyarlı bireyler, şeker, kalp-damar ve böbrek hastalığı olanlar, alkol bağımlıları, ektodermal displazi hastaları, antidepresan kullananlar, beta-bloker içeren kardiyovasküler ilaçlar tüketenler, antipsikotikler ve, atropin içeren gastrointestinal ilaçlar tüketenler.

Güneş çarpması yukarıda da dediğim gibi öncelikle kronik hastalarda büyük etkiler gösterirken hamile kadınlarda düşük tehdidine yol açabilir. Regl dönemindeki kadınlarda da aşırı kanamalara neden olabilmektedir.

Özellikle çocuklarda güneş çarpma vakaları oldukça tehlikelidir. Çünkü protein yapıları bizler gibi değildir. Bu nedenle çocuklar öğle saatinde dışarı çıkmamalıdır. Fakat 10 dakika kadar baş bölgesi korunularak öğle güneşi kendinize de çocuğunuza da iyi gelir. Çünkü güneş en güzel D vitamini aktivasyonu yapacak bir nevi doğal ilaçtır.

Güneş çarpması durumunda doğal tıp ile ilk müdahale

  • İlk önce müdahale edecek kişi panik olmamalı
  • Kişi gölgeye alınmalı
  • Kişinin üzerinde ki fazla ve sıkı giysiler çıkarılmalı
  • Hasta kusmak istiyorsa yan döndürülmeli
  • Bilinç bulanıklığı* varsa ambulans çağırılmalı veya en yakın sağlık kuruluşuna serin bir şekilde götürülmelidir.
  • Tıbbi yardım gelinceye kadar öncelikle kafa, ense ve boyun bölgeleri soğuk ve ıslak bezlerle serinletilmeli. (yüksek ateş durumunda bütün vücudun ıslak bezlerle serinletilmesinde yarar var).
  • Katı yiyecek verilmemeli
  • Eğer kişinin tansiyonu da normal seviyede ve bilinci de açık ise bir litre serin suya 1 çay kaşığı tuz atılmalı ve 5 dakika bir yudumlatılmalı.
  • Ense, kafa ve vücut serinletilmelidir. Bu işlem ılık bir duş ile yapılırsa nekahat süresi daha kısa sürebilir.
  • Hastanın ayran veya yoğurt tüketimi sağlanabilir.

suGüneş çarpmasına karşı koruyucu önlemler:

  • Yeterli ve mevsime uygun miktarda su tüketilmeli, yani normalin üzerinde tüketilmelidir
  • Güneşli günlerde kafa bir şapka, eşarp veya şemsiye ile korunmalı
  • Güneş kremi sürmek önemlidir fakat 50-60-70 … yüksek faktörlü güneş kremleri sürmeyi doğru bulmuyorum. Güneş kreminin faktörü ne kadar yükselirse içeriğindeki kimyasal oranıda o kadar yükselir.
  • Ense ve boyun bölgesi de korunmalı ve güneş altındayken kesinlikle ıslatılıp tekrardan güneşe çıkılmamalı. Su erken ısınan bir maddedir ve bu yüzden harareti arttırmaktadır.
  • Sık sık gölgeye geçilmeli ve ıslatma işlemi gölgede yapılıp kuruması beklenilmelidir.
  • Tatil döneminde güneşe birden çıkılmamalı, süre yavaş yavaş uzatılmalı ve güneşin dik olduğu saatlerde güneşe çıkılmamalı.
  • Güneş yalnız insanları çarpmıyor özellikle araba içinde tutulan evcil hayvanlara da çok zarar veriyor hayvanların hiçbir şekilde kapalı araçlarda tutulmaması gerekiyor. İnsanlar ve hayvanlarda güneş çarpması engelleyecek en büyük yöntem ağaç ve doğa katliamına karşı çıkıp ağaçlandırmalarla gölgelikler oluşturmaktır.

Not: Soğuk su aniden uygulanmalı serin uygulamalar yapılmalıdır. Yoksa hipotermi ile karşılaşılabilir.

*Bu yöntemler hayati tehlikesi olan kişiler için değildir. Bu kişiler yani bilinç bulanıklığı yaşayan ve durumu ağır olan bireyler acil tam teşekküllü sağlık merkezine götürülmelidir.

EAGD’den Birleşmiş Milletler’de global e-atık sorununun çözümüne katkı

Elektronik Atıkların Geri Dönüşümünü Destekleme Derneği (EAGD), Birleşmiş Milletler Üniversitesi’nin e-atık (elektronik atık) sorununa çözüm arayan platformu StEP‘e üye oldu.

Dünyanın önde gelen elektronik üreticilerinin yanı sıra üniversiteler ve geri dönüşüm firmalarının da üye olduğu organizasyon, e-atık sorununu global ölçekte ele alıyor ve tüm tarafları bir araya getirerek çözüme katkıda bulunuyor.

Dernek Başkanı Burak Köktürk; “Gelişen teknoloji ile birlikte teknolojiye daha kolay erişebilir olmamız ve hızla tüketmemiz, yeni bir atık türü olan e- atık’ların ortaya çıkmasına neden oldu. Kullanım ömrü dolan beyaz eşyalar, televizyon, bilgisayar ve cep telefonu gibi teknolojik cihazlar e-atık olarak sınıflandırılırken, en hızlı artan atık türü olması ve içindeki sağlığa zararlı bileşenler nedeniyle diğer atıklardan ayrı toplanması ve uluslararası standartlara uygun şekilde bertaraf edilmesi gerekiyor.

