Ana Sayfa Blog Sayfa 15

Ölenle Ölünmüyor | Öykü

0

Vallahi günler nasıl geçiyor hiç anlamıyorum Semra ablacığım. Düşündüm de ne kadar oldu rahmetliler gideli? Yedi bilemedin sekiz ay olmuştur. Senin torun bile yürüyecek neredeyse. İçeride uyuyor değil mi hâlâ? O uyurken iki lafın belini kırarız diye tıklattım kapını. Yeni bir tarif de denedim. İlk sen ye istedim. Anla artık kıymetini güzel ablam! Ben çayı koyarım, sen otur şöyle. Yorulmuşsundur, dizin yeni iyileşiyor zaten. Ne hevesle aldın şu köşe takımını da Allah bilir daha oturamamışsındır şöyle yayıla yayıla… Minderlerin pofudukluğu kalmaz diye aklın gidiyordur senin. Kızma kızma… Havva da olmayınca kime takılayım be ablacığım? Sabahın seherinde çıkıyor, gece basınca geliyor. Yok be… Öyle çok çalışmaktan değil. Mağazaya yürüyerek gidiyor her gün. Düşün, onca yol… Neymiş şehri keşfediyormuş. Haspaya bak ablam ya…

Nesi var bu şehrin keşfedilecek? Çıkıp bakıyorum; ağaç aynı ağaç, gök aynı gök. Faruk’un keyfi gelirse arada kordona gider bir çay bir pizza en fazla. Deniz aynı deniz… Çocukların biri bacağımdan biri kolumdan asılır, ne yediğimden bir şey anlarım ne oturduğumdan. O yüzden en iyisi evden çıkmayacaksın. Faruk’un keyfi için benim günüm niye mahvolsun ki? Gerçi gecelerim de ziyan olmuyor değil.

Ha… Yok ablam sana bir şey demiyordum. Şu yastığı arkana koyayım, belin boşa gelmesin. Çay daha çökmemiş. Demini alsın ki içtiğim sigaraya değsin. Havva’yla ikimiz katran karası çay severiz.

Çocukları okula postaladıktan sonra Havva’ya geçip iki dal sigara tellendiriyordum. Kaynanamla kaynatam rahmetli olalı beri sabahları böyle yapar oldum. Faruk da kardeşine göz kulak oluyorum diye rahat bırakıyordu beni. Ne zaman geldin gittin diye soruyordu canım… Durur mu o uyuz hiç? Havva’dayım deyince sesi kesiliyordu. Bir tane de Havva ile ikimizin fotoğrafını çekip yolladım mıydı tamam… E tabii inanmaz yoksa. Kıskanç adam benim kocam, biliyorsun. En çok salondaki pencerenin önünde durup poz veriyorduk. Oradan bahçe olduğu gibi görünüyor ondan galiba.

Ah ablam o günden beri güzelim bahçeden eser kalmadı. Ne bileyim ben ne oldu birdenbire anlamadım ki? Salondaki pencerenin yanındaki berjerde oturuyordu. Gözlerini boş boş dikmiş bakıyordu bahçeye. Kaç hafta, dur bakayım, kaç ay olmuş artık cenazeler defnedileli; Havva’yı bir türlü kaldıramıyoruz oradan. Faruk iki kere ya konuştu ya konuşmadı en sonunda bağırdı çağırdı kıza. Zor susturmuştum. Ne diyordum? İşte o sabah gene ölü balık gibi bakıyor bahçeye. Havva dedim, ölenle ölünmüyor be güzelim dedim. Bak bahar geliyor, mağazaya gitsen nasıl olur? Düğün mevsimi yaklaşıyor, müşteri kaçırmasan mı artık? dedim. Semra ablam, çok şükür Havva’nın kazancına muhtaç değiliz, biliyorsun. Kızın eli körelmesin, derdim bu. Bana diktiği gelinlik hâlâ konuşuluyor günlerde. Senin oğlanın düğününde yaptırdığın abiyeye ne demeli? Herkes seni iki beden inceldi sanmıştı. İştahlı insanlarız biz ablam, boşver…

Çay demlenmiştir. Kurabiye de koyayım şu tabağa. Ben gidince devam edersin diyetine de sporuna da… Kız, ellinden sonra bir haller oldu sana ha… Şaka be… Biliyorum, dizin başka türlü iyileşmiyormuş. Ellerime sağlık, ağızda dağılıyor yahu! Ne diyordum… Ablacım ben böyle dedikten sonra çevirdi kafasını bana bir baktı, elim ayağım buz kesti. Haklısın yenge, dedi. Kalktı üzerine bir kot bir kazak geçirdi. Rahmetliler izin vermezdi kot falan giymesine. Sen bilmezsin bu kız neler çekiyordu… Kapıyı çekti çıktı gitti. Kalakaldım salonun ortasında. Çocukların okul çıkış vaktine kadar bekledim. Gelmedi. Sonra mecbur gittim aldım çocukları. Arıyorum bunu kimseye çaktırmadan, açmıyor. Faruk bilse kardeşinin eve gitmediğini ortalığı ayağa kaldırır.

Sabahı sabah ettim ablacım. Ertesi gün çocukları alelacele hazırlayıp erkenden bıraktım okula. Havva’nın kapısını bizdeki yedek anahtarla açtım. Yatak odasına, tuvalete banyoya baktım. Yok, yok. Salon tarafından gelen sesleri duydum. Ablacığım, seninki almış eline küreği, beli çimleri söküyor. Arkası dönüktü bana. O kadar kaptırmış ki kendini hiç fark etmedi geldiğimi. Bacakları çelik urganla çevrili gibi tek seferde saplıyordu küreği çimlerin üzerine. Neredeyse bahçenin yarısının çimlerini sökmüştü ben gittiğimde.

“Havva ne yapıyorsun!” diyebildim.

Yanına gidip dokunmaya korktum ablacığım, yalan yok. Küreği bırakmadan yüzünü döndü bana. Yanakları al al olmuş, gözleri parıldıyordu.

“Senin dediğini yapıyorum, yenge”

“Çimleri sök mü dedim ben sana?” dedim

Küreği kenara fırlattı. Olduğu yere oturdu, bağdaş kurdu. Elinin tersiyle terini sildi. Göğsü körük gibi inip kalkıyordu.

“Ölenle ölünmüyor, dedin ya yenge?” dedi

“Kızım dedim de güzelim çimlerden ne istedin? Abine ne deriz?” dedim.

“Burası artık benim bahçem yenge. Ne babamın ne de abimin bahçesi…”

Şu lokmayı yutmak nasip olmasın ki kelimesi kelimesine böyle dedi. Zaten gözlerinden kıvılcımlar fırlıyordu, üzerine laf söylemeye çekindim. Otur artık sen de. Dizin hepten ağrıyacak. Ha şöyle… Torunun derin uyudu bugün maşallah. İşte ablacım, Havva o günden sonra eski munis, ensesine vur lokmasını al Havva değil artık. Gölgeden aydınlığa geçer gibi, birden değişti. Çimleri dört beş günde tamamen kazıdı resmen bahçeden. Rahmetli kaynatam ne severdi o çimleri. Ama sulamasını, biçtirmesini kaynanamla Havva’ya yaptırırdı. O sadece seyretmesini severdi.

“Mağazaya ne zaman gitmeye başlayacaksın?” diye sordum korkarak…

“Şu hurmaları da köklettireyim belediyeye, açacağım orayı da en kısa zamanda”

Abla ne istedi o canım hurma ağaçlarından bilmem bu deli… Rahmetliler hacdan getirdikleri hurmaların çekirdeklerini ekip büyütmüşlerdi. Çocukların boyuna erişmişlerdi. Onların yerine kiraz ve çınar dikeceğini söyledi. Hurma ağacı kadar gereksiz bir ağaç olamazmış, zaten aşılı olmadıkları için meyve de vermezlermiş. Babasına çok anlatmaya çalışmış bunların kökleri evin temeline inecek, bela olacak diye… Rahmetli kendi bildiğinden şaşmazdı, dinlememiştir bile kızı, eminim. Faruk höt zöt edecek oldu; çok istiyorsan al balkonuna koy deyince Havva sesini çıkaramadı.

Kaynanamla kaynatam vasiyetlerinde evlerini Havva’ya bırakmışlar. Vasiyet olmasaydı bile Faruk evden çık demezdi zaten Havva’ya. Çok şükür kışlığımız, yazlığımız var, biliyorsun.
Bu Havva bahçeyi kafasına göre dağıttıktan sonra mağazaya gitmeye başladı tekrar. Ama sabahın kör karanlığında çıkıyor, yatsı okunduktan sonra geliyor ablam. Allahın günü mağazaya yürüyerek gidiyor, eve yürüyerek dönüyor. İti kopuğu, arsızı uğursuzu var dedik, merak ediyoruz dedik ama nafile. Her gün şehrin farklı bir sokağını keşfediyormuş. Yeni yeni insanlar tanıyormuş.

