Ana Sayfa Blog Sayfa 306

Tecavüz için kaçırmaya çalıştıkları kareteci kadından dayak yediler

2

Denizli’de, üniversite öğrencisi iki kadını kaçırmaya teşebbüs eden iki kişi, kadınlardan birinin karateci çıkmasıyla dayak yedi, ardından yurttaşların yardımıyla yakalandı.

Olay, geçen pazar günü saat 04.30’da Pamukkale ilçesinin Çamlaraltı Mahallesi’nde meydana geldi.

Önce tekme sonra kafa

Pamukkale Üniversitesi öğrencisi G.T., arkadaşlarıyla sınavlara çalıştıktan sonra evine gitmek için yola çıktı. Bu sırada plakası sökülmüş bir otomobildeki iki kişi G.T.’yi kaçırmak istedi.

Cem K.’nın (24) kullandığı, plakası sökülmüş otomobilden inen Oktay K. (24), G.T.’yi ellerinden tutarak zorla araca bindirmek istedi.

Karate bilen G.T., kendisini savunarak zanlı Oktay K.’ya tekmeyle vurdu, ardından kafa atarak elinden kurtuldu. İki saldırgan panikleyerek kaçtı.

İki saldırgan bu kez de ilerleyen dakikalarda başka bir öğrenciyi kaçırmaya kalktı. S.Ş.’nin yanında durup zorla otomobile bindirmek isteyen iki erkek, S.Ş.’nin çığlık atmasıyla vatandaşlar araca yönelince yine kaçtı.

Polis aracın peşine düştü

İki ayrı olay üzerine polis çalışma başlatırken Denizli emniyetince özel bir ekip oluşturuldu.

20 polis, mahalledeki güvenlik kameralarını inceleyip aracı tespit etti.

Plakası söküldüğü için aynı modelde arabaları inceleyen polis 2 bin araçtan şüpheli sayısını 200’e düşürdü. Ardından aracın 07 CFT 38 plakalı olduğunu ve Burdur’un Yeşilova ilçesinde bulunduğunu belirledi.

İki kadını kaçırmaya çalışan zanlıları yakalamak için dün erken saatlerde operasyon yapan polis, Oktay K.’yı Yeşiloava’da, otomobili kullanan Cem K.’yı ise Burdur’da çalıştığı lokantada yakalayıp gözaltına aldı.

Tecavüz için kaçırmaya çalışıyorlarmış

İki zanlı daha sonra Denizli emniyetine götürüldü. Otomobili kullanan Cem K., ifadesinde suçu kabul ettiğini, alkol ve uyuşturucu madde aldıklarını, Burdur’dan gelerek, plakaları şehre girdikten sonra söktüklerini, genç kızları tecavüz etmek amacıyla kaçırmak istediklerini anlattı.

Cem K. suç ortağı arkadaşı Oktay K.’nın ilk kaçırmaya çalıştıkları G.T.’den dayak yediğini söyledi.

Cem K.’nın aksine Oktay K. ise suçlamaları kabul etmedi.

Emniyetteki işlemleri tamamlanan zanlılar bugün adliyeye sevk edildi.

Kaynak: Diken

Find your calling Istanbul

Atelier Muse Artist Residency Program in Istanbul accepts applications for the Fall 2017 period as “Find Your Calling Istanbul”

Applications are now open for artists to be a part of the biggest transformational times of Turkey with creative and social value of their artistic practice in Istanbul.

Atelier Muse, which has been established by Müge Olacak in order to put its signature under modern and contemporary projects, initiates a residency program and solely to support residential artistic exchange in Istanbul with its cosmopolitan and authentic cultural atmosphere. The artists who are wishing to inspire, be inspired and bring their creative ideas into life can apply this program through the organization web site ateliermuse.org till June 20, 2017.

Atelier Muse Residency Program is the realization of a lifelong dream to add value to life by coming together, exchanging our unique knowledge and creativity with curiosity. As a research, production and community initiative to expand horizons with art, this year Atelier Muse invites artists to host and connect their muses in the queen of the cities Istanbul while in the biggest transformational times of turkey and the whole world as well. Artists are encouraged to be a part of this transformation with their creative, curious and conscious ways of thinking. Looking at saint Istanbul where East and West unite from artists’ points of view would be not only a valuable investment for the future of art but also the considerable step to inspire and carry this enthusiasm within societies through art.

Program expects to host artists from various disciplines as Performance, Dance, Writing, Community Art, Film & Video, Photography and Media Arts. Artists can join the residency from 2 weeks to 3 months’ time duration between August 1 and November 30, 2017. Each project is tailored through the needs and concept of the artist by Atelier Muse. Resident artists have a chance to get in touch with local arts and social communities via talks, workshops, video screening or any other gathering event. At the end of the residency program of each artists, a presentation such as an exhibition, performance or showing will be organized.

Atelier Muse Artist Residency Program as Find Your Calling Istanbul applications can be applied the organization web site ateliermuse.org till June 20, 2017.

Atelier Muse

Atelier Muse is a creative and innovative initiative, which has been established in order to put signature under the modernity with its genuine methods and projects. We have been created by shouldering a special mission as banding projects of partners together, bringing interdisciplinary and cross-sectoral new approaches and producing boutique projects in relation to the character of corporations or individuals.

Müge Olacak

Müge Olacak graduated Business Administration, Boğaziçi University and has marketing experience in prestigious companies. With her body movement experience since childhood, she took and has created in contemporary dance and performance from 2011, in Akbank Art Centre, ÇATI (Contemporary Dance Artists Association) and Warsaw Dance Department in 2015-2016.

She is one of the founders of SzurSure (Warsaw) site-specific performance group. Meanwhile Müge Olacak whom creates her own dance performances has contributed to improving art sector with her management and marketing knowledge with Atelier Muse. She is also a writer and International Relationships Coordinator of Gaia Magazine.

Zera gıda dönüştürücüsü gıda atığını 24 saatte gübreye dönüştürüyor

Ortalama bir aile yılda 180 kilonun üzerinde gıda atığı üretiyor. Bu atıklar, çöp sahalarının yaklaşık %20’sini oluşturuyor ve küresel ısınmaya katkı sağlayan güçlü bir sera gazı olan “metan” üretiyor. Firmanın websitesinde verilen bilgilere göre ortalama bir Amerikalı aile haftada yaklaşık olarak 3.5 kg gıda atığı üretiyor.

Whirlpool Şirketi’nin Zera Gıda Dönüştürücüsü isimli yeni icadı bu soruna çözüm yaratacak nitelikte. Firmanın şu sıralarda üretim hazırlıklarını gerçekleştirdiği gıda dönüştürücüsü, bir ailenin 1 haftalık gıda atığını 24 saatte kullanılabilir gübreye dönüştürme sözü veriyor.

Periyodik olarak değiştirilmesi gereken bir filtre ve her gübreleme işlemi öncesinde kullanılan, içinde hindistan cevizi lifi ve sodyum bikarbonat gibi içerikler bulunduran bir paket katkı maddesi ile çalışan makine tezgah boyunda ve mutfak içinde hoş görünecek zarif bir tasarıma sahip.

Gıda atıklarını gübreye dönüştürmek Zera gibi bir makineye sahip olmadan da elbette mümkün. Üstelik bunu yıllardır gerçekleştiren binlerce doğasever var. Ancak manuel olarak yapıldığında işlem aylarca sürüyor, böceklenmeye neden olabiliyor, et ve süt ürünleri üzerinde uygulanamıyor ve sadece geniş bir alanda sürekli bakım ile mümkün kılınabiliyor.

Hal böyle olunca Zera, bin bir zorlukla kendi gübresini oluşturan doğaseverler ve gözü korktuğu için daha önce yeltenmemiş ama konuya ilgi duyan herkes için müthiş bir icat. Tüm bunlara ek olarak IOS ve Android’te çalışan bir de uygulaması olan Zera’yı evinizin dışındayken bile çalıştırmak ve işlemin gidişatını takip etmek mümkün.

Henüz proje aşamasında olan ve yalnızca ön sipariş alan Zera, kitlesel fonlama platformu olan Indiegogo websitesi aracılığıyla projenin gerçekleşmesi için şimdiye kadar $501,349 USD toplamış durumda.

Şimdilik yalnızca ABD sınırları içerisinde satışı olan Zera’nın perakende bedeli ve hangi ülkelerde satışa sunulacağı bilgisi şimdilik mevcut değil. Baharın doruklarda yaşandığı şu güzel günlerde insanın  en güzel çiçeklere ve mahsullere kavuşmak için cebindekini son kuruşuna kadar böylesine çevre dostu, sürdürülebilir yaşam destekçisi bir gıda dönüştürücüsüne veresi gelse de satışlar denizaşırı olana kadar bir süre daha bekleyecekmişiz gibi görünüyor.

Kaynak: Zera, The Plaid Zebra, Indiegogo

Bugün 19 Mayıs: Gençliğin zindanı, otoritenin bayramı

2
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, gençliğe büyük önem verirdi. Geleceğimizin gençlikte olduğunu söyleyerek, gençlerimizin bizim için ne anlama geldiğini vurgulardı.”