Bu konuda üreticilerin, belediyelerin ve geri dönüşüm firmalarının bir araya gelerek ortak bir çözüm üretmesi gerektiğinin altını çizen Köktürk, “EAGD çatısı altında bu sorunun tüm paydaşlarını bir araya getirerek atılması gereken adımlar üzerine çalışıyoruz, tamamen bağımsız ve sivil bir perspektiften konuyu değerlendiriyor, bilimsel çalışma metodları ile sektörün gelişmesi ve yaratılacak katma değer ve iş imkanları ile ülkemizin kalkınması için çabalıyoruz. Bu çalışmalarımız yurtdışında da ilgi ile karşılandı ve StEP‘e üye olarak kabul edildik” diye konuştu.

Geçmişi geleceğe dönüştürüyor, köy okullarına bilgisayar sınıfları kuruyorlar

2012 yılında bir grup idealist öğrenci tarafından kurulan EAGD, hızla gelişen teknolojinin bir sonucu olarak ortaya çıkan elektronik atıkların, yaşam döngüsü boyunca çevreye olan zararlarını minimize etmek amacıyla çalışmalar yapıyor.

Sivil toplum kuruluşları, belediyeler, üreticiler ve geri dönüşüm firmaları ile ortaklaşa çalışmalar yapan EAGD, düzenlediği projeler ile bu yeni atık türünün zararlarına dikkat çekerken, çevreye ve ihtiyaç sahiplerine olan sosyal sorumluluğunu da yerine getiriyor.
İşte bu çalışmalardan biri olan “Köy Okullarına Bilgisayar” projesi ile evimizin bir köşesinde duran bilgisayar ve bilgisayar parçalarını evimizden alıyor, tamir ediyor ve ihtiyacı olan okullara gönderiyorlar.

Geçmişi geleceğe dönüştürün” sloganıyla hareket eden dernek, belediyeler ve geri dönüşüm firmalarını örnek bir çalışmayla bir araya getiriyor, gönüllüleri ile bilgisayarları tamir ediyor, sponsorları vasıtasıyla da ihtiyacı olan okullara bilgisayar sınıflarının kurulumunu sağlıyor.

Projeye bilgisayar bağışında bulunarak katılmak isteyenler , www.eagd.org.tr/iletisim adresinden form doldurarak veya telefon yoluyla iletişime geçerek destek olabiliyor.

Elektronik Atıkların Geri Dönüşümünü Destekleme Derneği ile iletişim için:
E-posta: info@eagd.org.tr
İnternet Sitesi: www.eagd.org.tr
Facebook: https://www.facebook.com/elektronikatiklar
Adres: Altıntepe Mah. İstasyon yolu Sok. No:3 Maltepe İstanbul
Telefon: 0216 706 12 56

Hazırlayan: Burak Köktürk

Moda ve trendlere uymak sizi karaktersiz biri yapar

0

Moda ve trendlere uymak karakter sorunudur. Erich Fromm’un da belirttiği gibi özgürlük ile özgür seçim yapmak hep birbirine karıştırılır. Bazen bazı şeyleri seçerken sırf seçimimiz kendimize özgün diye kendimizi özgür sandığımız olur. Oysa özgür olmak, bağımsız olmak demektir. Yani din, devlet, sevgili, aile, milliyet, renk, taraftarlık, siyasi görüş ve benzeri sınırlayıcıların etkisinde kalmadan yaşayabilmek, var olabilmek ve bu durumda yalnız hissetmemek durumu olarak da tanımlanabilir. Özgür olmak gerçekçi olmayı da gerektirir. Çünkü gerçeklikten uzak, sanal bir ortam, özgür olmak için gerekli altyapıyı sağlamaz.

İnsanlara medeniyet tarafından özgürlük, “özgür seçim yapabilmek” olarak öğretilmiş ve insanlar kandırılmış, bu illüzyon ile yaşamaya mahkûm edilmiştir. Özgür seçim yapabilmeyi özgürlük sanan insanlar, alışverişi özgürlük sanabilirler. Bunun için doğduğumuz andan itibaren telkin ve eğitim ile bu yanılgıya sıkıştırılıyoruz. Reklamlarda “özgürlük elimizde” sloganı öne çıkıyor. Özgürlük nasıl elimizde? Özgürlük bir madde midir? Özgürlüğü bize satın alınabilecek bir madde olarak sunuyorlar. Cep telefonunu alırken modeline “özgürce” karar vermek, hattına “özgürce” karar vermek hatta sahip olacağın (!) kişiyi “özgürce” seçmek (!) gibi örnekler çoğaltılabilir.

Endonezya'nın punklara saldırılarını protesto eden punklar.
Endonezya’nın punklara saldırılarını protesto eden punklar.

Bu seçimlerin neredeyse hiçbiri, zaten özgür seçim değildir. Çünkü insan doğduğu andan itibaren aile, devlet, din, okul, askeriye, sınırlar, ahlak gibi sınırlayıcılar tarafından köleleştirilmekte ve onda köle olmadığı algısı yaratılarak devletin ve sistemin varlığı için kendisini paralaması sağlanmaktadır.

Özgür olmak özgünlüğü doğurur. Ne kadar tek-tip ise bir toplum, o kadar özgürlükten uzaktır. Fakat burada tip dediğimizde yalnızca görünüşü değil klasik anlamda tip terimini kullandığımı belirtmek isterim. Özgür olmayı istediğin şekilde alışveriş yapmak sanan toplum iken derdimiz, bir de saçını sakalını modaya uygun şekilde kesip ya da uzatıp, elbiselerini gene modaya uygun şekilde seçerek tek tipleşen bir topluma dönüşülmesi söz konusu. Daha ne kadar batabiliriz? Hemen söyleyeyim, bir de trend var artık. Trend moda gibi fakat daha çok tarz, eğilim ve davranış hatta vizyon veya bakış açısında belli ediyor kendini.