Geçen gün ne yapsa beğenirsin? Evde hazırladığı peynir ekmeği kordonda banka oturup öyle yemiş. Yanına da termosta konyaklı çay koymuş, onu içmiş! Yemek yapmaya eriniyorsan gel bizde ye öyle git evine diyorum. Hem abini de görmüş olursun diyorum. Sadece gülümsüyor bana. Bu huyu da yeni. Gülümseyip tek laf etmezse bil ki yapmayacak dediğini. Faruk beynimi yiyor, içimi kuruttu yeminle. Benim yüzümden olmuşmuş tüm olanlar. Ölenle ölünmüyor dedim abla, şart olsun ki başka bir şey demedim.

Şu dizliğini tak da selfi çekilelim. Faruk sana yardıma geldim diye biliyor. İyileşiyorsun ama kaybetme sen o dizliği gene de. Fotoğraf için lazım. Torunun da mızırdanıyor. Gideyim ben de evceğizime. İnsanın evi gibi yok ne olursa olsun ablacığım, değil mi?

Acaba ne okusam diyenlere: Sivil İtaatsizlik & İlkesiz Hayat

Geçtiğimiz hafta Taksim’de meydana gelen patlamayla hepimiz sarsılmışken, bitmek bilmeyen umutsuz bir şeyleri dile getirmektense derdimize derman olmasa da umut verici bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Egemen Özkan tarafından çevirisi yapılan, Sivil İtaatsizlik & İlkesiz Hayat, Henry David Thoreau’nun iki uzun denemesinden oluşan bir kitap. Dilimizde pek çok kere basılmış olan bu kitap, “ ‘En iyi hükümet en az hükmedendir’ şiarını gönülden benimsemiş biriyimdir ve bunun daha hızlı, daha sistematik bir şekilde hayata geçirildiğini görmek isterim.”* diye başlar. Daha önce adını pek çok kez duyduğum ancak yeni okuma fırsatı bulduğum bu kitabı eminim henüz keşfetmemiş nice okur vardır. Daha önce okumuş olanlar da, bu yazıdan keyif alabilirler. Ne de olsa bazı kitaplar, üstüne söz söylenmesini de yazılmasını da konuşulmasını da tekrar okunmayı da fazlasıyla hak eder.

Yıllardır devam eden mevzu

İnsanlar aslında ne isterler? Ne istemelidirler? Neden istemelidirler? Neyi istemelidirler? Ve tabii ki aklın yolu birken insanlar gezegene, insanın daha rahat, üretken, mutlu, kaliteli ve verimli yaşaması için olması gerekenlere dair neden düşünce üretmezler ve üretilen düşüncelerdense bildikleri gibi yaşamayı yeğlerler? Yılların iktidar ve yönetim biçimleri aynı zamanda “bir grup”un çıkarlarına hizmet ettiğinden mi bu böyle olur? Tüm bunlar böyle olduğu için mi güzide gezegenimizin can sıkıcı mevzularını duymaya devam ederiz ve tüm bunlara dair bir bakış açısı oluşturmaya çalışırız? Sivil İtaatsizlik & İlkesiz Hayat, benzer sorulardan beslense de okura verdiği ilk fikir olumsuz durumlara dair rahatsızlık duyan ilk ya da tek kişi olmadığı gerçeğidir. Yazar kitabı kendi pratikleri içinden örse de onun pratiklerini ya da fikirlerini de besleyen başkaları ve başka durumlar da olmuştur. Doğal olarak Sivil İtaatsizlik  & İlkesiz Hayat kitabı da okuruna bir fikirler ağı sunarken benzer sorunları düşünen insanları besler.

Henry David Thoeau

Henry David Thoreau, yaşadığı yıllar Amerikası’ndaki çeşitli durumlara insani bir bakış getirmeye çalışan entelektüellerden birisidir. Kitabın arka kapağında şu şekilde tanıtılır: 

“19. yüzyılın en büyük entelektüellerinden, kölelik karşıtı, çevreci ve vergi direnişçisi olan Henry David Thoreau, sivil itaatsizlik terimini siyasi literatüre sokan ilk kişidir. Sivil İtaatsizlik’teki düşünceleriyle Mahatma Gandi ve Martin Luther King gibi büyük siyasi figürlerin fikirlerini etkilemiştir.”*

Bu son derece çarpıcı tanıtım bile bahsi geçen kişilere ilgi duyan okurun dikkatini çekecektir. Beni kitaba yöneltenin de bu tanıtım olduğunu belirtmek isterim.

Okurun seyri

Kitap, yazarın içinde bulunduğu dönemde Amerikan devletine ve halkın çeşitli tavırlarına yönelik eleştirileri kapsıyor.

“Benim kavgam uzaktaki düşmanla değil, uzaktakilerle işbirliği yapan ve onların işlerini gören, kendi memleketimdeki düşmanlarla. Onlar olmasa uzaktaki düşmanlardan da bir zarar gelmez. Kitlelerin hazır olmadığını söylemeye alışmışız ama gelişim yavaş çünkü sayıca az olanlar sayıca fazla olanlardan maddi anlamda daha akıllı veya daha iyi değil. Çoğunluğun sizin kadar iyi olması bir yerlerde mutlak iyiliğin olması kadar önemli değildir çünkü bu iyilik bütün öbeği mayalayacaktır. İlke olarak köleliğe ve savaşa karşı olduğu halde bunlara bir son vermek için hiçbir şey yapmayan; kendilerini Washington ve Franklin’in çocukları olarak gördükleri halde ne yapacaklarını bilmediklerini söyleyerek hiçbir şey yapmadan elleri ceplerinde oturan; hatta serbest ticaret meselesini özgürlük meselesinin önüne koyup, akşam yemeği üzerine sakin sakin cari fiyatları ve Meksika’dan gelen son haberleri okuduktan sonra bunları düşünerek uyuyakalabilen binlerce insan var.”*

Yazarın bu tespiti, günümüzde hemen her ülkeye ve dahası yaşamın içindeki binlerce olaya uyarlanabilir duruyor. Hele günümüzde gezegenin vahşet ve kirlilik kusan binlerce olayına ekran karşısında yemeğini yerken hiç istifini bozmadan bakan kalabalığını düşününce kitabın yazıldığı zamandan günümüze değişmeyen şeyler size de tortu bırakacaksa hemen yazarın başka bir cümlesini aktarmak isterim:

Görüyorum ki bu güya saygıdeğer kişi anında konum değiştirmiş, ülkesi ondan ümidi keseceği yerde o ülkesinden ümidi kesiyor.”* 

Ümit kesmeden devam etmek isteyenler için de şöyle diyor yazar Sivil İtaatsizlik denemesinde, “… sizden başkalarına yapılan adaletsizliğe aracı olmanızı bekleyen bir yapısı varsa, derim ki çiğneyin o yasayı. Hayatınız o makineyi durduracak bir karşı sürtünme olsun. Benim yapmam gereken şey, ne olursa olsun o kınadığım haksızlığa alet olmamaktır.”* 

Ve bunu destekleyecek aşağıdaki savı sunuyor:

Ben bu dünyaya burayı daha yaşanılır bir yer yapmak için değil, iyi kötü burada yaşamak için geldim. İnsanın elinden her şey gelmez ama bazı şeyler gelebilir; fakat insanın elinden her şeyin gelmemesi yanlış şeyler yapmasını da gerektirmez.”*

Ve tüm bunların nedenine dair şunu belirtiyor:

Ben toplum makinesinin başarılı bir şekilde çalışmasından sorumlu değilim. Ben mühendis çocuğu değilim. Bir meşe palamuduyla bir ceviz yan yana düşerse biri diğerine yer açmak için atıl kalmaz; her ikisi de kendi yasalarına itaat ederek filizlenir, gelişir ve biri tesadüfen diğerinin güneşini engelleyip onu alt edene kadar, büyüyebildiğince büyür. Bitkiler doğalarına göre yaşayamazlarsa ölürler; insanlar da öyle.”* 

İlkesizlik

Toplumların işleyişinde belki herkesin kafasına takılabilecek meselelerle meşgul olan yazar, İlkesizlik denemesinde şöyle bir tespitte bulunuyor.

Bir insan gününün yarısını ağaç sevgisiyle ormanda yürüyerek geçirse, işsiz güçsüz addedilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ama günün tamamını bir vurguncu olarak, o ağaçları kesip biçerek ve toprağı vakitsizce kelleştirerek geçirirse çalışkan ve girişimci biri olarak saygı görür.”*

Evet bazen çalışkan ve girişimci olmamak daha iyi duruyor. Tümüyle katıldığım şu dileği dillendirerek yazımı bitirmek ve sizi kitapla baş başa bırakmak istiyorum:

Dolayısıyla hayatımız topyekûn bir unutuş değil, aynı zamanda asla, hele ki uyanık olduğumuz saatlerde hiç bilincinde olmamamız gereken bir hatırlayış aslında. Neden hep kâbuslarımızı anlatmak üzere, hazımsızlar olarak buluşuyoruz? Bazen de birbirimizi o şahane sabahta kutlamak üzere, hazımlılar olarak buluşalım. Herhalde hiç olmayacak bir talepte bulunmuyorumdur.” 

Sağlıcakla kalmanız dileklerimle.