Bu cümleyi ilk defa ilkokulda duydum, ilk defa lisede düşündüm. 10. sınıftaydım sanırım, sabah kalkmaktan o zamanlar da nefret ederdim. Normalde o günün tatil olması, benim de biraz kitap karıştırıp günün devamında dinlenmem gerekiyordu. Ama bir gün öncesinden o gün gelmenin neredeyse “zorunlu değil, mecburi” olduğundan bahseden öğretmenler, gelmeyenlerin yok yazılacağını söylemişlerdi. Tabii o zamanlar yasal olarak bunu yapmalarının mümkün olmadığına, bunun yönetmelikte tatil günü olarak geçtiğine dayanan bir savunma yapamıyordum. Yapabilecek kapasitede olmadığımdan değil, yaptığım anda disipline sevk edileceğimi biliyordum. Disiplin demek, korku demekti; ailenin yaptığını öğrenmesi ve sana en iyi ihtimalle kızıp ufak cezalar vermesi, en kötü ihtimalle hayatını zindan etmesi demekti. Devamsızlık konusunda da tabularım olduğu için gitmek durumunda kaldım.

Gençliğin geleceğimiz olduğunu söyleyen Atatürk, bütün umudunu gençliğe bağlamıştı.

Günün adında “gençlik” ibaresi vardı, öğretmenler ve yaşları 50’nin üstündeki idarecilerle alakalı hiçbir şey yazmıyordu. Ama iki üç gün öncesinde bazı arkadaşlarımın eline metinler verilmişti, bunları okumaları söylenmişti. Notları en yüksek olan ve sınıfta en “uslu” duran kişilerdi bunlar. Benim sayısal derslerdeki notlarım asla yüksek olmadı. Çünkü belgeseller izleyerek büyülendiğim matematik ve pozitif bilimler, bir hocanın tahtaya anlamadığım şekiller çizmesi, kafam birazcık dağılınca ucunu kaçırmam ve hocanın bir problemi çözemediğim zaman bana bağıracağını bilmemden ibaretti dersler.

Sözel derslerdeki sorun bu değildi; orada da kitapta yazanı aynen kafaya ve sınav kağıdına geçirmem gerekmesiydi. Yanlışlıklar olduğunu biliyordum. Dahası, felsefe bana göre kitapta anlatılan şey değildi. “Bilginin peşinden koşmak için” oluşturulan bir disiplindi ve “soru sormanın, cevap almaktan daha önemli olduğu” söyleniyordu. Ama ben felsefe dersinde kafama uymayan şeyleri sorguladığımda, birkaç soru sorduğumda, hoca sınavlarda benim sorduklarımın çıkmayacağını, fazla soru sorarak “arkadaşlarımın hakkını yediğimi” söylüyor, bu söyleme karşı çıktığımda azarlıyordu. 19 Mayıs’tan bir gün önce böyle bir sahne yaşanmış, bayramın olduğu gün sabah 7’den itibaren 4-5 saat ayakta bekleyerek sıkıldığımdan ve yorulduğumdan dolayı, yere oturduğumda ve arkadaşlarımla konuştuğumda azarlamıştı.

Başka bir sözel dersin hocası, metinleri okuyanları dikkatli dinlememiz için okunanları yazılıda soracağını ve bunlar hakkında sözlü yapacağını söylemişti. Söylenen hiçbir şeyi dinlememiştim ve gerçekten sözlü ve yazılı yapmıştı. Ama neler söyleneceğini tahmin edebildiğim için, ikisinden de yüksek puan almıştım. Tabii ki o notların hiçbirinin karneye veya bana gösterilmesi gereken asgari saygıya etkisini göremedim.

Bizler bir süre sonra öldüğümüzde, güzel ülkemizi, siz güzel gençlerimize bırakacağız. Atamızın emanet ettiği ülkeyi, gençlerimizin yükselteceğinden eminim.”

Bu cümleyi okuyan, sürekli arkadaşlarımı odasında dövdüğünü bildiğim, odasına gidenin yüzü ve elleri kızarmadan sınıfa gelmediği müdür yardımcısıydı. Üstelik bunların söylendiği ülke, haberlerde neredeyse her gün bir gencin veya bir çocuğun, bazen politik sebeplerle, bazen onlara “bu güzel ülkeyi emanet eden” yüce insanlar tarafından öldürüldüğünü duyduğum, tacize ve tecavüze uğrayan çocukların doğduğu ülkeydi. Anlayamıyordum, bu insanlar sanırım başka bir ülkeden veya galaksiden geliyorlardı ve sadece bize bu metinleri yazmışlardı. Daha bir gün önce, tamamen zaman kaybı gördüğüm için yapmadığım ödevden dolayı bana küfür eden ve beni döven hoca, bugün “gençliğin gelecek açısından önemi” konusunda bir metin okuyordu. Sanırım gereken önemi kavrayamadığım için, dövülerek kavramam sağlanıyordu. Kafaya çip bağlanması gibi bir şeydi sanırım dayak.

Biz gençlerimizin aydın, sorgulayan, dönemin ruhuna ayak uyduran ve geleceği yakalayan insanlar olmalarını istiyoruz.”

Bu cümleyi okuyan kişi de, daha geçen gün, alanım olmamasına rağmen, kendisine Biyoloji ile alakalı bir soru sorduğum için beni geçiştiren, üstelediğimde, bana ayıracak zamanı olmadığını söyleyen insandı. Ya ben geri zekalıydım ve söylediklerini anlamıyordum ya da söyledikleri başka bir dildeydi ve bambaşka anlamlara geliyordu. Çünkü bu cümleyi, muntazam bir şekilde dizildiğimiz ve azıcık kıpırdayıp bozduğumuzda azar işitip tokat yediğimiz ikili sıranın arkasında duran, bir bilim dalının temel versiyonunu bize öğretmekle görevli sandığım, ama yaptığı tek şey sınıfta kitaptan pasajlar okumak ve sınavda aynılarını bize sormak olan değerli şahsiyetti.

Yahu gerçekten anlamıyordum bu günün meselesini ve bu iş canımı sıkmaya başlamıştı! Ben mi salaktım, bu insanlar kafalarına görünmeyen silahlar dayanarak mı sunuyorlardı bu programı? Zaten kimse de dinlemiyordu ki; yoklamaya adını yazdıran, playstation oynayacak paraları olan ve okuldan kaçtığında babalarının pek de umursamayacağı arkadaşlarım direkt demirlerin üstünden atlamış ve okula çok da uzak olmayan bir kafeye gitmişlerdi. Ben kaçamazdım. Kaçsam bile dışarıda harcayacak param olmazdı, eve de gitsem ailem neden gittiğimi sorgulardı, ben de yalan söyleyemezdim. Hala da söyleyemem, çok belli ederim yalan söylediğimi. En nefret ettiğim özelliklerimdendir.

Birkaç sene sonra üniversite sıralarını dolduracak olan sizler, ulu önderimizin sözünü ettiği, ‘muasır medeniyetler seviyesini’ yakalayacaksınız.

Bu cümle üzerine düşünmüştüm. Birincisi, babam benim ilkokuldaki dershane ücretimi ancak sınavdan iki yıl sonra ödeyebilmişti. Yani üniversite sıralarını doldurabilmem için hem yanımda duran, benden daha iyi imkânları olan kişileri geçmem hem de benim anca gazetelerin sitelerini zorlayarak ve dizilerdeki kelimeleri takip ederek öğrenebildiğim dilleri, o dilleri ana dilleri olarak konuşan hocalardan öğrenen, anne ve babamın maaşlarının toplamının bir yılda ulaşacağı miktarı tek seferde ödeyebilen diğer akranlarımı geride bırakmam gerekecekti.

İkincisi, bildiğim kadarıyla “muasır” olmamız için, öncelikle çağı yakalamamız ve içinde bulunduğumuz dönemin havasını anlamamız gerekiyordu. Ama bize “bilgisayar dersi” kitaptan öğretiliyordu, “laboratuvar” denilen yerdeki bilgisayarlar, ben ilkokula başladığımda alınanlardan daha eskiydi, hiç kimsenin kullanmadığı F klavyeyi kullanıyordu ve “ahlaksız” sitelere girebileceğimizi öngören müthiş hocalarımız, bilgisayarların internete bağlanmasını engellemişlerdi. Yani bilgisayar öğrenmemiz gereken derste, gerçekten bilgisayarın başına geçsek de en fazla işletim sistemiyle beraber gelen birkaç saçma oyunu oynayabilirdik.

Sınıftaki benden cüsseli çocuklar, bana metin belgesine küfür yazıp okutuyorlardı. Başka da bir işe yaramıyordu bu bilgisayarlar. Çağı, beni dinlemeyen hocalarla ve bilgisayarlara erişemediğim bilgisayar dersleriyle yakalayacak, en ufak sorgulamamda azar işittiğim bir ortamda sorgulayacak, bir de bir bilimsel disiplini veya düşünme biçimini hakkıyla öğrenmek istediğimde herkesin üzerime çullandığı bir okulda geleceği yaratacaktım. Yemek yemediğim zamanlarda elimde kalan azıcık parayla hangi cipsi alabileceğimi düşündüğüm, muhteşem eşitlikçi bir ortamdı burası. İngilizce dersine giren hocanın hatalarını ben düzeltiyordum.

Atatürk ilke ve inkılaplarını özümsemiş, Atamızın koyduğu hedeflere ilerleyen gençlerimizin bayramı kutlu olsun.”