Moda ve trendlere uyum göstermek insanın karakter olarak gelişememiş olmasının da bir sonucu. Bunda yukarıdaki örneklediğim sınırlayıcıların da etkisi var tabii ki. Moda, kapitalizmin can damarlarından biridir. Normalde 5 sene giyebileceğin bir elbiseyi sırf modası geçti diye 6 ayda tüketmektir. Çünkü kapitalizm tüketim, moda ise tüketimi yönlendiren bir yöntemdir. İnsanları moda ile robotlaştırmak yetmemiş olsa gerek ki trend denilen ve tıpkı moda gibi yönlendirici ve köleleştirici olan bu eğilim insanların alım gücünü trendlerin yaratıcılarının istediği şekilde harcamalarının sağlanmasına hizmet ediyor.

Anti-CapitalismKonumuz özgürlük ise çok basit bir soru sormak gerekir, ne giyeceğine kendiniz değil de devasa küresel kapitalist firmaların tasarımcıları karar veriyor ise özgür olduğunuzu nasıl düşünebilirsiniz? Nasıl oluyor da 6 ay önce beğenerek aldığınız düşük belli pantolonu şimdi yüksek belliler moda oldu diye iğrenerek çöpe atarsınız? Cevap vereyim: Tüketim.

Yaşadığımız sistem tüketim ve sahip olma yada tahakküm hırsı üzerine kurulu olduğu için insanlarla olan ilişkilerimizde nasıl onlardan alacaklarımızı tüketip onlardan uzaklaşıyorsak (artık bize verecekleri bir şey kalmadığını düşündüğümüz için) kıyafet ya da başka madde ve “şey”lere de o şekilde yaklaşıyoruz. Sevgililik durumuna bakışımız bile moda gibi, bir süre öncesine kadar “tapılan” kişi bir süre sonra iğrenç sıfatlarla anılmaya başlıyor. Bunun sebebi sevmeyi bilmememiz, sahip olma hırsını ve güdüsünü sevmek sanmamız ve sonuç olarak “sevdiğimiz” kişiyi eşyalaştırıp sonra ondan sıkılmamız. Oysa eğer onu eşya gibi görüp sahip olmak yerine onla bir olmayı deneseydik bu ilişki savaş değil sevgi üzerine kurulmuş olacak, tek eşli olduğunu iddia eden kişiler çok eşlilerden daha fazla partner değiştirmiş olmayacaktı.*

Sahip olmak güdüsü ile davranan kindar ve düşman kişilerin umutsuz arayışları ve huzursuzlukları sonsuza kadar sürecek, şu an taptıklarına yarın küfür etmeye devam edeceklerdir. Kıskanmayı ise sevgi ile doğru orantılı sandıkları için kendilerine eşya muamelesi yapmak yerine kendilerini seven kişilerin sevgisinden şüphe edeceklerdir. Sistem onlara sevmeyi ve sevilmeyi yanlış öğretmiştir.

Kısa bir hatırlatma, gerçek sevgi özgürleştirir, kişiyi üretime ve paylaşmaya yönlendirir. Sahip olma güdüsü ile yaşanan ilişki ise partneri kapatır, kısırlaştırır, sınırlar, umutsuzlaştırır  ve metalaştırır. Müslümanların kadınlarını “kapatmasının” ardında da İslam’daki kadını sevmek değil de kadına sahip olma eğilimi yatar. Kadını o kadar metalaştırmışlardır ki kendilerinden başkası onun “detay”larını bilmesin isterler. Sonuç olarak birçok Müslüman eve kapattığı kadın dururken sokaklarda başka kadınların peşinde koşmaktadır. Çünkü eve kapattığı kişi ona göre eş değil sadece bir eşyadır. İşte metalaştırma, giydiğimiz pantolondan seviştiğimiz kişiye verdiğimiz değere kadar bu şekilde hayatımıza girmiştir.

Moda diyorduk, bu sizin kararınız mı yoksa hiç tanımadığınız modacıların kararı mı? Dikkat ederseniz aslında özgür olmamakla birlikte, özgür alışveriş yapma şansınız da çok düşük. Çünkü moda ne ise pazarlar da onu satıyor. Sizin benliğinize kadar sinmiş olan moda, pazarı mı yönlendiremeyecek? Tabii ki bunu yapacak. Çünkü pazar kapitalizmin yapıtaşlarından biridir.

Eskiden tarz ya da yaşam şekillerinin moda olması söz konusu değildi. Çünkü eskiden bu yaşam şekilleri doğal bir şekilde var oluyordu. Örnek vermek gerekirse, skinhead, metalcilik, punk, hiphop veya rap gibi alt-kültürleri sunabiliriz. Etrafınıza dikkatlice baktığınızda yukarıda saydığım tarzlara göre yaşayan kişilerin moda ile alakası olmadığını ve hayatları boyunca ya da uzun yıllar o şekilde yaşamaya devam ettiğini görebilirsiniz. Ama bu kapitalizm için bir sorundur. Metalcileri ele alalım, bir metalcinin aşağı yukarı ihtiyacı bellidir. Siyah bir pantolon, sevdiği grupların tişörtleri ve benzeri. Bunlar kapitalizmin göbeğinde olan şeyler değildir. Aynı pantolonu ve tişörtü yıllarca giyebilir, ikinci el ayakkabı ya da özel yapım botlar giyerler. Ayrıca metalciler müzik konusunda takas yapmak ya da mail-order dediğimiz “esnaf kafası” bir alışverişe yatkındırlar. Yeraltı kültürleri zaten genelde kapitalizme bilinçli ya da bilinçsiz olarak karşıdır. Çünkü özgür ve özgündürler. Bu noktada kapitalizm onlardan yeterince yararlanamaz, işte bu yüzden kapitalizm ve kapitalist toplum her zaman alt-kültürleri sömürmekle birlikte onları aşağılayarak insanları bu kültürlerden uzaklaştırmaya çalışır.