*Alıntılar: Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik & İlkesiz Hayat, Çeviren: Egemen Özkan, İthaki Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2019 Orjinal Adı: Civil Disobedience & Life Without Principle kitabından yapılmıştır. s.9, arka kapak, s.15, s.17, ss.20-21,  s. 21, s.28, s.45, s.69

Acaba ne okusam?: Kavuşmak

Kütüphanede kitaplara bakarken, Kavuşmak dikkatimi çekmeseydi belki bu kitaptan hiçbir zaman haberim olmayacaktı. Daha önce hakkında bir şeyler paylaşıldıysa da gözümden kaçmış olmalıydı. Benim gibi nice okur olabilir düşüncesiyle kitap üstüne yazmak istedim. 

Arka kapak sunusunda:

Fred Uhlman reddedilmeyi, korkuyu, sürgünü ve ırkçılığın insanlar arası ilişkilere nasıl nüfus ettiğini anlattığı bu çarpıcı eserinde tünelin sonunda her zaman ışık olduğuna da dikkat çekmeyi ihmal etmiyor.” diye sunulan kitap, özellikle tünelin ucundaki ışığı vermedeki ustalığıyla dikkat çekiyor. 

Kitabı okumaya başladığımda önsözde yer alan, “Kitabın sonu, son birkaç satırı, şaheserin içinde başka bir şaheserdir. Yazar bir yandan kısa bir öykünün etkili basitliğini ve zarifliğini muhafaza ederken, bu sonla birlikte bir olgunlaşma hikayesine tıpkı bir org ezgisinin uzayıp giden son notası gibi parlak ve dramatik bir nitelik kazandırmayı başarır. Son satırlara geldiğimde kendimi daha fazla tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağladım. Ne olursa olsun, öykü bitmişti artık.” ifadesinin gerçekliğini merak etmeye başladım. 

Hoş, bu paragrafı okuyup da kitabı merak etmemek imkan dahilinde olabilir miydi? 

Standart kitap formatının dışında Kolektif Kitap tarafından basılmış bu incecik kitap, okura Nazi Almanyası’nı bir lise öğrencisinin gözünden ve onun arkadaşıyla kurduğu ilişkiyle anlatıyordu. Sade bir dili vardı. Öyle ki sanki tatlı bir derenin kenarında oturmuş, sakin sakin akan suyu dinliyor gibi hissettiriyordu. Oysa bir süre sonra olaylar bir derenin sakin sakin akışından çok farklı bir hâl almaya başladı.

Kavuşmak’ın ilerleyen sayfalarında

Ve sonun gelmesi çok da uzun sürmeyecekti. Doğudan esmeye başlayan rüzgar Svabya’ya da ulaşmıştı ki kasırgaya dönüşene dek büyümeye devam etti. On iki yıl sonra, orta çağ kenti Ulm moloz yığınına dönüşene, Stuttgart’ın yüzde yetmiş beşi tamamen harap, darmadağın Heilborn’da on iki bin insan sersefil olana dek de dinmek bilmedi.” 

Bu kasırga önce insanların zihinlerini sonra da eylemlerini değiştirmeye başladı. Tüm bunlar olurken kitabımızın kahramanın çevresindeki olaylar da o tatlı dostluk öyküsü de olanlardan etkilenmekteydi. 

Günlük yaşam, arkadaşlıklar, dostluklar değişirken bir gencin hissettikleri neler olabilir? Evet, elbette tüm bunları okumanın okurun zihninde yarattığı bir etki var. Büyük trajedilere karşı geliştirdiğimiz olgusal tavrın dışında bir etki. Hikayenin sıcaklığı okurun içine yayılırken kitabın sonuna doğru okunanlar okuru derinden sarsmıyor. Tüm olanların yarattığı bir kabulleniş belki… Ta ki önsözde bahsedilen son cümleye kadar. O son cümleyle bir duygu seline sürüklenmemek elde değil. Kitap bittiğinde gözlerimin dolduğunu, göz yaşlarımı tutamadığımı söylemeliyim. Yazıyı yazma nedenim de Kavuşmak kitabının üstümde yarattığı bu etki olsa gerek.

Okur için

Uhlman Fred’in Özlem Uygun çevirisiyle dilimize kazandırılan ve herkese iyi gelecek, mesafeli hali eritecek, her tünelin sonunda bir ışık olduğunu gösterecek, umutlu uzun öyküsü Kavuşmak’ı umarım okursunuz.

Kavuşmak, tasarlanırken de okurun okuma zevki gözetilerek hazırlanmış. Bahsi geçen son cümle de son sayfada yer alıyor. Böylece göz bilinçsizce sonu okuyup, cümlenin etkisini hafifletmiyor. Bakalım, sizde de aynı etkiyi yaratacak mı? Kim bilir?

Bu kitap bolluğunda Kavuşmak’ta da buluşmak dileklerimle. Hoşça kalın, dostça kalın, sağlıcakla kalın.

Alıntılar

Uhlman Fred, Kavuşmak, Türkçesi: Özlem Uygun, Kolektif Kitap, İstanbul, 2017. arka kapak, s.10, s.83

11 sene sonra Frozen Planet tekrar izleyiciyle buluşuyor

Sacha Thorpe ve Natasha Hussain’e 11 sene sonra yeniden seyirci ile buluşacak Frozen Planet II hakkında sorularımızı sorduk.

İlk kez 2011 senesinde seyirci ile buluşan Frozen Planet, 11 sene aradan sonra Frozen Planet II ile tekrardan karşımıza çıkıyor. 8 bölümlük bu seri, BBC’nin yapımcılığıyla Kutupları, oradaki yaşamlar etrafında bize sunuyor olacak.

Frozen Planet II, 11 sene sonra tekrardan Antarktika ve Arktika’ya giderek buraları yeniden filme aldı. Fakat bu sefer, belgesel kutuplarla sınırlı kalmayıp buzul çöllerden yüksek dağlara, kar altında kalmış ormanlardan buzul okyanuslara kadar taşıyor.

BBC Stüdyo’dan, Frozen Planet II’nin yapımcısı Sacha Thorpe ve MENA Kıdemli Başkan Yardımcısı Natasha Hussain ile 30 Ekim 20.00’da Türkiye izleyicisiyle buluşacak belgesel hakkında röportaj gerçekleştirdik.

Çalışmalarınızı temel olarak doğa tarihi, bilim ve arkeoloji konuları üzerine ilerletiyorsunuz. Bu konular üzerinde ilerlemenizin bir sebebi var mı? Bu konular üzerine film yapımına nasıl ulaştınız?

Thorpe: Eğitimimi Zooloji üzerine aldığım için bilim arka planı ile geliyorum. Her zaman bilimle ilgileniyordum ve benim için film yapımı en etkili biçimde bu konular hakkında keşfetmeyi ve iletişimi sağlayan alan oldu. İzleyici ile bu bilgileri paylaşmanın en güçlü yöntemi gerçekten bu. Sanırım asla, sadece bir hayvan üzerine ilgim olmadı. Hayatımı genel olarak birden fazla yöne ve tarihe adayan biri oldum. Aynı zamanda film yapımı bireye, öğrenmek için inanılmaz bir alan oluşturuyor.

Akademik arka plana sahip olmak büyük önem arz ediyor. Bilim insanları ile konuşmak, hikayeler bulmada çok yardımcı oluyor. İlk film yapımı için rolüm konuların, hikayelerin araştırılmasıydı.

Kamera teknolojileri ve edinilen hikâyelerin nasıl aktarılacağı öğrenmek bu noktada ilk adımlar oluyor. Sonraki en önemli aşama ise edinilen bilimsel bilgilerin nasıl hikâye anlatıcılığına dönüşüyor olması.

Frozen Planet çekileli 11 sene oldu. Bu süreç içerisinde toplumun farkındalığında bir değişim olduğunu gözlemlediniz mi? Ve sizce insanlar artık ne görmek istiyor?

Thorpe: İlk yapımda iklim değişikliğine sadece son kısımda kısa bir şekilde değinildi. Çoğunlukla hayvanlara odaklı bir diziydi.

11 sene aslında çok uzun bir zaman değil ama aynı zamanda çok fazla değişime ev sahibi oldu. İnsanların doğa üzerindeki etkisi hakkında tartışmalar ön plana çıktı. Şimdi kesin olarak biliyoruz ki, insan etkisi fenomeni buzul habitatlarda büyük etkilere sahip. Dolayısıyla, hayvanlar hakkında daha çok hikâyenin iklim değişimi ile anlatılması gerektiğini hissettik. Hikâyenin anlatımında temel bölüm, çevrelerinde hayvanların değişimini anlatmak oldu.

İlk bölüm sadece kutuplar hakkındaydı, şimdiyse bütün buzul habitatı ele alıyoruz. Buzul bölgeler sorulduğunda genelde, buzul çöller ya da dağlar insanların aklına gelen yerler olmuyor. Bu bölgeleri de içine alarak iklim değişimi hakkında daha dönemsel bir anlatı izledik.

Çekimin gerçekleştiği bu bölgelere yıllar sonra geri geldiğinizde çarpıcı değişimler ile karşılaştınız mı?

Thorpe: Kesinlikle evet, çekim süreci başlangıçtan itibaren dört buçuk sene sürdü. Görsel değişimleri çekmek ve onları aktarmak istedik. Bu yüzden kameralarımızı üç sene boyunca buzul dağlar gibi alanlara yerleştirdik. Örneğin And Dağlarının bu 3 sene içerisinde 60 metre geri çekilişini kaydetme şansımız oldu.