Bu cümleden sonra, programın bitme ihtimalini düşünerek alkışlamaya başlamıştık. Cümleyi birazcık düşündüğümde; “Atatürk ilke ve inkılaplarını özümsemiş” dört beş kişiden biriydim tanıdıklarım arasında. Ama bazıları bana o dönem belki çağın gereklerine uygun olduğu düşünülebilecek şeylerken, uygulanış biçimleri çok mantıksızdı. Bize geleceği yaratmamızı söyleyen önderin, sadece günün koşulları ile hareket ettiğinden bahsediliyordu, savunma hep buydu. Sadece bugünle yetinilemeyeceğini düşündüğümüz için ya biz suçluyduk ya da bize yalan söyleniyordu, sorgulamamızı isteyen yoktu.

Üniversiteye geldiğimde anladım ne istediklerini. İlkokul ve liseden tanıdığım arkadaşlarım üniversiteyi kazanınca, benim ilkokul ve lise boyunca hep duyduğum kelimelerle övüyorlardı kendilerini ve metnin dışına hiç çıkmıyorlardı. Makbul görülen onlardı, övüyorlardı işte. Ama ben, genelde eleştirenlerden farklı şekilde, herhangi bir politik veya dinci gruba eklemlenmeden eleştirdiğimde genellikle Ermeni oluyordum. Ermeni tanıdığım da hiç yoktu ve bir hakaret değil, bir ulus olduğunu öğrenmem biraz zaman almıştı. Bu bahsettiğim durum üniversitede de aynı şekilde devam etti.

Sürekli yalan söylendi; gençlikle alakalı bir bayramda, gençliğin elinin değmediği metinler ezberletildi, metni birazcık eleştirel okuduğumuzda, daha ağzımızdaki cümle bitmeden üzerimize hakaretlerle gelindi. Sanırım, Avrupalı soykırım fatihlerinin Amerika yerlilerine yaşattıkları katliamların ”coğrafi keşifler” olarak adlandırılması gibi, bize de “öğretmen” adıyla pazarlanan gardiyanlar eşliğinde, “okul” olarak adlandırılan hapishanelerde söylenenleri aynen tekrarlamamız öğütlenmişti. Geleceği böyle yaratacaktık işte.

Reşit olduktan ve “üniversite” adı verilen ama hocaların bir kısmının yüzünü görmesem dahi, metinleri aynen kâğıda kopyalayarak mezun olabildiğim, takip etmek durumunda olduğum derslerde slaytlarda yazan cümlelerin üzerine bir kelimenin eklenmediği bir yerden mezun oldum.

“Bilimsel” ödev yapmamız istendiğinde ben de kanmıştım ve orijinal olduğunu düşündüğüm, araştırdığımda kimsenin üzerine eğilmediğini gördüğüm konularda yazmayı düşünmüştüm metinleri. Bunlar da kabul görmemişti ve hazır ödev indirenler benden hep daha yüksek puanlar almışlardı. Çünkü bizden asıl istenen, bize söylenen değildi hiçbir zaman. Bunu Yahudi soykırımının düşünsel pazarlamacısı olan Goebbels geliştirmişti, propaganda taktiğiydi.

“Demokrasi”; bir cümle farklı bir düşünceyi dile getireni savunmasız durumda dövmek, bazen öldürmek, “özgürlük” en ufak bir şey söylediğinde küfür yemek ve çile çekmek, “okul” ise tahta sıralarda selüloz yapımı nöbetler tuttuğumuz, sabah daha gözümüzü açamadan bir saat ayakta beklediğimiz ve bu kafayla harikalar yaratmamız beklenen, “öğretmen” adında gardiyanların bizi “hizaya getirmek” için hazırda beklediği hapishanelerdi.

Türkiye’de yaşadığımı bu şifreleri çözdükten sonra anladım. Anladıktan sonra buralarda herhangi bir şeyin değişmesinin mümkün olmadığını da gördüm. Çünkü burası bizim değil, bizi her gün yok etmek isteyenlerin ülkesiydi.

Ulrike Meinhof: “Sonunda dünyayı mutlaka değiştireceğiz.”

1
“Özgürlük ancak kurtuluş uğruna mücadele içinde mümkündür.”

 

7 Ekim 1934’te Oldenburg’ta dünyaya gelir Ulrike Meinhof. Anne tarafı sosyalist, babası ise Alman milliyetçisi protestan, nasyonal sosyalizme inanmış, nazi faşizmine derinden bağlı sanat tarihçilerinden biridir. 5 yaşında babasını, 14 yaşında ise annesini kaybeder. Ulrike ve kardeşi Wienke’nin vasiliğini annelerinin arkadaşı olan Renate Riemeck üstlenir.

Münster’de ilk kez Alman Sosyalist Öğrenci Birliği’nin (SDS) düzenlediği, sadece erkeklerin katıldığı toplantıya gider ve talebini dile getirir. “Nükleer silahlara karşı bir öğrenci çalışma grubu kurmak istiyorum ve mücadele arkadaşları arıyorum.” Aralarında Jürgen Seifert’in de bulunduğu 5-6 SDS’li öğrenci çağrıya uyar. Daha sonra Liberal Öğrenci Birliği (LSD) ve Protesto Öğrenci Cemaati’ni de (ESG) ziyaret eder ve 1958 Mayıs başında, toplam 20 öğrenciyle birlikte “Münster-Nükleer Silahlardan Arındırılmış Almanya İçin Öğrenci Çalışmaları Grubu”nu kurarlar.

Öğrenciler arasında saygınlık kazanır ancak, aynı zamanda bildiri dağıtırken saldırgan hakaretlere de maruz kalır.

20 Mayıs 1958 Salı günü Münster’de Hindenburg Meydanında kurulan kürsüde, 1200 kişinin dinlediği bir konuşma yapar. Jürgen Seifert Ulrike için “O gün ilk kez yeni bir Rosa Luxemburg’u dinledim.” der.

Batı Berlinlilerin teşvikiyle, kendisinin tek yazar olduğu “Das Argument” gazetesini çıkarır. Gazetenin ikinci sayısından itibaren 18 Temmuz’a kadar Jürgen Seifert’le birlikte çalışır. Ulrike, politika yolunda ilerlemek konusunda kararlıdır. Öğrenim hayatından uzun süredir memnun olmayan Ulrike, bilimsel çalışmanın karakterine uymadığını düşünür.

Konuşma yaptığı kongrede Konkret gazetesinin yayın müdürü ve KPD (Almanya Komünist Partisi) üyesi Klaus Rainer Röhl’le tanışır. Eylül 1959’dan itibaren de bu gazeteye makaleler yazmaya başlar. Bir yıl sonra yayın komitesine üye olunca öğrenimini yarıda bırakıp Münster’den Hamburg’a taşınır.

Genç bir kadının derginin başına geçmesi ve Röhl’den daha iyi yönetmesi bazı erkek redaktörleri rahatsız eder.

27 Aralık 1961’de Klaus Rainer Röhl ile evlenir. Kısa süre sonra hamile kalan Ulrike’nin 21 Eylül’de ikizleri olur. Aynı dönem beyninde bulunan tümör yüzünden bir süre tedavi görür.

1964 yılında KPD ile ilişkisini çoktan kesmiş ve Konkret’in de şef redaktörlüğünden ayrılır. Dergi için serbest köşe yazarı ve çeşitli radyolar için muhabir olarak çalışır.

Haziran 1967’de polis ve basın terörü doruğa çıkmıştır. Kocası dergide erotik bölümlere yer vermeye başlar. Ulrike Konkret’in gidişatından memnun olmadığı için, derginin işlerine karışmaz. Klaus Rainer Röhl’ün, Ulrike’nin 33. yaş gününde, herkesin önündeki sadakatsizliği, Ulrike’nin Hamburg’u terk edip Batı Berlin’e yerleşmesi için önemli bir sebeptir ancak, gerçek sebep elbette politika, siyasal değişim ve insan ilişkilerinde dayanışma umududur. Vietnam Kongresi’nden kısa bir süre sonra Berlin’de kızlarıyla kalabileceği bir ev bulur.

11 Nisan 1968 günü çok yakın arkadaşı Rudi Dutschke’ye suikast düzenlenir. Suikast gününün akşamı aralarında Ulrike’nin de bulunduğu 1000 kişiden fazla kalabalık Axel Springer Yayınevi’ne gelir. Ulrike Meinhof artık yazı masasından kalkmış, olayların içine girmiştir. Konkret’in Mayıs sayısında, “Protestodan Direnişe” adlı yazısında, “Şunun veya bunun bana uymadığını söylersem protesto etmiş olurum. Direniş ise bana uymayan şeylerin olmasına meydan vermemem demektir.” diye yazmıştır. Son zamanlarda Konkret’te yazdığı yazılarda derginin yapısını eleştiren Ulrike Meinhof, Konkret’in sol gazete olmaktan çok oportünist bir gazete olduğunu söyler. 1969 yılında Konkret’ten ayrılır.

Yaz aylarında, Guxhagen Fuldatel Gençlik Yurdu üzerine bir radyo programı için araştırma yapan Ulrike, Staffelberg Kampanyasına (Hessen eyaletindeki Staffelberg’te koşulları oldukça kötü olan ıslahevi için yürütülen kampanya) katılmak üzere birçok kez Frankfurt’a gider. Bu sırada Gudrun Ensslin ve Andreas Baader’le dost olur.