Alt-Kültür her zaman karşı-kültür anlamına da gelir.
Alt-Kültür her zaman karşı-kültür anlamına da gelir.

Örneğin Punk dediğimiz alt-kültür neredeyse tüm sanat akımlarını beslemiş, ileri götürmüş ve özgürleştirmiştir. Ama punktan beslenen hiçbir kapitalist kültür punk’tan bahsetmez. Çünkü kendi karşıtı olan bir kültürden beslendiğini açıklamak yenilgiyi kabul etmektir. Alt-kültürler her zaman için toplumun değer verdiği köleleştirici kavramlarla bir mücadele içindedir. Örneğin metal kültüründe din ve ahlak kıyasıya eleştirilir, birçok metalci metal dinleyerek daha özgür ve özgün bir birey olma yoluna girmektedir. Punk ise oldukça politik ve politika karşıtı özgürlükçü bir kültürdür. Punk; insan, hayvan, doğa üzerine eğilen ve toplumu acımasızca eleştiren bir kültürdür. Fakat kapitalizm insan, hayvan ve doğa ayırt etmeden katlettiği ve sömürdüğü için punk’ı yok etmek istemesi normaldir.

Alt-Kültürler genelde toplumdan daha ilerici ve özgür olduğu için buradaki bireyler topluma rağmen gerçekte ne olduklarını haykırmaktan geri durmazlar.
Alt-Kültürler genelde toplumdan daha ilerici ve özgür olduğu için buradaki bireyler topluma rağmen gerçekte ne olduklarını haykırmaktan geri durmazlar.

Alt kültürler yıllar yılı o kadar etkili oldu ki gençlik üzerinde, kapitalizm bu alt-kültürü de yönlendirmeli idi. Bunu da trend ile başardılar. Yeraltı edebiyatı, hipsterlik, nu-metal, emo gibi yapay ve yönlendirilmiş “alt-kültür”ler ortaya çıkarıldı. Bonehad, Skinhead’i, Nu-metal, metali, emo punk’ı, hipsterlik ise daha geniş yer altı kültürlerini yok etmek üzere var edilmişti. Sonuç olarak köklü ve güçlü bir geçmişi olan metal, nu-metal’i, punk ise emo’yu ezip geçti. Kapitalist firmalar bu karşıt alt-kültürleri yenememiş olsa da çıkarmış oldukları yapay “alt-kültür”lerden istedikleri kârı sağladılar ve sonrasında yeni yapay alt-kültürler üretmeye devam ediyorlar. Kapitalizm gerçek ve doğal alt-kültürden hep nefret etti çünkü alt-kültür kapitalizme karşıt bir eğilim doğruyordu. Kapitalizmin ya da başka bir sistemin etkisi altında kalmadan doğmuş olmak o kültürün özgür olduğuna dair en büyük sinyaldir bence. Fakat hatırlatmak isterim ki özgür demek mutlak doğru demek değildir ki doğru da yerine göre değişir.

Hipsterlik denen şey ise karaktersizliğin çok ileri bir boyutu halinde var oluyor. Sormak isterim sakalınızı uzatmanıza sizin değil de kapitalist tasarımcıların karar vermesi nasıl bir duygu? Saçlarınızı sırf trendi yaratanlar öyle istedi diye uzatmak ve bundan geçici bir mutluluk duymak nasıl duygu? Saçınıza, sakalınıza başkası karar veriyor ama kendinizi özgür sanıyorsunuz, çok büyük bir hata bu. Daha da önemlisi ortaya atılan lumbarsexüel gibi yoz kavramların peşine takılmak nasıl bir duygu? Seksüel kelimesinin önüne getirilen sıfat sizin cinsellikle ilgili eğiliminizi ortaya koyar. Peki, lumbarsexüel dediğinizde kendinize, ne yapmış oluyorsunuz? Daha kullandığınız sıfatın anlamını bile bilmiyorsunuz. Kapitalist tasarımcılar ortaya gerçekte var olmayan bir terim atmış, hipsterliği geçtim bir de bu gerçekte var olmayan ve aslında cinsel yönelim olması gerekirken bu da olmayan (!!!) bir sıfatı nasıl sahipleniyorsunuz?

Amerika'da faşist KKK çetelerinin tekrar ortaya çıkarak yürüyüş yapmasına onları döverek karşılık veren Punklar.
Amerika’da faşist KKK çetelerinin tekrar ortaya çıkarak yürüyüş yapmasına onları döverek karşılık veren Punklar.