And Dağları (BBC Studios)

Bölgelerin değişimini anlamak aynı zamanda, hayvanların değişiminde nasıl etkili olduklarını anlamayı da sağladı. Bu duruma bir örnek, Antarktika‘da bulunan sakallı penguenlerin sayılarının azalışı verilebilir. Mevsim dışı nemli-ılık havaya bağlı olarak, sakallı penguen yavruları ıslanıp, vücut ısılarını düzenleyemez hale geliyorlar. Çekimlerimizde buna benzer değişimleri gözlemleme imkânımız oldu.

Sonuç olarak evet, çekim sürecinde bir bölgeye vardığımızda belirli bir hava koşulu ile karşılaşmayı beklerken, önceki deneyimlerimizden tamamen bambaşka olan koşullarla sıkça karşılaştık. Bütün çekim süreci boyunca iklim değişimi, her zaman kendini hissettiriyordu.

Sakallı Penguen Yavrusu, Antarktika Yarımadası (BBC Studios)

Dünya genelinde iklim değişikliği hakkında ciddi bir bilinç oluşmaya başladı. Pazar araştırmalarına bakıldığında bu bilinç ile araştırmanın verileri arasında gerçek bir uyum görebiliyor muyuz?

Hussain: Evet, izleyiciler dünyada gelişen olayları doğru bir şekilde öğrenmek istiyor. BBC’nin gerçekleştirdiği yapımlar bu beklentiyi hep devam ettiriyor. Türkiye için de aynısı söylenebilir ve genç izleyicinin sosyal medya ve BBC’ye ait platformlarda aktif olduklarını bu noktada görebiliyoruz.

Son olarak, Frozen Planet II hakkında bu röportajda, okuyucularla paylaşmak istedikleriniz var mıdır?

Thorpe: Frozen Planet II için yaklaşık 3 senedir çalışmaktayım ve bence büyük bir kendini adamayla yapıtımızı ortaya koyduk. Umarım izleyicimize, bu mekanların güzellikleriyle ilham verebiliriz. Frozen Planet II’nin ortaya koyduğu görseller gerçekten son kez şahit olunabilecek değerde. Böylelikle bu mekanları daha iyi anlayarak iklim değişimi hakkında farkındalıklarının daha derin bir hale gelmesini ve toplumsal bir bilince dönüşmesini umuyorum.

İklim değişimi için yapılabilecek çözümler kolay değil ve aynı zamanda karşılaştığımız en hızlı problem. Ancak, daha fazla bireyde bu bilincin oluşmasıyla, durumu daha iyi anlayıp doğru ilerleme kazanabiliriz.

Hussain: Dünya üzerindeki ayak izimizi daha iyi anlamamızı sağlayan bir yapıt. Dünya’nın içinde bulunduğu durumu nasıl daha iyileştirebileceğimizi bilerek, gezegenimiz üzerinde daha az etkiye sahip olabiliriz. BBC Natural History Birimi, bir sonraki jenerasyonun Dünya hakkındaki bilincini geliştirerek, daha iyi ne yapabileceğini anlatmaya katkı sağlamaktadır.

Natasha Hussain, Sacha Thorpe. (Fotoğraf: Elvan Gökgür)

 Sacha Thorpe

Sacha, TV endüstrisinde 10 yıllık deneyime sahip bir yapımcıdır ve bu süre zarfında uluslararası yayıncılar için doğa tarihi, bilim ve arkeoloji dahil olmak üzere çeşitli türlerde bir dizi önemli belgeseller yapmıştır.

Giant Screen 3D uzun metrajlı filmi Arctic: Our Frozen Planet‘in ortak yönetmenliğini ve France TV için iki Frozen Planet filminin yapımcılığını yaptı.

Natasha Hussain

Natasha Hussain, MENA genelinde BBC First, BBC Earth, CBeebies ve BBC World News Channels’ın yanı sıra İsrail ile birlikte BBC Entertainment ve BBC HD’yi de taşıyan BBC Earth in Türkiye’nin başarılı lansmanlarını denetledi.  Bölgedeki tüm ticari işletmeler için stratejik yön belirlemekten ve büyümeyi yönetmekten sorumludur.

Aynı zamanda, BBC Stüdyoları’ndaki Küresel Liderlik Ekibinin bir üyesidir. Natasha daha önce, BBC Worldwide’da Orta Doğu ve Afrika Satış ve Dağıtımı görevinde de bulunmuştur.

Diren Demir ile şiir kitabı söyleşisi: Düşenlere Selam Olsun

Merhaba Diren, yeni kitabını tebrik etmek ve biraz söyleşmek istiyoruz. Bu isteğimizi kabul ettiğin için teşekkürler. Okura kendini şiir olarak açmanın ardından şimdi bize de şiirinin perde arkasını aralayacaksın, en azından biz öyle umuyoruz. Kitabındaki son şiirle başlayalım isteriz. Şiir “Son” adını taşıyor. Önce bu şiirini okur için de görünür kılalım:
Ağlaması yeni bitmiş bir yazının  
titrek soluğundaki kırılganlıkta
yarım kalmış bir hesaplaşmayı  
geride bırakıyor kalemim
.”
Tüm şiirlerinin oluş serüvenini mi anlatıyor bize bu şiir?

Herkes kendi yarasından ağlar; kendi yarasından yazar. Benim yaram, bazı şeylerin yarım kalmışlığı idi. “Düşenlere Selam Olsun” kitabını bana yazdıran buydu, şiirlerin üzerine de aynı yarım kalmışlık hali sindi, buna direnmedim. Belki benim yazdıklarımın oluş serüvenini anlatıyor desek daha doğru olur, ancak şiir, “incinebilir” olmanın en açık formudur. Benim şiirlerim de -diğer tüm şiirler gibi- incinebilir olmanın, yarayı dinlemenin dürüst ve açık ifadeleri sanırım. 

Kalbine bir iğne ucu kadar bırakılmış tinsel sadeliği susamak kadar fakir bir alma arzusu;
aş-kınlık.

Bir iğne ucu mudur aş-kınlık? Bir iğne ucu mu Diren’i şiir yazmaya, illüstrasyonlar yapmaya yöneltir?

Ben bir süre Kabala ile ilgilendim. Kabala ilminde Reşimot‘tan ve Kalpteki Nokta‘dan bahsedilir. Kalpteki nokta, herkesin kalbine iğne ucu büyüklüğünde Tanrı tarafından konulmuş bir ışık tanesidir. Bu ışığı görenler ve izleyenler, onu büyütebilir. “Aşk”a dair tanımları “aş”abilirsek, kendi kalbimizde bize çok daha yakında olan daha yüksek bir gerçeğe ulaşabiliriz. Bu dizelerin ait olduğu şiirin adı zaten da buydu; “Daha yüksek bir gerçek”.  

…yokluğunu dillendiriyor aynı yerinden bir zamanlar gelişini karşılamış bir gül –ve şu klişe diken.”
“Şu klişe diken,” dizesine bayıldık. Ardından bir şişenin içinde gül olan illüstrasyonunu görünüyoruz kitapta, dikensiz. Dikensiz bir gül mü koyuyoruz hep vazolarımıza?

Belki de dikenlerini hep ehlileştirmeye çalıştığımız bir gül…
Kitaptaki pek çok illüstrasyon hayali imgelere dayanıyor, bir tek bu gülü kendisine bakarak çizdim… Ben çok uzun zaman hep tek başıma yola çıktım. Yaşamıma giren sınırlı sayıda insan ile yoldaş oldum. Eski erkek arkadaşımla da uzun bir yolculuğa çıkmıştık, yola çıkmadan önce, bana bir gül getirip onu vazoya koymuştu. Aylarca gezdik, fakat sonra yollarımız ayrıldı, uzun süre sonra yolculuğumu tamamlayıp eve geri geldim. Tek başıma geleceğimi ummuyordum. Evde her şey bıraktığımız gibiydi, gül de öyle. 

koltuk minderlerine sığınan küçük bir veledim ben ve dikdörtgen çikolatalar bitik kalbimin cam kasesinde.
Şiirlerinin soyut metaforlarından birisi bu dizeler ve kalbimizi burktu. Bir çocuklukta gizli pek çok haller, peki neden kalplerde cam kaseler ve dikdörtgen çikolatalar bitik?

Düşenlere Selam Olsun‘daki pek çok şiirimde “çocuk” kelimesi geçer. Kendi çocukluğuma atıfta bulunduğum yerler sıkça bulunur. Bu tamamen kendiliğinden gelişti, ben de çok sonradan fark ettim pek çok şiirimde çocukluğum ile ilgili en az bir kısım olduğunu.

Küçükken hep anneannemin evinde koltuk minderlerinden kendime özel bir ev tasarlardım, bayram günleri çok daha farklı bir enerjiye sahipti ve tabii ki cam kasedeki o dikdörtgen çikolatalara dair heyecanım… O duyguyu hala hatırlıyorum. Eminim ki bu imgeler, pek çoğumuzun anılarında da var. Kendi anılarımda özel bulduğum ve kolektif bellekte de izlerinin olduğunu hissettiğim bu imgelerle yazdım bu şiiri. Burada çocukluğumda hissetmekte olduğum o saf heyecan ve coşkudan bahsediyorum.
Dikdörtgen çikolataların bitik olmasının ise pek çok sebebi var, ama bu bitiklik şiire dönüşebilmiş ise belki de benim için hala umut var demektir. 🙂 

Ne kadar küçük olduğunu bilen birkaç çocuğun tutarsızlığı kurtarabilirdi
Destansı bir şehri tüm şiirsizliğinden
ve hayali gemilerinden.