1970’te tutuklama mahkemesine çıkmayan Gudrun Ensslin ve Andreas Baader, Batı Berlin’e giderek Ulrike’nin evinde saklanmaya başlarlar.

1972’de SPD/FDP koalisyon hükümeti Avrupa’da benzersiz bir uygulama olan Radikaller Kararnamesi’ni çıkarır; Almanca “Berufsverbot” (meslek yasağı) başka dillerin sözlüklerinde yerini almıştır. Devlet otomatik olarak kamusal alanda çalışanların düşüncelerini kontrolden geçiriyor, binlerce kişiye meslek yasağı koyuyordu. (Günümüz Türkiye’sindeki gibi)

Polis tarafından aranan Andreas Baader 4 Nisan 1970’te tutuklanır. Kaçtığı ve daha önceki cezası sebebiyle 34 ay yatması gerekir. Meinhof, Ensslin ve Mahler çevresinde toplanmış grup Baader’i kaçırma kararı alır. Bu karar grubun, devrimci bir örgüt kurma yolunda ilk somut eylemi olur. Ulrike, eylemin planlanmasına başından itibaren katılmıştır. Gardiyan eşliğinde kütüphaneye getirilen Baader, silahlı çatışmayla kaçırılır. Ulrike Meinhof, bu eylemden sonra illegal yaşama başlar. Fotoğrafı ülkenin birçok yerinde asılı, aranan bir suçludur artık.

21 Haziran 1970’te sahte Suriye pasaportlarıyla Doğu Almanya’ya, oradan da Filistin Kurtuluş Örgütünün karargâhlarından birine yerleşirler. Ürdün’de silah eğitimi ve patlayıcı maddeleri kullanmayı öğrenirler.

Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) ilk metni, Andreas Baader kaçırıldıktan üç hafta sonra Agit 883’te “Kızıl Orduyu Kurmak” başlığıyla yayınlanır.

29 Eylül 1970 günü Ulrike Meinhof, ilk kez bir banka soygununa katılır. Grup çalıntı otolar ve sürekli değiştirdikleri kılıklarıyla çoğu kez kent içinde serbestçe dolaşırlar. RAF örgütü 1970-1972 yılları arasında çok sayıda bankada kamulaştırma, polise, Amerikan ordusuna ait binalara ve mahkemelere saldırılar düzenler. Bu süreçte birçok RAF üyesi ve polisin öleceği çatışmalara girerler.

1972 yılında önce Andreas Baader, sonrasında Gudrun Ensslin tutuklanır. Haziran ayında ise Ulrike Meinhof, saklandığı evin sahibi tarafında ihbar edilmesi üzerine 4 polis tarafından tutuklanır. Saatlerce süren hakaretler, zor kullanma ve fiziki şiddetten sonra kimliği tespit edilir. Avukatlarıyla 4 gün boyunca görüştürülmeyen Ulrike Meinhof, tutuklama yargıcının karşısına çıkarıldıktan sonra Köln- Assendorf Hapishanesi’nde “ölü bölüme” kapatılır. Her gün hücresi, eşyaları ve üstü aranır. Haftada bir kez banyo yapmasına izin verilir ve avluya üç gardiyanın gözetimi altında çıkar. Tutukluluk süresi boyunca tek bir arkadaşıyla bile görüştürülmez.

Ulrike Meinhof, 238 gün “ölü bölüm”de yaşamak zorunda kalır. Federal Almanya tarihinde hiçbir tutuklu bu kadar uzun süre “beyaz işkence”ye katlanmak zorunda kalmamıştır. Hapishane koşulları ve ağır psikolojik işkenceler yüzünden birçok kez açlık grevi yapar.

28 Nisan 1974’te Gudrun Ensslin’le beraber yüksek güvenlikli Stutgart-Stammheim Hapishanesine götürülürler.

9 Mayıs 1976’da hücresine kahvaltı götürmek için giren görevli tarafından ölü bulunur. Bütün adalet mekanizması Ulrike Meinhof’un intihar ettiğini iddia eder. Ancak Ulrike’nin yakınları, avukatları ve bazı doktorlar, gece hücresine gelen birileri tarafından boğulduktan sonra asıldığına inanırlar. Apar topar yapılan otopsi ve yok edilen deliller bu iddiayı güçlendirmektedir.

Yapılan otopside Ulrike Menhof’un beyni yakınlarının rızası alınmadan, incelenmek üzere çıkarılır. Otuz sene boyunca gizleyip birçok test yaparlar. Daha sonra Meinhof’un kızının çabaları sonucunda 2002 yılında aileye iade edilir.

Ulrike Meinhof sahip olduğu burjuva hayatı elinin tersiyle itip ölümünden yıllar sonra bile faşizme karşı verdiği mücadeleyle bilinen bir gazetecidir.

Kaynak: Jutta Dilfurth, Ulrike Meinhof, Agora Kitaplığı

Vejetaryenliğin tarihçesi ve epidemiyoloji

19. yüzyıla kadar hayvansal kaynaklı besinlerden ahlaki ve metafiziksel tartışmalar yüzünden uzak durulmuştur. Batılı ülkelerdeki vejetaryen yeme alışkanlığı et ve kümes hayvanlarından kaçınma olarak tanımlanmıştır.

1800’lerin başlarında ise sağlığın gelişmesi için artan istekler ve çabalar sayesinde vejetaryenliğe geçiş yapılmıştır. Bu geçişte hem ahlaki hem de sebze ağırlıklı beslenme şeklinin sağlığa olumlu etkileri olması önemli olmuştur. 20. yüzyılın ortalarına kadar vejetaryenliğin sağlığa olan etkileri üzerine çok fazla bir çalışma yapılmadığından günümüze kadar sağlıklı bir diyet alternatifi olarak belirtilmiştir(1).

Vejetaryenlik; hiç hayvansal kaynaklı besinler tüketmeyen veganlar, süt ve süt ürünlerini ve yumurta yiyen lakto-ovo vejetaryenler, süt ve süt ürünleri tüketen fakat yumurta tüketmeyen lakto-vejetaryenler, yumurta yiyen fakat süt ve süt ürünleri yemeyen ovo-vejetaryenler olarak sınıflandırılmıştır(2). Bazı kaynaklara göre de vejetaryenliğe Peskataryan da dahil olmuştur. Bu türde ise balık yenir fakat et ve kümes hayvanları yenmez. Peskataryanlara aynı zamanda yarı vejetaryen veya fleksitaryan da denilmiştir. Balık yemeyip kümes hayvanları ve et yenen tür ise pollo-vejetaryenlik olarak adlandırılmıştır(3).

Özellikle son yıllarda ülkemizde de hızla gelişen bir bilincin olması, vejetaryen ve veganlara sağlanan yenilik ve kolaylıklardan dolayı vejetaryen ve vegan oranlarında artış gözlenmiştir. Örneğin; Eriş Un, vejetaryen ve veganlar için Avrupa’da en güvenilir sertifika olarak kabul edilen “V-Label” sertifikasına layık görülmüştür. Eriş Un ürünlerinde Avrupa Vejetaryenler Birliği’nin vegan etiketini kullanma hakkına sahip olan Türkiye’deki ilk un markası olmuştur(4).

Günümüzde vejetaryen beslenme şeklini sürdüren ve tercih eden insanların bu tercihlerinin altında dini ve etik sebeplerden çok sağlık, ekonomi gibi etkenler de yatmaktadır. Kısmi veya yarı-vejetaryenler ilk başta sağlık sebeplerinden dolayı diyetlerini kısıtlamışlardır. Şimdi ise birçok otorite bitkisel bazlı beslenmenin sağlık açısından avantaj sağladığını savunmaktadır. Yapılan pek çok gözlemsel araştırmaların kanıtları da bu yöndedir. Bitkisel bazlı yani sebze, sert kabuklu yemişler, tahıllar ve bitkisel yağların kardiyovasküler hastalıklarda yararları olduğu bir gerçektir. Günümüzde insanlar bitkisel besinlerin içindeki fitokimyasallardan ve onların yararlarından haberdar olmaktadır(5).

Aynı zamanda bu denli bitkisel besinlerin faydalarının doğurduğu bir sonuç da hayvansal kaynaklı besinlerin sağlığa ne derece faydalı ve zararlı olmasıdır. Özellikle Bovine Spongiform Encephalopathy (BSE) İngiltere ve Avrupa’da sığırdan geçen ağız hastalıkları, swine influenza epidemileri hayvanlardan insanlara geçen rahatsızlıklar ve yumurtanın kabuğundan geçen Salmonella gibi hastalıkların olması endişe vericidir(6). Bir diğer endişe Batılı tarzda diyetlerin yüksek kırmızı et içeriği ve diğer hayvansal kaynaklı besinlerden alınan doymuş yağ ve kolesterolün kardiyovasküler hastalıklar, kanser, diyabet ve diğer hastalıklar için bir davetiye niteliği taşımasıdır(7). Bu bakımdan etten yoksun vejetaryen olma şekline eski zamanlara göre çok daha fazla yönelme olmuştur.