Trend ve modaya uyma durumunun karakter eksikliği olduğu yine burada bu şekilde örneklenebiliyor. Cinsel manada kendini keşfetmek çok önemlidir. Fakat burada en önemli nokta, kendi kendini keşfetmektir. Başkasının etkisinde kalmadan, başkası tarafından manipüle edilmeden** kendini tanımlamak ve tanımak ve bu doğrultuda yaşamaktır. Ama gördüğümüz gibi hipsterlik gibi sanal ve geçici moda akımlara kendini kaptırmış kişiler kendilerini kendi fikirleri ile değil, modacıların, tasarımcıların tanımları ile tanımlamaya çalışıyorlar. Biliyoruz ki birkaç sene içinde hipster denen şeyi tıpkı emo ya da nu-metal’i hatırlamadığımız gibi hatırlamayacağız. Peki o zaman ne olacak sizin o saçınız, sakalınız, cinsel olmayan ama cinsel eğilimmiş gibi görünen eğiliminiz (lumbarsexüellik)? Cevabı basit, sizden sürekli tüketmenizi isteyen kapitalist tasarımcılar sizin yerinize düşünecek, “şünme! bak bu var bunu kullan” diyecekler. Onlar nasıl isterse sakalınız ve saçınız ya da göbeğiniz veya kulağınız ona göre olacak, onlar nasıl isterse ona göre davranacak ve tepki vereceksiniz. Kısacası küresel kapitalist firmaların robotu olmaya devam edeceksiniz.

Cheap Sex adlı punk grubunun emo kültürüne karşı yazdığı şarkı↑


Kendi
miz
olmanın birçok yolu var, bunlardan biri de din, ırk, moda, trend gibi “şey”lerin etkisinde kalmadan kararlar verebilmek ve var olabilmek. Küresel kapitalizmin açgözlü ve düşman tasarımcılarının sizleri yönlendirmesine izin vermeyerek buna başlayabilirsiniz. Sahip olmak yerine severek ve bir olarak. Tüketmek yerine üretmek*** sınırlayıcı ve belirleyicilerden kurtulmak özgürlüğe giden yolda en büyük adımdır. Tüketme eğilimi açgözlülük eğilimini besler. Açgözlü insan aynı zamanda kendisine ve çevresine düşman kişidir. Küresel kapitalizmin tasarımcılarının değil kendi özgür aklımızın karar verdiği kişiler olacağımız günlere…

*Kısa süreli ilişkileri olan kişiler kendilerini tek eşli sanmaktadır, oysa kendilerini tanıyamamışlardır ve aslında sürekli eş değiştirerek, birinden ayrılıp diğeri ile çıkarak çok eşliliklerini tatmin etmektedirler. Bu durum kişinin kendini tek eşli sanmasına neden olabilir.
**Kendini cinsel anlamda keşfetmiş biri, kendini henüz keşfetmemiş biri ile cinsellik yaşar ise kendini keşfetmemiş kişiyi kendi zevkine göre yönlendirebilir ve bu durumda ortaya bir istismar çıkabilir. Bu yüzden özellikle genç kadınların orta yaşlı ya da yaşlı erkeklerle birlikte olmasına şiddetle karşıyım. Bu genel olarak cinsel gelişimde travmatik sonuçlar doğurur.
***Üretim derken seri, mal üretimini değil, ortaya eser koymayı kastediyorum.

RoadRoader: Gezginleri buluşturan platform

Albert Camus’un “Yolculuk bizi kendimize geri getirir” sözünden ilhamla şehir hayatının bunaltıcı havasından kaçıp, kendini yollara vuran gezginleri bir araya getiren RoadRoader, sosyal medyanın çabuk tükettiği gezginin gözden kaçırmadan geçmişini, anılarını tutabileceği bir platform.

RoadRoader’ın kurucuları Yusuf Miletli ve Sadık Ay, üniversiteden yakın arkadaşlar. İstanbul’da çalışmaya başladıktan sonra gündelik işlerden, şirketlerin para odaklı yaptırdıkları gelişmelerden zaman ayırıp kendileri gibi gezgin olan insanların birbirleri ile daha iyi etkileşim halinde olabilecekleri bir platform kurmaya karar veriyorlar. Alienus Non Diutius (Asla Yalnız Değilsin) felsefesi ile hareket ederek gezginlere özgürce hareket edebilecekleri ve tecrübelerini paylaşacakları bu internet sitesini oluşturuyorlar. 

roadroader

Daha sonra ana ekibe Zelal Yaşar da ekleniyor. Zelal ile birlikte sitedeki eksiklerin büyük bir çoğunluğu gideriliyor. “Deneyimlerin paylaşılması açısından yeni gezginleri de cesaretlendirmesi bizim için önemli. Yani var olan bir kitleye hitap etmek değil, bu kitleyi büyütmek, insanların korkmadan yola çıkmasını sağlamak” diyor Zelal.

Gezginin cebinden para çıkacak bir model olmayacak

Sitenin amacını ise Yusuf, yurtdışı ve yurtiçi tüm gezginlerin toplanıp, kendi rotalarını ve hikâyelerini paylaşıp birbirleri ile iletişim halinde olabilmeleri ve ortak hareket edebilmeleri olarak açıklıyor. Sadık, “Şu an üzerinde düşünüp karar verdiğimiz bir gelir modeli yok. İleride olması dahilinde cepteki bir liranın bile gezgin için çok şey ifade ettiğini bildiğimizden, gezginlerinden cebinden para çıkacak bir modelimiz asla olmayacak. Şu an kısaca para kazanmıyoruz” diye ekliyor.

Sitenin çok yakında iOS ve Android uygulamaları da çıkacak. Şu an her iki uygulama da geliştirme aşamasında. İnternet sitesini de geliştirmeye devam ediyorlar. Gezginleri yeni birçok özellikle buluşturmayı planlıyorlar. 

Sitenin işleyişi nasıl?