Bir son sığınak mı çocukluk? Kenti şiirsizlikten kurtarmak mı Diren’i şiir yapmaya taşıyan itki?

O gün iki dostum ile birlikte spontan, tamamen plansız bir yürüyüş yapmıştık, Tarabya’dan Rumeli Feneri’ne ve oradan da karşıya, Anadolu Kavağı’na. Gecenin bir vakti tepeye çıkıp, izinsizce içeri girip, güzel bir manzara noktasından sırtımızı İstanbul’a dönüp köprüyü izledik uzun süre. 

“…Sadece spontan gecenin yolcuları bulabilirdi,
İstanbul’un en ucundaki şiirsiz köşeleri…”

Biz de öyle yaptık ve şiirsiz bırakılmış o güzel mekan için bir şeyler yazılması gerektiğini düşündük. Şiirsiz bırakılmış pek çok mekan, pek çok yaşam, pek çok insan, pek çok kalp var… Kalbe dokunabilen şeylerden daha fazla bahsetmeliyiz, çünkü; “her güzellik görülmeye hasretti, ve belki de
“Ne kadar küçük olduğunu bilen birkaç çocuğun tutarsızlığı kurtarabilirdi
Destansı bir şehri tüm şiirsizliğinden
ve hayali gemilerinden.” 

Rimbaud’a göndermeler görünce dizelerinde sormadan edemiyoruz, sembolizme yakın mı buluyor Diren kendini?

Siliklik, kapalılık ve öznellik gibi Sembolist özellikler bolca var şiirimde, yakın bulduğumu söyleyebilirim, fakat yazdıklarımı tanımlamak için henüz çok erken. 

Diren, disiplinlerarası bir sanatçısın; bize son olarak sanat yaşamından ve oluş serüveninden bahsetmek ister misin?

Tabii, ben heykel öğrencisiyim, sanat üretimim ise daha çok kavramsal performanslara dayalı. Sivil itaatsizlik, urban archeology, kamusal nudism, şehir belleği ve beden politikaları gibi konuları işliyorum. Performansın soyutluğu ve heykelin katılığı arasındaki yeni formları araştırıyorum. Genelde politik konuları ele alsam da, yaptığım işi spiritüel olarak tanımlıyorum. Güncel politik çatışkıları, yeniden yorumladığım geleneksel ritüeller üzerinden sunuyorum. Paganizm ve animizm gibi doğa temelli bakış açılarına sahibim ve sanatımda kendi Anadolu kültürümüzde de var olan eski gelenekleri, motifleri, anlatıları gün yüzüne çıkarıyorum.

Teşekkürler.
Ben teşekkür ederim, sevgiler. 🙂

Tüm Panayırların Heyulası; Kayıp Rıhtım Öykü Antolojisi

Ocak 2022’de raflara taşınan ve henüz yeni sayılabilecek bir kitapla ilgili yazma isteğim bir dostun hediyesi olmasa belki de hiç bir zaman gerçekleşemeyecekti. Ne de olsa sıcağın sıcak, yağmurun sel, altının siyanür olarak bize döndüğü bir coğrafyanın çocuğu olarak ben de bir yandan klasiklerle ruhumu zenginleştirirken, kişisel gelişim diye de yaftalanabilecek pek çok okumayla bünyemi dinç tutmaya çalışıyordum. Bir yandan da yazıyordum yazmasına ama çoğun öykü olarak kelamımdan dökülen sözcükler, bana sürekli kimsenin kitap okumadığının söylendiği bu yerlerde kimin bir kitapla ilgili bir şey okumak istediği sorusunu taşıdığından uzundur da bir kitapla ilgili yazmıyordum.

Kitaplar hep tanıtılıyor, okur okuduğundan memnun görünüyordu. Kimsenin benim bile “ucube,” kavramı ilgimi çekmezken bunca yazarı bu konuda yazmaya iten şey neydi? İlgimi çeken ilk şey bu oldu. Kitapta da buna değinmeden öykülere başlamış olmak istenmemiş olmalı ki, önce tüm bu serüvenin okura görünür kılınması ile başlamak seçilmişti. Bu yazıda, Tüm Panayırların Heyulası öykülerine değinmek istiyorum ama önce seçkinin tercihine kulak vermek isterim.

Kayıp Rıhtım ve Öykü Seçkisi

“Kayıp Rıhtım, 2008 yılında kurulduğunda, odağı fantazi ve bilimkurgu edebiyatı olan amatör bir internet sitesiydi” diye söze başlamışlar. Yıllar birbirini kovalamış ve aylık öykü seçkileri, yerli spekülatif kurgu edebiyatı için bir basamak haline gelmiş. Yeni basamak için harekete geçen Kayıp Rıhtım, “Tüm Panayırların Heyulası; fantazi, bilimkurgu, korku, distopya, tuhaf kurgu ve polisiye türlerinde yazılmış “ucube” temalı 20 öyküyü bir araya getiriyor.”

Antolojilerin, bir temaya, bütüncül ama farklı bakışlarıyla yeni dünyalara açılan kapıları aralaması aşina olduğumuz bir tat. Peki ya ucube kavramı? Onun da kitabın sunumda mitolojiye dayanan kökleri, edebiyattaki yankıları görülebiliyor. Nedense Frankenstein’a değinilmemiş. Halbuki, temanın kültlerinden… Ama o bir roman dediğinizi duyar gibiyim. Oysa edebiyat da bütüncül bir doğa ve ekosistem, o zaman böyle bir ekosistemde Medusa’nın yıllarla taşınan belki binlerce kez çarptırılmış öyküsünü, Perseus’un kalkanıyla gelen akıbetine bağlayarak anlatmayı tercih edip, Frankenstein’ın anılmaması bana biraz tuhaf görünüyor. Olsun diyorum, edebiyat derya deniz, türler içindeyiz ve birazdan türlü türlü heyulanın birleşimi bir heyulaya gireceğiz.

Seçkinin Öyküleri

Göz, Hikmet Hükümenoğlu

Gökyüzü kırmızı bir ateş topuna dönmüş, göz gözü görmüyor, hava insanlığın yaşaması için uygun değil ama tüm sıradan alışkanlıklarımız ve taksicilik mesleğimiz devam ediyor. Arabasına düşkün abinin kardeşini bir müşteriye göndermesiyle gelişen olaylar. Ucubenin, belki de Perseus’un kalkanı gibi kendisini görene gerçek yüzünü yansıtarak yarattığı dehşetten kaçma isteği uyandırıyor ve öykü acımasız bir son ima edilerek bitiriliyor. Distopyalar vahasında soluklanmayı sevenler için bir bilimkurgu macera ya da belki fantastik bir macera demeliyim, bilemiyorum, diğer öyküye geçiyorum.

Umacı, Mehmet Berk Yaltırık

(Halep Eyaleti, Adana Sancağı, Hamidiye [Ceyhan] Kazası – 1899), diye açılışını yapan öykü, okuru eski zamanlardan bir zaman, bilmediğimiz diyarlardan bir diyara taşıyor. Batıni bir katmandan okuru alemlerin bir aradalığına taşıyan öykünün içinde kaç ucube var? Öyküyü bitirdikten sonra elimde kalan soru bu oluyor.

Minibüso Diskoteko Murra Murra, Müge Koçak

Öykümüzün kahramanı Yaşar, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz romanından fırlayıp, gerçekle sürrealin iç içe geçtiği bir evrene ışınlanmış. Bilinç akışı tekniğiyle anlattıkları, okura muhtemel, İllallah, dedirtecek yazar, öykünün sonunda kahramanını arafa çekiyor. Ben de, lokal göndermelerle çiçeklenen metnin çağdaş yazında böyle anlatımları seven okur için ayrı bir keyif sunacağını düşünüyorum.

Bozulmamış Kırmızı Gül, Ekin Açıkgöz

Polisiye, dram ve gerçekler… Kısa öykünün sınırları düşünüldüğünde bu pek de kısa olmayan öyküde, spoil vermeden nasıl anlatırım bilemiyorum ama şöyle bir gerçeği bulacaksınız: Para hırslı ucubeler, kendi evlatları ucube diye kendi evlatlarının yiyiciliğini yapıyor.

Kendi adıma, Fırat Nehri’ne siyanür karıştığı haberleri ortalıkta dolaşırken, bu öykünün yazarını alnından öpmek istiyorum. Çünkü kurgu dünyada bu hassasiyet varsa daha iyiye dair hâlâ umut olduğunu düşünüyorum

Çöp Atmaya Çıkmış İnsan, Hakan Bıçakçı

Çöp atmaya çıkmış insan, çöpü bir türlü atamamış yoksa atmış da o mu öyle sanmış? O öyle sanmış da, bu koku ne o zaman? Duvardaki yazı neden değişip durmakta… Vesselam bir ruh hali olarak ucube bu öyküde karşımızda.