Geleneksel olan vejetaryen diyetleri; enerjiden, biyolojik değeri çok yüksek olan proteinlerden, D vitamininden, B12 vitamininden, çinkodan, biyoyararlılığı olan demirden, omega-3 yağ asitlerinden, kolinden ve bazen iyottan fakir olmuştur. Fakat günümüzde bitkisel besinler adına çok büyük bir çeşitlilik vardır(8). Çiğ beslenme şekli de vejetaryenliğin sıkı biçimlerinden biri olarak değerlendirilmiştir. Çoğu çiğ beslenen insan vejetaryen diyetine uymaktadır. Çiğ beslenme şekli aslında birçok amaç için geliştirilmiştir. İsviçreli bir doktor olan Max Bircher-Benner (1867-1939), kendi özel kliniğinde hastaları çiğ besinlerle tedavi etmiştir(9) Onun deneyimlerinden yararlanarak Are Waerland (1876-1955), lakto-ovo vejetaryenliğin özellikle çiğ beslenmenin kendi hastalığının tedavisi için çok etkili olduğunu bulmuştur(10). 1822’de bir grup Amerikalı doktor Natural Hygiene denilen bir topluluk oluşturarak geleneksel tıpta doğal tedavi yöntemlerini uygulamışlardır. Tıp doktoru Herbert Shelton (ABD 1895-1985), bu konsepti takip etmiş ve Natural Hygiene’in babası olarak anılmıştır(11). Alman bir iş adamı Helmut Wandmaker (1991), çiğ beslenme ve taze meyve yeme üzerine yönlenmeyi yoğunlaştırmıştır (5). Harvey ve Marilyn Diamond (1986), tarafından yazılan Amerika’da en çok satanlar bölümüne giren Fit For Life da Natural Hygiene’in konseptini taşımıştır(7).

Makrobiyotik diyet de vejetaryenliğin bir çeşidi olarak karşımıza çıkmaktadır. Makrobiyotik diyet, Budist ve Batılı tarzda diyet tarzlarının fiziksel ve zihinsel harmoni oluşturarak birleşmesidir. Bu tanım Hipokrat tarafından Eski Yunan’da oluşturulmuştur(12).

Makrobiyotik sözcüğünün anlamı uzun yaşamdır. İlk olarak George Ohsawa tarafından 20.yüzyılda yazıya dökülmüştür. Makrobiyotik diyet vejetaryen diyetlerinin bir türüdür fakat birçok kaynakta ana türlerden gösterilmez. Doğal ve organik besinler tüketmektedirler ve çok nadir olarak balık ve deniz ürünleri tüketirler. Çoğunlukla fasulye, kuru baklagiller, tam tahıllı ürünler, sebzeler tüketirler(13).

Günümüzde vejetaryenlere sağlanan yiyecek imkanları arttıkça, daha da bilinçlendikçe, vejetaryen olmak isteyenlerin sayısı da gün geçtikçe artmaktadır.

Vejetaryenliğin Epidemiyolojisi

Dünyanın birçok ülkesinde uzun yıllardır vejetaryen ve vegan nüfusu ile ilgili birtakım istatistikler yapılmaktadır. Ancak ülkemizde söz konusu kavramların henüz yeni yeni yerini buluyor olması sebebiyle bugüne dek böyle bir çalışma yapılmamıştır.

ABD’de, erkeklerin yüzde 4’ü ve kadınların yüzde 7’si vejetaryen olarak tanımlanmıştır. Hindistan’da nüfusun yüzde 31’i vejetaryen olarak kabul edilirken, Avrupa’da vejetaryenler nüfusun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturmaktadır. Dünyada ise toplam vejetaryen sayısı 375 milyondur(14).

Avustralya: Nüfus 20,7 milyon, Vejetaryen –Vegan %5
Avusturya: Nüfus 8,2 milyon, Vejetaryen – Vegan %3
Belçika: Nüfus 10,5 milyon, Vejetaryen – Vegan %2
Brezilya: Nüfus 189 milyon, Vejetaryen – Vegan: %8
Kanada: Nüfus 32,6 milyon, Vejetaryen – Vegan: %4
Çin: Nüfus 1,3 milyar, Vejetaryen – Vegan %4
Fransa: Nüfus 61,2 milyon, Vejetaryen – Vegan %2
Almanya: Nüfus 82,3 milyon, Vejetaryen – Vegan %8-9
Hindistan: Nüfus 1,1 milyar, Vejetaryen – Vegan %40, %80 Gujarat’da
İsrail: Nüfus: 7 milyon, Vejetaryen – Vegan %8,5
İtalya: Nüfus 58,9, Vejetaryen – Vegan %6,7
Yeni Zelanda: Nüfus 4,2 milyon, Vejetaryen – Vegan %1-2
Norveç: Nüfus 4,7 milyon, Vejetaryen – Vegan %4
İspanya: Nüfus 44,1 milyon, Vejetaryen – Vegan %2
İsveç: Nüfus 9 milyon, Vejetaryen – Vegan %4
İsviçre: Nüfus 7,5 milyon, Vejetaryen – Vegan %5
Tayvan: Nüfus 22,8 milyon, Vejetaryen – Vegan %10
Hollanda: Nüfus 16.3 milyon, Vejetaryen – Vegan %4,5
İngiltere: Nüfus 62,3 milyon, Vejetaryen – Vegan yetişkinlerin %3’ü
Amerika Birleşik Devletleri: Nüfus 299,3 milyon Vejetaryen – Vegan %4,

Türkiye’de Türkiye Vegan ve Vejetaryenler Derneği tarafından Ocak 2014’de çalışma başlatılmıştır(14).

Yazarlar

Selin Ceyla Seran – Yeditepe Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Beslenme ve Diyetetik Bölümü, Stajer Diyetisyen.

Yrd. Doç. Dr. Hülya Demir – Yeditepe Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Beslenme ve Diyetetik Bölümü

Kaynaklar

  1. Vegan Diet Support (Life Save.org)..Am J Clin Nutr 1994;59(suppl): 1035-95.
  2. Vegetarian society-definition of a vegetarian (2016b) Available at: https://www.vegsoc.org/sslpage.aspx?pid=508 (Accessed: 20 December 2016).
  3. Bircher-Benner M. Ungeahnte Wirkungenfalscher und richtiger Ernährung [Nonsuspected effect of wrong and rightconsumption]. 3rded. Zürich: WendepunktVerlag; 1947.
  4. Web adres: Gourmetandstyling.com
  5. Waerland A. Das Waerland-Handbuch derGesundheit, Praxis des WaerlandsystemsBand I [The Waerland handbook of health,Waerlands’ practice system volume I]. 4thed.Bern: Humata Verlag: Harold S. Blume; yearunknown.
  6. Shelton HM. Richtige Ernährung mitnatürlicher Nahrung [Right consumptionwith natural food]. 2nded. Ritterhude:Waldthausen-Verlag; 1991.
  7. Wandmaker H. Willst Du gesund sein? Vergiβ den Kochtopf [Do you want to behealthy? Forget the cooking pot!]. 6thed. Ritterhude: Waldthausen-Verlag; 1991.
  8. Ross, E.M. (2000) ‘Encyclopedia of human nutrition’, Nutrition in Clinical Care, 3(6), pp. 391–391. doi: 10.1046/j.1523-5408.2000.00085-2.x.
  9. Burger GC. Die Rohkosttherapie [Raw food therapy]. 3rd ed. Munich: Wilhelm-HeyneVerlag; 1990.
  10. Diamond H, Diamond M. Fit für Leben [Fit for life]. 2nded. Ritterhude: GoldmannVerlag; 1986.
  11. Koebnick C, Strassner C, Leitzmann C.Rohkost-Ernährung in der Ernährungsberatung [Raw food consumption in nutrition consultation]. Ernährungs-Umschau1997;44:444-8.
  12. Krans B.(Ara 21, 2010) The Macrobiotic Diet.
  1. Publications, H.H. (2016c) Becoming a vegetarian – Harvard health. Available at: http://www.health.harvard.edu/staying-healthy/becoming-a-vegetarian (Accessed: 13 December 2016).
  2. Arıman, Y. ebru (2014) Dünyadaki Vejetaryen & Vegan Nüfusu. Available at: http://tvd.org.tr/2014/01/dunyadaki-vejetaryen-vegan-nufusu/ (Accessed: 15 December 2016).

“Her Yerden Çok Uzakta” izleyiciyle buluşuyor

2

Yedinci Kıta ismiyle yola koyulan genç tiyatro ekibi, Her Yerden Çok Uzakta oyunuyla izleyicileriyle buluşmaya hazırlanıyor. Ekip oyunu 29 Mayıs’ta Kadıköy Emek Sahnesi’nde, 8 Haziran’da ise İkincikat Karaköy’de oynayacak. 

Her Yerden Çok Uzakta, aidiyet, göç, hafıza gibi nosyonlardan çıkışla oluşturulmuş bir hareket tiyatrosu projesidir. Koreografinin ve sözcük dizgelerinin kesişimlerine ve imajların bellek ile ilişkisine odaklanan bu proje, teorik bir araştırmanın parçası olarak seyirciyle buluşuyor. Oyunun Kadıköy Emek Tiyatrosu ve İkincikat’taki gösterimlerine Her Yerden Çok Uzakta’nın ve Yedinci Kıta’nın sosyal medya hesaplarından ulaşılabilir.