Birçok internet sitesindeki gibi bir profil oluşturduktan sonra isterseniz yolculuk rotanızı hemen belirleyebilirsiniz veya yolculuk hikâyenizi paylaşabilirsiniz. Yolculuk rotanızı ekledikten sonra yol arkadaşı olmak isteyen diğer gezginler size katılma isteği gönderebilir. Tanıdığınız gezgin profillerine girip referans da ekleyebilirsiniz.

otostop-roadroader

Yolda
Yolda bir arayış vardı, arayıp da bulamayış
Yolda sorular vardı, çoğu cevapsız
Ve yolda çoğu zaman masmavi bir gökyüzü
Zümrüt yeşili çayırlar
Ve sonsuz bir kızıllık vardı
Yolda caz vardı,
Cazın tanrıları ve ruhlara işleyen ritmler
Onlar “beat kuşağı”ydılar
Farklıydılar, özgürdüler, düzenin dışındaydılar
Ve hep yoldaydılar…
– Jack Kerouac

Barşlık Fotoğrafı: Walker Evan, Hitchhidker, Vicksburg Mart 1936

Sesi Batı Şeria’dan tüm dünyaya yayılan bir çocuk: Janna Jihad

Janna Jihad, gazeteci kimliğiyle Batı Şeria’da olanları sosyal medya üzerinden tüm dünyaya ulaştırıyor. Gelin, bu kendisi küçük etkisi büyük gazeteciyi yakından tanıyalım!

Al Jazeera’nın özel haberi olarak yayınlanan Janna Jihad, henüz 4. sınıf öğrencisi, 10 yaşında bir çocuk ancak 2-3 senedir Batı Şeria’da yaşananları küçük kamerasıyla anlatıyor. Haberlerini ise hep aynı anonsla bitiriyor: “Janna Jihad, işgal altındaki Filistin…

Bu işi yapmaya başlamış çünkü orada o kadar çok şey olurken hiç gazeteci yokmuş. Pek tabii büyüyünce de gazeteci olmak istiyor. Hayali gerçek olursa yani Filistin özgür olursa, ancak o zaman belki futbolcu olabilirmiş.

Haberlerine genelde destek içerikli yorumlar gelse de bazen onun taraflı yayın yaptığını söyleyenler de oluyormuş. Buna karşılık, “Burada gerçekten neler olduğunu, neyin doğru, gerçek olduğunu kendi gözlerinizle görmek için Filistin’e gelin” diyor.

Ve ekliyor, “Amacım ileride gazeteci olmaktı. Arkadaşım Mustafa öldürüldü, amcam Rüştü öldürüldü, diğer arkadaşlarım yaralandı. Bütün bunlar olurken burada hiç gazeteci yoktu. Olan onca şey haberleştirilmiyordu. Ben de kendi kendime neden şimdi gazeteci olup bütün dünyaya Filistinli bir çocuk olarak mesajımı göndermiyorum ki diye düşündüm.”


Bir çocuk dünyayı değiştirebilir, hepimize ilham verebilir. Belki de onca acıya rağmen motorları ışıklı maviliklere sürmemiz için umut olabilir. Bu umudu unutmayalım, asla. Hatırlayalım, Janna bize hatırlatsın…

Son olarak belirtelim ki, Janna Jihad’ı aktif bir şekilde kullandığı Facebook, Twitter, Youtube ve Snapchat hesaplarından takip edebilirsiniz.

Kaynak: Al Jazeera, İnadına Haber 

Hasretlerin şairi, nam-ı diğer “vatan haini” Nâzım Hikmet

1

Nâzım Hikmet’i ilk defa Kız Çocuğu‘yla tanıdım. Babam gazete kuponlarından Nâzım Hikmet seti almıştı. İlkokuldaydım daha. Şimdi isimlerini anımsayamadığım birkaç şiirini okumuş ama anlamamıştım. O güne ilişkin aklımda tek kalan Kız Çocuğu‘nu okuyuşum ve babama giderek “Hiroşima ne?” diye soruşumdu. Dünyaya hâlâ pembe gözlüklerinden bakan bir kız çocuğuyken Kız Çocuğu şiiriyle tanıdım Nâzım’ı. Dünyanın gerçek yüzünü Nâzım’la gördüm ben. Şiiri Nâzım’la öğrendim, şiiri Nâzım’la sevdim. Düşünmeyi, sorgulamayı, sormayı, araştırmayı Nâzım’da öğrendim.

Nâzım Hikmet 17 Ocak 1902’de doğdu. Nâzım’ı vücuden Ayşe Celile doğurdu ama bugün bildiğimiz, bugün okuduğumuz, aradan yıllar geçmesine rağmen mücadelemizde umut ışığı bulduğumuz Nâzım’ı Ekim Devrimi doğurdu.

Evet o zamana kadar dünyanın sorunlarını gören, daha küçücük yaşında annesine Fransız İhtilali’ni anlattıran bir adamdı o ama, Ekim Devrimi’yle ayakları yere daha sağlam bastı. Her daim ezilen, sömürülen, haksızlığa uğrayan ve bu uğurda dövüşen halkın sesi oldu.

Kalemini her zaman emperyalist düzene karşı halkı aydınlatma amacıyla kullandı ve egemen sınıfın yalakalığını yapan edebiyata her daim karşı çıktı. Kendini adadığı işçi sınıfı savaşı uğruna mahpusa düşmeyi göze aldı.

İlhamını Ekim Devrimi’nden, dayanağını Marx’tan aldığı mücadelesini yalnız kâğıt üzerinde bırakmadı, işgâl karşıtı mücadeleye karşı savaşmak için Anadolu’ya koştu.

Nâzım; hayatının her döneminde halkla yürüdü, halkla ağladı, halkla güldü. Hiçbir zaman dünyanın haline üç maymunu oynayan sanatçılardan olmadı.