Orangutanla Voltada, Emirhan Burak Aydın

Sürreal bir distopik evrenden, gerçek yaşama, oradan bir başka distopik çılgınlığa… Bu öykü üstüne bir şeyler söylemek isterim lakin “gerçeğin böylesine eritildiği bir öykü evreni için akışkan olmayan bir cümle kurmak mümkün mü?” sorusunu sormak beni bundan alıkoyuyor.

Holodate, Ezgi Polat

“Artık herkes olmadığı biri gibi davranmaya başladı. Bunu karşılarında var olduklarını sandıkları birileri için yapıyorlar. Ancak onlar da sandıkları kişiler değil. Benim bunu yapmak için haklı sebeplerim var. Sınırı geçmiyorum. Hiçbir şeyi ihlâl etmiyorum. Durmam gereken yerden eminim.” diye kapanışını yapan öykü bilimkurgu bir yakın gelecekte geçiyor. Yine hiçbir şey değişmemiş, her şey aynı ve yine milyonlar doyumu ve varoluşu dijital (o zamanlarda hologramlar olmuş) uygulamalarda arıyor. İlginç bir konu mu yoksa sıradan mı bunu bile artık ayırt etmek mümkün değil. Ama meseleye öykü evreninden bakmak isterseniz, öykü size istediğinizi verecektir. 

İstanbul’a Yeni Bir Kumpanya Gelmiş, Bahri Vardarlar

İstanbul’a kim bilir kaç kumpanya gelmiş ve kendini yeni diye lanse etmiştir? Öykümüz bunu sormuyor. Tamamen gerçekçi, tamamen absürt olaylar silsilesi, 1940’da Tünel’de geçiyor. Kitaptaki en beğendiğim öykülerden biri, tabii bu çok kişisel bir yorum. Zaten okumak da çok kişisel bir serüven değil mi?

Hanımefendi, Deniz Erbulak

İyi kotarılmış, akışkan bir öykü, kitaptaki öykülerin altında bir beğen butonu olsaydı mutlaka tıklardım. 

Zamanın Belirsiz Bir Yankısı, Suat Duman

Bu öykü bana distopik bir mini diziyi anımsattı. Belki okuması biraz daha uzun sürdü ama damağımda aynı tadı bıraktı. Sanırım türün sevenlerinde aynı etkiyi yaratacaktır.

Daldığımız On İki Fincanda Boğulduk, Özgürcan Uzunyaşa

Öykünün kahramanlarından biri, üç memeli Fadime, aman aman, evlerden ırak… 

Boşluk Olması Gereken Yerde Değil, Eda İşler

Bu öyküde, gelecekte, 2067 yılında, vajinası ve rahmi olmayan kadınları tedavi eden bir otelde geçen distopya anlatılıyor. Öykünün ardından, yeni bir öyküye başlamadan evvel, yılların geçişinin, ütopyaya doğru evrilmesini diliyorum.

Zorba Katliamı, Orçun Ünal

Okur eğer bu öyküyü okurken beyni yanmazsa rahatlıkla şunu söyleyebilir; bu neydi şimdi?

Özelliksiz, Seran Demiral

Hani zamanında Bulutsuluk Özlemi’nin sorduğu bir soru vardı: “Nedir bu normal?” öyküde bu soruya bir cevap arayışını bulmak mümkün ve tabii edebi bir keyif de…

Meczupların Şafağı, Murat S. Dural

“Tüm bir seçim milyarlarca seçimi yok etmek adına faşizm değil mi?” diye sorduruyor yazar öykünün sonlarına doğru kahramanına, bazı sorular paradoksaldır diye geçiyor aklımdan. Okunduğunda insanda böyle sanılar bırakan sorular vardır. Ardından başka sorular üşüşüyor zihnime, sorular çeşit çeşit; seçim yapmadan var olmak mümkün mü? Her seçimin tu kaka yanına bakmak nasıl bir seçim? Çoğalan soruları da soruları çoğaltan öyküleri de seviyorum. Ne de olsa bundan iyisi Şam’da kayısı…

Gece Mavisi, S. İpek Ortaer Montanari

Bu öykü, oldukça keyifle okuduğum öykülerden biri oldu ama öykü anlatımında yazarın yapmaması gereken şeylerden bahsedilirken üzerinde durulan bir noktayı ihlal ediyor. Anlatıcı ben dilini kullanır ama bildiği gerçekleri bilmiyormuş gibi yaparak aynı zamanda okuru oltasına çeker. Fark ettiğimde şaşırdım. Ne de olsa okur ve yazar arasında kurmaca güven bağına bağlı bir takım ön kabullerin olduğuna inanarak okuyanlardanım.

Musmutlu Olacaktık, Bahadır Cüneyt Yalçın

Ayrılık acısına hisli bir yorum hem de bu yorum Mars’tan geliyor. Kahramanımız kendini dört sıfırdan tavlayı kaybetmiş gibi hissediyor ve mars bu defa bir tavla terimi değil başka bir gezegen.

Paşa Kılıcı, Ayça Erkol

Ve Dünya’da, büyük bir felaket yaşanmıştır ardından hâlâ varoluşsal sorunlarıyla kendini yalnızlaştıran kahramanımız, Mathilda gibi yaşamaktadır. Onun aksi olur. Baktığı çiçekten daha kısa yaşar. Aslında üstü kapalı spoil vermek değil yaptığım ve öykü için şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bilimkurgu ve dramın birleştiği öykü, bu ikiliyi sevenlere zevkle hitap edecektir.

Mikro Koridorda Açık Saçık Bir An, Süreyyya Evren

Mikro koridordan bilinç akışı anımsamalar… Heyula mı, bir an mı, kim bilebilir?

Ahtapot Çarpması, Onur Selamet

Hangi yanağını uzatsa bir gül bulamayacaktı… 

Bir Kitap Daha Biterken

Vaadini tutan, sunacağım dediğini sunan ve bir seçki olarak okurun beklentisini karşılayan bir kitabı bitirmenin okurda bıraktığı ayrı bir tat vardır. Okuttuğu, distopya, dram, kara mizahtan sonra insana iyi gelen bir tat. Bu tadı almışken kitapla ilgili yazmaya başlıyorum. “Kim okur?” diye düşünmeden… Kurgu dünya denizinde farklı farklı koylarda yüzmek, kimin hangi koyu daha fazla seveceğini umursamadan yazmamı doğuruyor ya da değişik koyların bir krokisini hazırlıyorum dergi için… Bilemiyorum. Umarım okuduğunuza değen bir yazı olmuştur diye de bağlamak istiyorum sözlerimi. Kitapsa, okunacaklar listesine girmek için raflarda okurla buluşmayı bekliyor. Belki sizin bakışınız kitapta çok farklı şeyler bulacaktır. Neden olmasın?

Alıntılar: Tüm Panayırların Heyulası, Kayıp Rıhtım Öykü Antolojisi 1. Hazırlayan: Onur Selamet, Özgürcan Uzunkaya, İthaki Yayınları, İstanbul, 2022’den yapılmıştır.

Klaros Felsefe Sanat ve Kehanet Festivali

Felsefenin yüksek kubbeli anılış yerlerinden, yere, zemine, yerele inmiş halinin festivalinin yapıldığını duyunca ilgisiz kalamadık ve kendimizi Ahmetbeyli’de bulduk. Burası turizmin renkli yüzünün dışında kalan sakin bir kıyı. Daha çok civar köylerin insanlarının tercih ettiği, bol yıldızlı otellerin, janjanlı illüzyonun dışında kalmış bir yer. Klaros Felsefe Sanat ve Kehanet Festivali bu yıl ilk defa düzenlenen ve gelenekselleşmesi düşünülen bir festival.


Klaros Neresidir?
Klaros, Kahin Tanrı Apollon’un Anadolu’daki iki önemli kehanet merkezinden biridir. İzmir, Menderes İlçesi’nde, Ahmetbeyli (Ales) yer alır.
Klaros Kehanet Merkezinin Manto’nun gözyaşlarından oluştuğu anlatılır. Klaros’da ilk bilicinin bir kadın olmasına rağmen daha sonraki dönemlerde biliciler her zaman için erkeklerden seçilmişlerdir. Önceleri sadece kent delegelerinin başvurusuna açık olan Klaros, Büyük İskender’in Klaros’a kişisel bir başvuru yapması ile kişisel başvuruları da kabul etmeye başlamıştır. Bu olaydan sonra oldukça ünlenen Klaros, Barbarları da (Yunan olmayan halkları) kabul eden bir kehanet merkezine dönüşmüştür. MS 4. yüzyılda Hıristiyanlğın yayılması ile birlikte Klaros terkedilmiştir (Vikipedia).
Felsefe Yaşamdır
“Felsefe yaşamdır,” sloganından hareketle şekillenen festivalde iklim krizinden, ezoterizme, aşktan, antikiteye geniş bir yelpazede tartışmalar yürütülüp, bu tartışmalar, müzik, tiyatro, yoga vb. desteklenmiş olarak izleyenle buluşuyor.
Festival Havası
Felsefenin festivali olur mu? Kehanet, neyin kehaneti, demeyin. Sıcak bir ortamda bir yandan yürütülen tartışmalara katılmak diğer yandan sanatsal etkinliklerle bu samimi ortamın kattıklarının yörenin kültürüne kattığı zenginlikleri düşünün.
Aynı samimiyetle devam etmesini umduğum festivale katılmak için halen harekete geçebilirsiniz ya da gelecek yıllarda festival ilginizi çektiyse katılım için ajandanıza not almanız mümküm. Katılmak isteyebilecekler için programın devamını paylaşmak isterim. “İyi” fikirlerle ve eylemlerle oluşacak bir geleceğe doğru sağlıcakla kalmanız dileklerimle.