Oyunun Künyesi

Her Yerden Çok Uzakta
Hareket Tiyatrosu, 60′

Yöneten: Nil Delâl Şahin
Oyuncular: Ece Gül, Gökçe Dizman, Kezban Tüfekçi, Nazime Aydın
Işık Tasarım: Kadir Çelik
Kostüm Tasarım: Nazime Aydın
Afiş Tasarım: Çiğdem Öztürk
Müzik/Ses: Bahadır Güven
Video Tasarım: Tutku Efe
Fotoğraflar: Şener Buga, Fatih Aydın

Kitle okumaları 2: Heteronormatif yığın, aile hapishanesi ve “güçlü erkek” tabusu

Erkek düşüncesinin egemen olduğu topluluklarda, genellikle şiddet ön plandadır. Bunu bir sokakta oyun oynayan çocukların arasında bile görmek mümkün. Sürekli birbirlerine eşcinsel olma ihtimali üzerinden hakaret(!) ederler. “Erkeğin” biraz “sert” olması gerektiğinden bahsederler ve hep topluluğa yeni katılan çocuğun, topluluk içindeki birini dövebilme, yani şiddet açısından onu yenebilme ihtimali üzerinden konuşurlar. Bu aslında büyüklerinin onlara öğrettiği bir şeydir ve diziler ve filmlerle desteklenir bu zihniyet.

Bu konuda sürekli, erkeğin egemen olma isteği ve şiddet uygulamaya yatkınlığı öne sürüldü ama ben bu durumu biraz daha vurucu ve toptan bir bakış açısıyla ele almak istiyorum.

Yapmak istediğim şey asla ataerkil sistemi savunmak veya bu kafadaki erkekleri aklamak değil, hayatım boyunca onların bu tarafına maruz kaldım. Kötü olarak değerlendirilen hisler ve davranışların münferit, teker teker insanlar tarafından yapılan şeyler olmadığı, hem bazı sebeplerinin olduğu hem de aslında topluluk ideolojisinin ve öğretisinin bunlara sebep olduğu kanısındayım.

Amerika’da çekilen ve hem Amerika aile sistemini hem de Dünya’nın birçok yerindeki anlayışı çok derin ve ince şakalarla hicveden Two And A Half Men dizisinden bir örnek, bu durumu çok net bir şekilde gösterir.

Sahne, Alan ile Charlie adlı iki kardeşin, aralarındaki problemi çözmek için, Rose adlı bir kadın karakterin yöneticiliğinde, “eş terapisi” (couple’s counseling) olarak bilinen bir terapi yöntemini uygulamaları üzerine kurulu. Dizinin tüm bölümleri boyunca, Alan çocukluğundan beri zayıf ve “kadınsı”, çocukken hep Charlie’den daha başarılı olan, ama kötü kariyer tercihleri nedeniyle, fakir bir şekilde Charlie’nin evine yerleşen bir “beleşçi” (freeloader) olarak anlatılırken, Charlie “erkeksi”, “sert”, sürekli farklı kadınlarla sevişen ve neredeyse hiç çalışmadan çok para kazanan bir karakter olarak çiziliyor. Bu sahnede, “erkeksi” karakterin, “kadınsı” karaktere, çocukluğundan beri çektirdikleri anlatılıyor. Sahnenin sonlarına doğru, Charlie neden hep Alan’a zulmettiğini, “çünkü hep ukalaydı (smartass). Annenin favorisi, babanın ve üvey babanın ‘erkeği’, hep en iyi notları alırdı. Birinin ona haddini bildirmesi gerekiyordu” cümleleriyle özetliyor. Bunun sonucunda, aslında Charlie’nin çocukluğu boyunca, hep Alan’ı kıskandığı ortaya çıkıyor.

Benim için asıl önemli kısım, Charlie’nin, Rose ve Alan onun Alan’ı kıskandığı ve “yaralanmış bir çocuk” olduğu konusunda anlaşması sonucu, onların yanıldığı konusunda direnmesi ve adeta çocuk gibi ağlaması. “Ben yaralı olan değilim, ben yaralayanım, o yaralanan!” şeklinde karşı çıkarak, kendisini suçlu ve zalim göstermeye çalışıyor. Bunun sebebi aslında çok basit; erkeklik egosu, onu güçsüz görünmemeye zorluyor.

Güçsüz karakter hep “kadınsı” olan, fiziksel açıdan zayıf çocuk olarak formüle edildiği için, “tam erkek” çocuk, hep saldırıyor ve diğer çocuğa acı çektirerek, “erkekliğini” tatmin ediyor ve kanıtlıyor. Bu “erkekliği kanıtlama” ritüeli, hayatın her alanında deneyimlediğimiz bir durum. Ama burada Charlie hem mağdur hem suçlu. Mağdur, çünkü yerleşik heteronormatif sistem, onun “alfa erkeği” olup, “kız düşürmesi” için, “sert görünmesini” ve “erkek olmasını” gerektiriyor. Eğer diziyi izler ve hayatta da karşılaştığınız olaylara dikkat ederseniz, aslında bu durumu destekleyenlerin arasında kadınların da olduğunu göreceksiniz. Çünkü kadınlar da aynı sistem içinde yetişir ve erkeklerle beraber büyürler. Sorun da zaten budur; yetiştirilme tarzları.

Herhangi bir çocuk (cinsiyet fark etmeksizin), ilk olarak bir otorite kurumunun içinde yetişir; aile. “Aile toplumun en küçük yapı taşıdır” cümlesi bu açıdan doğrudur. Aileler birer mikro devlet yapılanması ve oligarşinin anne ve baba arasındaki eşitsiz dağılımının üzerinden, otoritenin çocuklara aşılanmasını ve bu otoriteye çocukların bağımlı kalmasını sağlayan kurumlardır. Zaten, evlilik adı verilen bağa İslam hukukunda “akit” (sözleşme, anlaşma) kelimesinin kullanılması, evlilik kurumunun, genel kanının aksine, “aşk” veya herhangi bir sevgi türüyle alakalı olmadığını, doğrudan gösteriyor.

Aileler anonim şirketlerdir ve eskiden beri bağlı bulundukları topluluklar ve devletler için çocuk üretmek ve o çocukları topluluğun ve/veya devletin çıkarlarına hizmet etmeleri için programlayan fabrikalardır. Her fabrikada olduğu gibi, bu kurumda da bir disiplin mekanizması, bir de hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşinin en tepesindeki halka, “aile reisi” ifadesiyle tarif edilen erkektir.

Heteronormatif anlayış, erkeğin daha üstün, karar verme yetisine daha yatkın bir cinsiyet olduğu kanısındadır ve ailenin dış ilişkileri, daha çok cinsel ahlak gerekçeleriyle, erkeğin sorumluluğundadır. Anne ise tam olarak bir müdür modelidir. Dış ilişkilerle, örneğin mağazanın diğer şubeleriyle, sadece iletişim kurar. Asıl muhatabı ve sorumluluğu, bu analojide işçiler, gerçek anlamda ise çocuklardır.

Aslında başlangıçta evrimsel ihtiyaçtan doğan, kadının çocukları besleme ve onlarla iletişim kurma gereksinimleri nedeniyle oluşturulan cinsiyetçi iş bölümünde, çocukları “terbiye etme” görevinin başlangıcı annedir. Anne bazen tatlı dille, bazen de biraz zorlayarak çocukları “hizaya getirmeye” çalışır, başaramazsa babaya haber verir. Baba, bir erkek olması hasebiyle “sert” ve “güçlü” bir şekilde formüle edilir. Çocukları çoğunlukla korkutur ve cezalandırır.

Heteronormatif aile yapısı içinde yetişen erkek çocuğun sürekli güce ve şiddete bağımlı olmasının sebebi, işte burada aranmalıdır. Çocukluğundan beri bu kalıp ilişkilerle büyüyen erkek, penisinin bir kısmının kesilmesi ile “erkekliğe ilk adımı” attığını düşünür ve o penisin kendisine verdiği güç ile kadını ve diğer erkekleri “hizaya getirmeye” ve domine etmeye çalışır. Karen Horney’in bahsettiği, aslında Freud’un ilkel var sayımından yola çıkarak daha kararlı ve düzenli bir düşünsel sistem haline getirdiği, “penis kıskançlığı” tezi, bu durumu direkt olarak açıklar.

Penis, heteronormatif topluluk yapısında, gücü simgeler. Bu yüzden, bu organa sahip olan cinsiyet, mutlak güç sahibidir. Kız çocuklarının ilk gençlik dönemlerine kadar görülen, erkek kardeşlerini kıskanmalarının sebebi, aslında budur. Onlar kardeşlerini değil, kardeşlerinin ayrıcalıklı olarak büyütülmesini kıskanırlar. Kendinin kız kardeşinden farkını çözebildiği andan itibaren erkek çocuğu, gücünü penisinden aldığını bilir ve bu yüzden, sürekli penis üzerinden saldırır herkese. Fiziksel şiddet gösterileri ve tehditleri de buradan okunmalıdır.

Homofobi” teriminin neden kullanıldığı çoğunlukla fark edilmez, edilse dahi asıl sebep pek düşünülmez. “Homofobi”, çoğunlukla bu zihniyetle büyütülen erkeklerin, eşcinsel olma, özellikle de sekste pasif pozisyonda bulunan eşcinsel olma korkusundan kaynaklanır.