Ve dövüşebilirim.
Doğru bulduğum, haklı bulduğum
Güzel bulduğum her şey ve herkes için
Yaşım başım buna engel değil…

1938-1942 yılları arasında kaldığı Bursa cezaevinde Nâzım geçen süreyi şöyle anlatıyor: “Zeytinlikler beş defa yeşerdi, kestaneler beş defa çiçek açtı, beş defa Yeşil Bursa yapraklarla kuşandı.”

nazim-hikmet-1-Cezaevlerinde geçirdiği 12 yılı aşkın sürede 24 kere yapraklarını döktü ağaçlar, 144 tane dolunay görüldü dünyadan. Bu zaman diliminde dünyayı mahpushane duvarlarına sığdırdı, dökülen yaprakları şiirlerine, kaçan dolunayları resimlerine sakladı. Elbet kırgınlığı vardı ama asla pes etmedi. “Güzel günler göreceğiz” dedi, güneşli günler. İlk şiiri on dördünde yayınlanmış, ilk mahpusluğunu on beşinde yaşamıştı Deniz Harp öğrencisi olduğu zaman. On beşinde de yılmamıştı mahpusluktan, kırkında da.

Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
“Sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke”
demeyeceksin
Yaşamakta ayak direyeceksin.
Belki bahtiyarlık değildir artık,
boynunun borcudur fakat,
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak.

Bursa cezaevinde “Baba” derlerdi ona. Kendisinden on beş yaş büyük Selim Ağa bile “Baba” derdi ona. Saygıyla karışık bir sevgi duyarlardı Nâzım’a. Tam anlamıyla bir baba sevgisi. Çünkü baba edasıyla kucaklardı insanları. Yargılamadan, küçümsemeden. Cezaevinde adam öldürme suçundan hüküm giyen bir mahkumla yaptığı konuşma Nâzım’ın babacanlığını anlamamız için yeterli olsa gerek: “Otuz sene, eyvah! Hangi suçtan Remzi? İnsan öldürmüşsün ha? Nasıl olur? Kışkırttılar mı diyorsun? Nasıl olur ama? On lira için insana el kaldırmak olur mu, evlat? Elbet, elbet, cahillik, fakat otuz sene yatmak da ne demek! Elbette, sen de insansın. Fakat kendine ne diye kıyıyorsun?

Bir başka örneği ise, 4 Eylül 1946’da yazdığı “Bir Maymunun Başına Gelenler” isimli eserden sonra Sovyet Yazarlar Birliği’nden çıkarılan Zoşçenko’yu Leningrat’ta sergilenen bir oyununa çağırmasıdır. 

Kendisine yapılan bütün haksızlıklara rağmen “İnsanların içindeyim, seviyorum insanları” diyebilecek kadar babacandır işte.

nazim-hikmet-2-Çocuk yaşında bir elinde futbol topu öbür elinde kalem yazdığı şiirlerinde bile büyük bir ciddiyetle yapmıştır bu işi. “Şiir büyük bir sergüzeşte atılmak demektir. Bir büyük ve mesuliyetli sergüzeşt… Böyle bir işi ancak geniş soluklu yüzde yüz inanmış, hudutsuz seven, dövüşen, aklı başında, karınca gibi çalışkan ve görüş sahası kartalınki kadar geniş insanlar başarı ile sona erdirebilir. 19. asırda Fransa’da şair olmak kolaymış. Ama Rönesans devrinde İtalya’da şair olmak çok zor şeymiş. Bugün de bir Rönesans devrini yaşıyor hem dünya hem memleketimiz. Bundan kolayı şairlik şimdi kolay iş değil” diye anlatır şiir yazmanın ciddiyetini. Bütün hayatını büyük bir coşku ve ciddiyetle yaşamış birinin sanatını ciddiyetsiz yapması zaten beklenemez. Şiirleri hayatı anlatma biçimi olan Nâzım elbette ki ciddiyetle yaşadığı hayatını ciddiyetle yazdığı şiirleriyle aktaracaktı dünyaya. Yaşamaya Dair’de de dediği gibi:

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.

Yarım asırlık ömrünü tamamlamasına bir yıl kala er olarak askere çağırıldı. 23 yaşındaki genç arkadaşı Bulgaristan’a oradan da Moskova’ya kaçmasına yardım etti. En ihtiyacı olduğu anda Nâzım’a yardım eli uzatan bu adam Refik Erdurandı. Geride bir eş, 2,5 aylık bir çocuk ve bir daha göremeyeceği bir memleket bırakmıştı.

Kimi insan otların, kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların.
Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin.

Türkiye’de önce cezaevlerinde sonra zorla çağırıldığı askerlikle yıldırılmaya çalışılan Nâzım, Rusya’da gittiği her yerde alkışlarla karşılanıyordu. Ve 15 ağustos 1951 günü Menderes hükûmetinin kararıyla Türkiye vatandaşlığından çıkarıldı gerekçe ise “Vatan Hainliği” idi.  Bu karara yıllar sonra öfkeyle cevap verecekti:

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson’un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

nazim-hikmet-3-Hapishane duvarlarında, memleket özleminde kaybetmediği yaşama sevincini 3 Haziran 1963 günü elinde gazetelerle, yüzünde huzurlu bir ifadeyle başka diyarlara götürdü. Türkiye gazetelerinde yalnız şu dört kelime yazdı: “Nâzım Hikmet Moskova’da öldü.” Rusya’da Yazarlar Birliği salonunda büyük bir törenle yüzlerce insan veda etti Baba’ya. 

Ölümünden sonra Konstantin Simonov sayesinde bir şilebe adı verildi. Nâzım Hikmet adı açık denizlerde, büyük limanlarda dolandı. Evinin dışına konulan Nâzım Hikmet plaketi ve Moskova-Novodeviçi Mezarlığındaki mezarına yapılan anıt sayesinde ölümünden on yıllar sonra bile bir parçası burada bizimle kaldı.