Sıradışı bir roman: Ulysses

  “Her şeye rağmen güncelliğini ve gizemini korumaya devam eden Ulysses
neden bu kadar önemlidir?”

İrlanda’da ve tüm dünyada her yıl James Joyce’a ve Ulysses‘e adanmış özel bir gün vardır. Bloomdays olarak anılan bu özel gün 16 Haziran’dır. Bunun nedeni Ulysses’in kahramanı Leopold Bloom’un 16 Haziran 1904’te günün ilk ışıklarıyla başlayıp gece yarısına kadar süren tek bir gününü konu almasına dayanır. O halde biz de bu Bloomdays’te James Joyce’u ve onun ölümsüz eseri Ulysses’i bir daha analım.

Sıradan bir adamın sıradan bir gününü konu alan Ulysses edebiyatın en zor okunan kitaplarından biri olarak kabul edilmektedir. Ulysses’in okunmasındaki bu güçlüğün birçok nedeni vardır. Bu nedenler aynı zamanda Ulysses’in neden okunması gerektiğini de ortaya koymaktadır.

Ulysses üzerinde çok fazla tartışılmış bir eserdir. Hakkında bir o kadar da makale, tez, kitap, araştırma yayımlanmıştır. Her şeye rağmen güncelliğini ve gizemini korumaya devam eden Ulysses neden bu kadar önemlidir?

Joyce, Ulysses ile postmodernizmin kapısını çalar.

James Joyce tarafından yazılan Ulysses edebiyatta modernizm akımının en güçlü örneği görülmesinin yanı sıra postmodern romanın da başlangıcı sayılmaktadır. Hatta bu konuda tartışmalar devam ederken kimileri bu soruna çözüm bulmak adına Ulysses’i ‘öncü postmodernist’ roman olarak tanımlamaktadır.

Joyce’un yedi yılda yazdığı Ulysses, tek bir günü anlatır ve kitabın aslına uygun olarak basılması da ancak seksen yıl sonra mümkün olur.

James Joyce, Ulysses’i 1904 yılında Zürih’te yazmaya başlamıştır. Ulysses, 1918’de Little Review adlı bir Amerikan dergisinde dizi halinde yayımlanmaya başlamış, ancak açılan dava nedeniyle dizi yarım kalmıştır. Eser, kitap olarak ilk kez 1922’de Paris’te basılmıştır. Eserin bu baskısı dizgi hatalarıyla doludur. Ulysses’in aslına uygun olarak hataların düzeltilmiş hâli, ancak 1984 yılında basılabilmiştir.

Ulysses, Odysseia’nın modern ve ironik bir alegorisidir.

Ulysses adını, Odysseia’nın kahramanı olan Odysseus’un Latincesinden almaktadır ve on sekiz bölümün çelişkisi Homeros’un eseriyle eştir, bölüm başlıkları aynıdır. Eliot’ın deyişiyle, “antikite ile çağdaşlığı sürekli bir paralellik içinde ele alır.”

Dublinli üç insanın ömürlerindeki bir tek gününü yani 16 Haziran 1904 Perşembe gününü anlatan Ulysses, Homeros’un Odysseia’sını yirminci yüzyılın başlangıcındaki Dublin’e taşımaktadır. Romanın kurgusal temelini Homeros’un Odysseia adlı eseri üzerine kuran yazar, oluşturduğu karakterlerle okura kendi yaşamını ve düşüncelerini aktarır. Romanın başlıca kahramanları, gazete ilan bürosunda çalışan «Leopold Bloom» Odysseus ile, karısı «Molly Bloom» Penelope ile ve «Stephen Dedalus» da Odysseus’un oğlu Telemakhos ile benzeştirilmiştir.

Ulysses, kendinden önce dile getirilmiş olgu, olay ve fikirlere ait pek çok sembole, tekniğe, anlatıya ve zihin akışına ev sahipliği yapmaktadır.

T.S. Eliot’a göre Joyce, on dokuzuncu yüzyılı bitiren adamdır.

T.S. Eliot, Ulysses’i okuduktan sonra Virginia Woolf’a Joyce’un “on dokuzuncu yüzyılı bitiren adam” olduğunu söyler. Joyce’un yapıtlarında dönemin çığır açmış fiziksel buluşlarından, zaman anlayışındaki değişimlerden, psikanalizden etkiler görülmektedir. O zamana kadar pek de görülmemiş bir teknik ve üslupla yazan James Joyce, aslında çok fazla alegoriye, simgeye, gizemciliğe ve elbette en önemlisi bilinç akışı denilen tekniğe başvurmuştur. Kullandığı dil oldukça zorlayıcıdır.

Ulysses, toplam 18 bölümden oluşmaktadır. her bölüm farklı bir teknik ve üslupla yazılmıştır. Örneğin; 15. bölüm bir oyun, 13. bölüm ucuz aşk romanı, 12. bölüm tuhaf, abartılmış müdahalelerle dolu, 11. müziğe benzeme amacıyla ses öykünmesi, tekrar ve ses yinelemesi, 18. ise tamamen bilinç akışıdır.

Modernizmle birlikte romanın anlatımında insan gerçekliğini aracısız vermek amacıyla yeni bir teknik olarak kullanılmaya başlanan bilinç akışı karşımıza çıkmaktadır. Modern edebiyatın öncü yazarı James Joyce, Ulysses adlı romanında bu yeni tekniğin ilk olgun örneklerini vermiştir. Türk edebiyatında ise Oğuz Atay, 1970 yılında yayımlanan Tutunamayanlar romanında bu tekniği kullanmıştır.

Bilinç akışı tekniğiyle bir karakterin zihnine girildiğinde, dilin aygıtlarıyla kurulan, ancak bir akış halinde olan, bazen gizemli veya fantastik gibi, bazen de bir sembolist şaire veya deliliğin sınırlarını zorlayan birine ait karmaşık ve özel bir dünyada bulunulduğu izlenimi uyanmaktadır. Bilinç akışı tekniği yazara zaman kavramının sınırlayıcılığından kurtulma ve geleneksel dil kullanımının dışına çıkma imkânı sağlamıştır.

Edel’e göre Joyce 1887’de yayımlanan Eduard Dujardin’in Les Lauriers Saint Coupes adlı romanını okumuş; bu romanın ilk cümlesinden son cümlesine kadar kendini, başkahramanın zihninde bulmuştur. Kendisine sorulduğunda Joyce da bilinç akışını Dujardin’in romanına borçlu olduğunu söylemiştir.

Dublin’de gezerken Bloom’u arar gözler.

Joyce, “Bir gün Dublin yıkılırsa bu romana bakıp yeniden yapılsın diye yazdım.” demiştir. Gerçekten de Ulysses’te Dublin’in doğası, evleri, sokakları ve binaları detaylı bir şekilde yer alır. Ayrıca Joyce bizi öyle ustalıkla Bloom’un zihninin içerisine sokar ki bir müddet sonra Dublin’de gezerken Bloom’la her an karşılaşacakmışçasına insanın gözleri onu arar hale gelebilir. Bu da bir insanın sadece zihnindekileri aktararak, onu ete kemiğe bürünmüşçesine bize sunan Joyce’un ustalığının göstergelerinden biridir.

Joyce, Ulysses ile kahramanlık sayfasını kapatır.

Joyce’un Ulysses’i yazmaya başladığı zamanlara yani 1904 ile 1922 yılları arasına baktığımızda öncelikle bütün sanat dünyasını etkileyen Freud’un izine rastlarız. Freud’un psikanaliz, bilinç altı, rüyalar gibi birçok çalışmasından etkilenen sanat dünyası peş peşe çağını aşan eserler yaratmaya başlamıştır. 1903 yılında Marcel Proust 20. yüzyıla damga vuran ve çığır açan kitap serisi Kayıp Zamanın İzinde’yi yazmaktadır. Plastik sanatlarda Kübizm, Fütürizm, Süprematizm, Dadaizm, Konstrüktivizm  ve Sürrealizm gibi akımlar görülmektedir.

“Painting Ulysses” exhibition- “Cyclops” by Aidan Hickey

Tüm bunların yanında sanayileşme olabildiğince hızla ilerlemektedir. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla da bilinen dünyanın tüm değerleri tamamen değişmeye başlar.

James Joyce, Ulysses ile Birinci Dünya Savaşı’yla yükselen ve dayatılan “kahramanlık” söyleminin karşısında durarak sıradan bir insanın sıradan bir gününü konu alır. Üstelik romanını dayandırdığı kaidenin, dünyanın ilk ve en önemli kahramanlık destanı Odessia olması da bu noktada şaşırtıcıdır.