Televizyonda ve filmlerde de hep gördüğümüz “eşcinsel” tiplemesi, “kadınsı” özellikleriyle dikkat çeker. Erkek çocuğunun korkusunun sebebi de budur. Aslında onun yaptığı, sadece bir reaksiyon geliştirmektir. Çünkü başından beri, erkek olmanın aile ve topluluk içinde yarattığı ayrıcalıkları tatmıştır ve hem bunlardan ödün vermek istemez, hem “kadınsı” olmanın onu “güçsüz” kılacağını düşünür hem de eşcinsel olma ihtimalinden korkar. Bu yüzden, özellikle ergenlik çağındaki erkek çocuklarının bütün küfür jargonları, tamamen cinsellik üzerine kuruludur. Bu konuda yarışırlar ve kaybedeni “zayıf”, “kadınsı” ve “eşcinsel” olmakla, “suçlarlar”. “Suçlarlar” diyorum, çünkü anlattığım topluluk yapısında eşcinsellik ve “kadınsı” olmak, yalan söylemek, hırsızlık yapmak, birine kasten zarar vermek gibi, temel ahlak yasalarının tamamında suç olarak kabul edilen şeylerden daha kötüdür.

Erkek çocuğunun yaptığı şey, aslında reaksiyon geliştirmek, savunma mekanizması kullanmaktır. Çünkü bu topluluk yapısı, onu devamlı erkekliğini kanıtlamak zorunda bırakır. Erkekliğin alametleri, “sert görünmek”, “kodum mu oturtmak” ve “masaya yumruğu vurmak” olarak kafalarına işlendiği için, kendileri için başka çıkış yolu bulamazlar. Burada suç, teker teker erkek çocuklarında değil, onları sistemin istediği şekilde yetiştiren ailelerdedir. Çünkü onları bu duruma getiren, kız ve erkek çocukları arasında uyguladıkları iki yüzlü, cinsiyetçi ve ayrımcı tutumlarıdır.

Suçun tamamı teker teker ailelerin de değildir, çünkü aileler de, kendi ailelerinden böyle görmüştür. Uzaktan bakıldığında, bu durumun sebebinin direkt sistem olduğu, açıkça görülebilir. Sisteme karşı, tutarlı, nedenselci ve analitik bir tavır takınmadan, sadece teker teker kişileri suçlayarak ve alametler üzerinden kişileri yargılayarak, bu sorun üzerinde kalıcı bir çözüm sağlanamaz.

Serinin ilk yazısı için tıklayın: Kitle okumaları 1: “Irkçılık yükseliyor” mu?

Garip ülkemin güzel ama üşengeç insanları, uyanın! Gün uyumak, yorulmak değil mücadele etmek günü!

Çok güzel ülkemin, çok değerli insanları. Neler oluyor bu güzel ülkede? Ne oluyor sizlere? Nedir bu gariplik, üşengeçlik ve vurdumduymazlık? Havasına, suyuna, taşına toprağına can feda ya hani? İşte şimdi ölmeden mücadele etmenin, şöyle güzel bir silkelenmemizin vakti geldi. Artık bekleyecek bir haftasonumuz, bir tatil günümüz veya bir pazartesimiz daha kalmadı. Bugün, hemen, şimdi mücadeleye atılmanın tam sırası. Çünkü can güvenliğimiz yok, çünkü ülke artık demokratik falan değil, çünkü artık yobaz zihniyetler tepemize çıkmış durumda!

Aynı zamanlarda neler neler oluyor, güzel ülkemizde gelin bakalım. Her biriniz kadar güzel, akıllı ve duyarlı insanlar bir bir zarar görüyor. Kimi devletten, kimi devletin polisinden, kimi doğa katillerinden. Geçtiğimiz günlerde, aslında her gün gibi bir günde, yine acı bir haberle sarsıldık. Yıllardır katil şirketlere karşı doğamızı savunmak adına mücadele eden ekolojist çift, bir kiralık katile öldürtüldü.

Hayatlarını mücadeleye adamış bu doğa dostu insanların öldürülmesini sümen altı etmelerine izin vermeyeceğiz! Katil mermer şirketi zannetmesin ki cinayet diğer doğa savunucularını sindirecek, korkutacak, ürkütecek. Aksine daha da ateşlenecek mücadele. Bununla ilgili bir de çağrı var, çağrıyı okumak için lütfen tıklayın.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça hâlâ açlık grevindeler, çünkü hâlâ işlerine iade edilmediler

İki akademisyen, iki güler yüzlü, akıllı, samimi ve mücadeleci insan hukuksuz, keyfi ve bir gecede çıkarılan KHK adlı resmen Kitlesel Hak Kemirme araçları ile işlerinden çıkarıldılar. 191 gündür Ankara’nın göbeğinde direnişte olan iki akademisyen bugün itibarıyla 71 gündür de açlık grevindeler. Bu iki insan 71 gündür aç! Mesleklerini icra edemiyorlar, kendi işlerini yapmak ve haklarını geri almak istiyorlar. Bunu anlamamak için artık gerçekten gerizekalı olmak gerektiğini düşünüyorum.

#NuriyeveSemihinAçlığınaSesVerAnkara’ya birkaç defa gitmiş herkes bilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, neredeyse tüm bakanlıkların bulunduğu yer olan Bakanlıklar, protokol yoluna komşu olan protokol yolu Atatürk Bulvarı aynı zamanda Yüksel Caddesine de komşudur. Meclise 500 metre uzaktadır, her yere giderken geçtiğimiz Kızılay’ın orta yerinde aynı zamanda burnumuzun da dibindedir. Buna rağmen mevcut Başbakan, seçilmiş değil atanmış başbakanımız, kendi makamını fesheden, makamının gereksiz olduğunu savunan belki de ilk başbakan olan Binali Yıldırım 2 ayı geçkin zamandır Yüksel Caddesi’nde açlık grevi yapan iki akademisyen hakkında şu sözleri sarf etti: “Cezaevinde mi yatıyorlar?” Keşke sarf etmeseydi dedirten bir cümlecik daha çıktı yani ağzından. İlgileneceğiz dedi sonra. Bekliyoruz, ama henüz gece yarıları ve sabahın kör saatlerinde Yüksel Caddesinde oturup direniş nöbeti tutanlara sözde emir kulu gerçekte saldırgan kişileri saldırtmaktan başka bir devletsel adım göremedik.

Kemal amca 78 günlük açlığı sonunda kazanım elde etti, kemikleri vereceğiz denildi!

Öyle bir ruh hali ki bu anlaması da anlatması da çok güç. Kemal Gün’ün oğlu, Dersim’de bir hava operasyonunda öldürüldü. Kemal amca çocuğunun kemiklerini elleriyle topladı. Fakat DNA testi yapacağız diyerek kemikleri Kemal amcadan aldılar. Kemal amca bugün itibarıyla 84 gündür açlık grevinde. 84 gündür aç. Bu süre zarfında Kemal amcaya, kabahatlar kanunu gerekçe gösterilerek her gün için ayrı ayrı 227 Lira, yani toplamı 18 bini bulan bir miktarda ceza kesildi. Oğlunun kemiklerini istemek, evladının bir mezarı olsun diye mücadele etmek bugünlerde kabahat sayılır oldu!

Tüm bunların sonunda dün, 17 Mayıs 2017’de Kemal Gün’e kendi elleriyle toplayıp teslim ettiği oğlunun kemiklerinin geri verileceği haberi geldi. Hemen arkasından da kemiklerin kargoya verildiği haberi… Ancak aradan iki gün geçmesine rağmen 70 yaşındaki Kemal amca ile iletişime geçen olmamış. Adam hâlâ bekliyor, adam hâlâ açlık grevinde. Kemal amca 15 kilo verdi, bir gözünde görme kaybı ve kaslarında erime başladı. Yürümekte güçlük çeken Kemal amcaya Ankara’da dayanışma ile alınan bir tekerlekli sandalye gönderildi. Kema amca tekerlekli sandalye ile götürülüp getiriliyor. 70 yaşındaki adama yapılanlara bakar mısınız, bunu da anlamamak için gerizekalı olmak gerektiğini düşünüyorum.

Babası istismar ediyor, çocuğa şizofreni tanısı koyuluyor

Siirt’in bir ilçesinde, kompozisyonda sanki başkasının bşına gelmiş gibi istismarı anlatan 16 yaşındaki çocuğun öğretmenleriyle konuşması sonrasında, babası tarafından istismar edildiği ortaya çıktı. Rehber öğretmenin durumu savcılığa bildirmesi sonucu çocuğun ifadesi alındı. Sonuç mu? Tabii ki yine beklemediğimiz ama artık alıştığımız, hümanizmimizi kaybetmemize neden olan bir şey oldu: Siirt’te Çocuk İzleme Merkezi olmaması nedeniyle Van Çocuk İzleme Merkezi’nden (ÇİM) gelen bir heyet, yaptığı gözlemler sonucu çocukta “şizofreni belirtileri olduğu yönünde rapor hazırladı. Raporda çocuğun yaşadıklarının hayal ürünü olabileceği ve cinsel istismara maruz bırakılmadığı kanısına varıldığı ileri sürüldü.

Çocuğa şizofreni tanısı koyanların psikiyatrist değil psikolog olması, savcının kovuşturmaya yer yok demesi ve koruma talep edildiği halde yine savcılığın çocuğun ailesinin yanında kalmasında bir zarar görmemesi ise bu olayın saçmalıklarını iyice görünür kılıyor.

Sürmene’de villalar inşa ediliyor, acaba kimlerin cebi doluyor?