Nâzım Hikmet’in edebiyat dünyasına daha da önemlisi insanlık dünyasına yaptığı katkı anlatılamayacak kadar derindir. Ama o yalnız kendi eserleriyle değil, yetiştirdiği, elinden tuttuğu sanatçılarla da hayatlarımıza girmiştir. Mehmet Raşit’i (Orhan Kemal takma adını kullanır) yazın dünyasına kazandıran Nâzım’dır. Aynı hücrede geçirdikleri mahpus dönemlerinde ona yol göstermiş, bakış açısını genişletmiştir. Orhan Kemal, Nâzım Hikmet için “En fevkaladeliği her durumda özünü korumasıdır. O her haliyle insan kalıyordu” der.

Vera’ya yazdığı şiirle, yüzlercesinin arasına sonuncuyu ekleyerek gitti.

Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm

Hazırlayan: Deniz Akdeniz  

“Yarın bu şehirde gerçek ve korkusuz bir ibne olarak yürüyeceksin”: Parada

1

Parada, 2011 Sırbistan yapımı bir komedi-dram filmi. Parada kelimesi “pride” yani terim olarak “onur yürüyüşü” anlamına geliyor. Onur yürüyüşü bu topraklarda da her yıl yapılmaktadır.

Filmi özellikle homofobik (eşcinsellerden nefret eden yada onlara ayrımcılık uygulayan kimse) olanlarınıza tavsiye ediyorum, ayrıca ülkücü, sağcı veya vatansever kimseler de izleyebilir. Öncelikle belirtmeliyim ki eşcinsellerden nefret etmek ya da onlara karşı ayrımcı olmak gizli eşcinselliğin (bilinçaltına itilmiş ve farkında olunmayan eşcinsellik durumu) sinyalidir. Yani eşcinsellerden nefret ediyorsanız aslında sizin de içten içe eşcinsel olma ihtimaliniz yüksek.

Filmin konusu şöyle; Sırbistan’ın ilk onur yürüyüşü düzenlenecektir fakat bu yürüyüşe karşı faşistlerden sürekli tehdit vardır. Dernek polise gider fakat polis onlarla dalga geçip kovar. Bunun üzerine dernektekilerden birinin aklına özel koruma tutmak gelir. Bunun için eski paralı asker olan birine başvururlar.

Filmde eski bir paralı asker ve gizli servislere çalışan homofobik bir mafya bozuntusunun eşcinsellerle doğacak olan ilişkisi ve bunun sonuçları anlatılıyor.

Öncelikle Sırbistan ya da Balkanlar’daki insanların gericilik konusunda Türkiye’den aşağı olmadığını ve devletlerin insanları ve hayvanları köleleştirmek konusunda aynı yöntemleri kullandığını görmek mümkün. Burada nasıl eşcinsellere karşı dışlama, saldırı, ayrımcılık var ise tamamı orada da var. Özellikle faşist skinhead (oi, punk kültürü içinde var olan faşistler, bu durum punk’a ne kadar ters olsa da Avrupa’da yaygın bir durumdur ve devletler tarafından desteklenmektedir) gruplar LGBTİ derneklerine saldırmaktalar.

Filmde Limun, tıpkı Türkiye’deki ülkücüler ya da benzer para-militer (yarı devlet destekli, yarı-militarist yapı) güçler gibi devletin emri ile para karşılığında öğrenci eylemlerini bastırıyor. Tıpkı Türkiye’deki faşistler gibi onlar da vatan-millet-sakarya gibi arkası boş sloganlarla konuyu saptırıp devletin ölmesini istediği güruhlara saldırarak eylemleri bastırıyor, sürekli onları baskı altında tutarak var olmalarını engelliyorlar. Yani devletlerin her zaman için maşa olarak ırkçıları kullandığını görmüş oluyoruz. Ayrıca gene filmde polis müdürlerinin bu faşist grupların arkasında olduğunu, faşist grupların eşcinsel derneklere saldırmasını, dernekleri yakmasının önünü açtığını, faşist gruplara silah sağladığını görüyoruz. Daha da önemlisi faşist gruplar tıpkı Türkiye’de olduğu gibi polislerin gözetimi altında muhalif ya da hakkını arayan, soran gruplara saldırıp onları dövüyorlar ama saldırdıkları grup Türkiye’de bazı olaylarda gördüğümüz üzere faşist grubu döverse polis hemen saldırarak faşistleri koruyor. Bir de polis müdürlerinin köpek dövüştürüp bu bahisten para kazanma ve uyuşturucu satışı gibi işlerden para kazanması da söz konusu. Türkiye’de özellikle köpek dövüşlerinin önlenmemesinin sebepleri arasında bazı polis ve yetkililerin dövüşçülerden rüşvet alması da var.


Gelelim filmimize, mafyavari tip olan Limun oldukça korkulan bir tip olmasına rağmen yaşlandığı için devlet onu artık pek kullanmamaktadır. Limun ise oldukça çirkef ama yüreği sevgi dolu biri olan Biserka ile evlenmek üzeredir. Biserka düğün organizasyonu için LGBTİ aktivisti olan bir dernek üyesi ile anlaşmak isteyecektir. Daha sonra ise curcuna başlar. Filmde yer yer kahkahalara boğulurken yer yer iki erkeğin arasındaki sevgiye hayran kalıp gözyaşlarınıza engel olamayabilirsiniz. Film gerçek bir hikâyeden alıntıdır.