Odysseia’nın kahramanı Odysseus keskin zekası ile ünlüdür. Keza Truva Savaşı’nın kazanılmasındaki en büyük etken de Odysseus’un bu zekası olur. Fakat 10 sene sonra savaş bitip de Odysseus eve dönmek üzere yola koyulduğunda başına gelmedik şey kalmaz. Ancak 10 yıl süren büyük maceralar sonucunda evine ulaşabilir. Böylece Odysseus’un evine dönebilmesi tam yirmi sene sürer.

Odysseia destanı aslında tanrılar dünyasıyla yani doğa üstü şeylerle mücadele döneminin kapanıp, insanın asıl mücadelesinin doğa ile başladığını vurgulamak ister gibidir.

Ulysses’in ana karakteri Bloom ise sıradan bir adamın sıradan bir gününün sıradanlığını konu alır. Bu noktada Joyce, Ulysses ile aslında akılcılık çağı olarak da bilinen yaşadığı dönemi yansıtır ve pozitivizmin sıkıcılığını Ulysses ile vererek, artık insanın asıl mücadelesinin doğa veya doğa üstü şeylerle değil, sadece zihniyle olduğu gerçeğini de yüzümüze çarpar.

“İnsanlar bu kitaptan ahlak dersleri çıkaracak diye korkuyorum, oysa içinde tek bir ciddi satır bile yok.” –James Joyce

Ulysses’te dönemine göre oldukça radikal söylemler vardır. Yer yer mühtehcen bir dil, dinle ilgili eleştiriler ve hatta inançsızlık söylemleri, Bloom’un karısı Molly’nin sadakatsizliği gibi… Nitekim 1918’de ilk bölümleri Amerika’da The Little Review edebiyat dergisinde tefrika edilirken yasaklandı. 1919’da The Egoist dergisinde bölümler yayımlanırken, müstehcenlik nedeniyle 1936 yılına kadar İngiltere’de de yasaklandı.

Ulysses’in alaycı ve muzip bir yanı da vardır. Eserde kinayelere, şakalara ve kelime oyunlarına da sıklıkla rastlanır.

Joyce’un gelecek öngörüsü neydi?

Ulysses’te Bloom’un ardından en önemli diğer karakter Stephen Dedalus’tur ve Stephen, Joyce’un Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi kitabının da ana karakteridir. Bu kitap aslında Joyce’un otobiyografisidir. Bu noktada Ulysses’teki Stephen aslında Joyce’dur.

Joyce, Stephen Dedalus’u düşünce bakımından “sanat”ı temsil eden genç bir adam olarak anlatırken; Leopold Bloom karekterini ise okurun karşısına “bilim”i temsil eden Yahudi bir reklam toplayıcısı olarak çıkarır. Buna göre Stephen daha soyut bir bakış açısına sahipken, Leopold ise somut bir fikirsel düzlemde ilerlemektedir.

Acaba Joyce, Stephen’i sanatı temsil eden genç bir adam olarak ele alırken, bize Bloom’la beraber pozitivizmin katı gerçekliğinin kalesinin yıkılıp, insanlığın geleceğinin soyut bakış açılarına göre şekilleneceği mesajını mı vermek istemişti? Yoksa postmodernizmin ayak seslerini mi duymuştu Joyce?

Keza Joyce’un çağdaşı yazar Wirginia Wolf’un postmodernizmin başlamasına büyük katkılar sağladı da bir gerçektir. Wirginia Wolf’a göre gerçeklik dışta değil, insanın içindedir. Asıl gerçeklik insanın duyguları, düşünceleri ve hayalleridir. Bu nedenle Joyce da Wolf gibi bize gelecekle ilgili öngörülerini aslında çok önceden eserleriyle yansıtabilmeyi başarabilmiş bir yazardır.

“Painting Ulysses” exhibition – “Dignam’s Funeral” by Aidan Hickey

Ölümsüzlüğü garantilemek için…

Ulysses’i okumak için öncelikle Homeros’un Odysseia’sı, Dante’nin İlahi Komedya’sını ve Shakespeare’in Hamlet’ini de okumak oldukça önemlidir. Ayrıca Joyce’un Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi adlı kitabını da… Çünkü Joyce sık sık bu eserlerin izlerini bize aktarır ve eğer konuya hakim değilsek, o kısımları anlama imkanımız oldukça azalmaktadır. Fakat bununla da bitmez. Eski Ahit, İngiltere ve İrlanda tarihi ve birçok ezoterik öğreti de Ulysses’te fazlasıyla yer almaktadır. Üstelik bunların çoğu, bölümlere üstü kapalı olarak yerleştirilmiştir. Bu ve bunun gibi birçok detay, Ulysses’in bir bulmaca çözer gibi okunmasının altında yatan ana nedenlerdir.

Nitekim Joyce’da bir söyleşi de şöyle demiştir: “Ulysses’in içine o kadar çok bilmece, bulmaca, gizem ve muamma koydum ki, bu profesörleri yüzyıllarca meşgul tutacak ve ne demek istediğimi tartışacaklar, insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin tek yolu da budur.(Richard Ellman, James Joyce Biyografisi)

Şuna şüphe yok ki Ulysses, üzerinde en fazla kafa yorulan eserlerden biri olmaya hâlâ devam etmektedir ve sadece bununla bile Joyce kesinlikle ölümsüzlüğü garantilemiştir.

* Ulysses – James Joyce – Yapı Kredi Yayınları

** Ulysses ve Tutunamayanlar’da Bilinçakışı Tekniği – Serdar ODACI

7M

Akra Caz Festivali’nde Flamenko Rüzgarı

Saksafon ve flamenko vokalini tek vücutta buluşturan, caz ile flamenko arasında olağanüstü bir köprü kurmayı başaran Antonio Lizana, Akra Caz Festivali için özel oluşturduğu “Flamenco Ensemble” projesini ilk kez Antalyalı sanatseverlerle buluşturdu.

Festivale özel enerjik doğaçlamaları, nefes kesen dansları ve derin şarkıları ile Akra Caz sahnesinde yer alan “Antonio Lizana Flamenco Ensemble”, izleyenlere yağmur eşliğinde unutulmaz bir gece yaşattı.Antonio Lizana Flamenco Ensemble konseri öncesinde ise “Neşet Ruacan Quartet”festival sahnesindeydi.

“Antalya fotoğraflarda gördüğümüzden daha güzel!”

Lizana; “Antalya’ya ilk defa geliyoruz ve Antalya fotoğraflarda gördüğümüzden daha güzel. Bu kadar kalabalık bir seyirciyle bu muhteşem atmosferde Akra Caz sahnesinde buluşmak bizler için olağan üstü bir deneyimdi. Bu gece şarkılarımızı bizlerle söyleyen siz dinleyicilerimize ve bu fırsatı bize veren Akra Caz Festivali’ne çok teşekkür ederiz.” dedi.

 

Akra Hotels tarafından düzenlenen, Türk Hava Yolları’nın ulaşım sponsoru olduğu 5. Antalya Akra Caz Festivalişimdiye kadar Igor Butman, Fantine, Moskova Caz Orkestrası, Akra Jazz Band, Imany, Deli Bakkal, Kokoroko, Önder Focan Group ve China Moses gibi isimleri ağırladı. Festival; August, Kick The Switch, Afrolojive Onat Murat Trio’nun sahne alacağı “Akra Genç Caz”, Mark Eliyahu, Esra Kayıkçı Band ve Fazıl Say konserleri ile 18 Haziran’a kadar sanatseverlerle buluşmaya devam edecek.

İzmir’de yeşil girişimcilik eğitimi gerçekleşecek…

Pandemiyle birlikte her şeyin ne kadar da sınıfsal olduğunu bir kez daha anlayıp sömürü üzerine kurulu ve nasıl yaşamamız, ne yememiz gerektiğini söyleyen kapitalizmin iklime, doğaya yaptıklarını daha çok fark edince herhangi bir konuda düşünürken ekonomi temelli ilerlemek değişimin bir parçası gibime geliyor. O yüzden yeşil ekonomi, girişimcilik tarzı yaklaşımları oldukça değerli buluyorum.

Bunun için 16 Haziran tarihinde İzmir’de verilecek Yeşil Girişimcilik Eğitimi alana ve katılımcılara katkısının olacağına inandığım bir etkinlik. Eğitimin katılım formundaki eğitim ile ilgili bilgiler ise şu şekilde “*Yeşil Girişimcilik eğitimi, Green Focus for EntreComp projesi kapsamında 18-35 yaş arası gençler için düzenlenmektedir.
*Eğitim 11:30-15:30 saatleri arasında İzmir Bademler Doğal Yaşam Köyü’nde gerçekleştirilecektir. Eğitime tam zamanlı katılım beklenmektedir.
*Kontenjan 25 kişi ile sınırlıdır. Kayıt için formu doldurmanız gerekmektedir.
*Programın detayları ve ulaşım bilgileri hakkında bilgi paketi, başvuru sonrası katılımcılara iletilecektir.”

Eğitime kayıt için formu kullanıp belirtildiği üzere sonrasında detaylı bilgi elde edebilirsiniz: https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSdC_EZ-HM9niJOkPiBtFQsF2ykT7sWqU0g2mvaLCI0QtqcTqg/viewform