Sürmene’de geçtiğimiz Ocak ayında 20 hektar büyüklüğünde ormanlık alan yandı, kül oldu. Yine, artık alıştığımız gibi, yanan ağaçların yerinde villalar yükseliyor. O villaları yapanın da, o betonların içinde oturacak insan görünümlü paragöz robotlarında… Vicdanı acaba rahat edecek mi, çok merak ediyorum!

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, “Yanan alanlar kati surette başka maksatla tahsis edilemez” demişti. Dört ay önce yanan alanda villalar yükseliyor. Cumhuriyet Gazetesi’nin haberinden detayları okuyabilirsiniz.

Biz bu orman bakanını, çok yakınen tanıyoruz. Nereden mi? Yeşil Yol projesini savunmalarından, gölet projeleri için söylediği “Benim bir imzamla iş bitiyor” sözlerinden ve daha nice ormansızlaştırma çalışmalarından…

Bizim orman bakanımızın ormanlarımıza, enerji bakanımızın sağlığımıza, devletin insan hakkını savunması beklenecek tüm yetkililerinin de canımıza kastı var. Bir de bu insanların peşine takılıp giden; yalaka, yağmacı ve yobaz bir zihniyeti taşıyan büyük bir kalabalık var!

Ey ahali! Bu kez “Eyyy …” diye bağırma sırası bende, sende, hepimizde!

Çocuklarımız, hocalarımız, amcalarımız, dedelerimiz, annelerimiz, kardeşlerimiz, dostlarımız. Kim varsa etrafımızda; sevdiğimiz, saydığımız. Hepsinin can güvenliğinden endişe edeceğimiz bir dönemdeyiz. Derelerimizi kurutuyorlar, HES adı altında hem bizi hem geleceğimizi mahvediyorlar, ormanlarımızı yakıp yerine binalar villalar yapıyorlar, aydınlarımızı öldürüyor veya ölüme sürüklüyorlar, çocuklarımızı istismar ediyorlar, eğitim sistemini değiştirip durarak ve mümkünse elden geldiğince bozarak bizi birçokları gibi gerizekalı yapmaya çalışıyorlar. 

Bir şey yapmalı, anlıyor musunuz? Hâlâ düşünebiliyorken, hâlâ hayattayken ve hâlâ değerlerimize sahip çıkanlar varken! Yol yakınken gelin, bir şeyler yapalım. O cennet güzel ülkemiz harabeye dönecek yoksa, biz ise devrimi beklerken yaptığımız gibi oturduğumuz yerden izleyeceğiz. 

Nedense herkeste bir yılgınlık, bir üşengeçlik, bir gariplik var. gün ne yorulma günü ne de üşenme. Gün bariz olarak mücadele günü!

Bu yazının muhatabı sağcılar ya da solcular değil, Türkiye’de yaşayan herkestir. Yani aydınsanız bunları zaten biliyorsanız pek bir şey değişmiyor; mücadele etmemiz, ayağa kalkıp harekete geçmemiz gerekiyor! Lütfen okuyanlar okumayanlara, anlayanlar anlamayanlara anlatsın. Çünkü iş işten geçtiğinde kurunun yanında yaş da yanacak.

Kaynak: Diken, Evrensel

Ekolojist çiftin öldürülmesine sessiz kalmayacağız! Sen de sessiz kalma, suça ortak olma!

Doğa dostları, katil şirketlerle mücadele ederken öldürülen çift için Facebook’ta yer alan Karadeniz Çevre Haberleri Portalı‘ndan çağrı yaptı. Çağrılarında “Bir ölür, bin doğarız” diyen doğa savunucuları oluşturulan metne katılımın açık olduğunu, bu cinayete sessiz kalmak istemeyen herkesin imzacı ve destek olabileceğini belirtti. Ayrıca çağrıda, “Herkesi 27-28 Mayıs 2017 tarihinde ülkenin dört bir yanından gelip Antalya’da buluşmaya, yanlışlara karşı hep birlikte sözümüzü söylemeye davet ediyoruz” denildi.  

Çağrı metni:

Türkiye, tarihinin en büyük çevre sorunlarını yaşarken, yaşamı korumaya çalışanlar ise ilk kez bir cinayete kurban gitmişlerdir.

Antalya Finike Kızılcık yaylasında mermer ocaklarına karşı mücadele veren Ali Ulvi Büyüknohutçu ve Eşi Ayşin Büyüknohutçu dağ evinde silahla öldürülmüşlerdir. Yaşam savunucularının silahla cinayete kurban gitmeleri bir ilktir ve de bir dönüm noktasıdır!

Bu nokta, sistem değişikliğinin yaşandığı referandumun kazanılmasına rağmen kağıt üzerinde kaybedildiği bir döneme de rastlamıştır(!)

Bir ülkede, bir seçimin sonuçları bile hukukla düzeltilemezken, çevreci cinayetinin aydınlatılması şöyle dursun, bundan böyle daha da vahim durumlarla karşılaşmak mümkün olabilecektir. Böyle bir iklim yaratılmak istenmektedir. Buna izin verilmemelidir.

Hukukun aciz kaldığı dönemin çevreciler açısından bir başka önemi daha vardır: Yaşam savunucularının küçücük bir parkı korumak için başlattığı direniş, KOSKOCA BİR GEZİ ruhunu ortaya çıkarmış, ama bunun karşısında da, her yaptığı koruma eylem ve faaliyetlerlerin de eleştiri, hakaret ve aşağılanmaya karşılaşmıştır. Böylelikle de çevrecilere karşı adı henüz konulmayan garip bir iklim oluşturmaya başlanmıştır. Oluşan iklim son cinayetle yeni bir aşamaya evrilmiştir.

Bizler doğa dostu, ekolojist, çevreci ve doğa korumacılar olarak bu yeni duruma karşı yeni bir duruş ve yeni bir tavır alışı hayata geçirme zorunluluğunda olduğumuzu idrak etmekteyiz.

Bizler bir yandan doğada yaşam kuran, bir yandan da gözlerden uzak yerlerde bazan tek başına doğa koruma mücadelesi verenleriz.

Oluşan iklimle büyük bir risk altındayız. Bu nedenle sesimizi duyurmalı ve bizimle aynı durumu paylaşan geniş halk yığınlarına da kendi durumumuzu iyi anlatmalıyız.

Bu amaçla, cinayetin yaşandığı Antalya’da Türkiye’nin dört bir yanından; Trakya’dan, Marmara’dan, Ege’den, Karadeniz’den, Doğu’dan, Batı’dan, Kuzey’den Güney’den bir araya gelerek hem güvenlik sorunlarımızı, hem de kurmak istediğimiz geleceğin hayallerini seslendirmeliyiz.

Hunharca öldürülen Ali Ulvi Büyüknohutçu ve Ayşin Büyüknohutçu gibi acıların yaşanmaması için ağaçlardan, sulara, yollardan, yaylalara varıncaya kadar herkese dillendirmeliyiz. Finike mermer ocaklarına karşı verilen mücadelenin sonuna kadar sürdürüleceğini, ocaklar kapanıncaya kadar takip edeceğimizi ve ülkenin dört bir yanındaki sorunlara karşı aynı kararlılığımızı sürdüreceğimizi duyurmalıyız!

27-28 Mayıs 2017 tarihinde, doğa için emek harcayan sizleri, herkesi ülkemizin dört bir yandan gelerek Antalya’da buluşmaya ve yanlışlara karşı SÖZÜMÜZÜ SÖYLEMEYE DAVET EDİYORUZ.

Bizleri öldürmeye cüret edenlere de bizler; BİR ÖLÜR, BİN DOĞARIZ! demeye davet ediyoruz.

#BirÖlürBinDoğarız

Bu ortak olarak kaleme alınmış çağrımıza şimdilik onay veren çağrıcı ve imzacı oluşumlar aşağıdadır. Çağrı metnimiz imzacılara açıktır katılım bildirme için sayfamıza yazabilir, aşağıdaki telefon numaralarından bizlere ulaşabilirsiniz.

İrtibat: Batı: 0533 245 60 78 Doğu: 0535 542 79 75 Kuzey: 0535 931 49 99 Güney: 0533 771 4157

İmzacılar:

EGEÇEP (Bütün bileşenleri ile)
Munzur Koruma Kurulu (DEDEF)
Fındıklı Dereleri Koruma Platformu
A Platformu
Yaşam ve Dayanışma Yolcuları
Perisuyu Koruma Platformu
Yeşil ve Sol
Mersin Çevre ve Doğa Derneği (MERÇEP)
Loç Vadisi Koruma Platformu
Trakya Termik Santrallere Hayır Platformu
Senoz Vadisi Koruma Platformu
Silivri Çevre Derneği
İğneada Doğa Elçileri
Burhaniye Çevre Platformu (BURÇEP)
Kömüre Hayır Platformu
Boğazpınar Köyü HES Karşıtı Platform
Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi
Yeşilırmak Tozanlı Çevre Platformu 
Yeşil Gerze Çevre Platformu (YEGEP)
Bartın Çevre Kültür ve Doğal Varlıkları Koruma Derneği 
Amasra’da Termik Santral İstemiyoruz Platformu 
Amasra’ya Dokunma İnisiyatifi
Yukarı Köprüçay Havzası Koruma Platformu
Sütçülerliler Dayanışma Platformu
Mersin Çevre Dostları Derneği 
Fatsa Derelerin Kardeşliği Platformu 
Karadeniz Çevre Haberleri 
Anıtpark Direniş
Gaia Dergi
İnadına Haber
Parklar Bizim Ankara