Ana Sayfa Blog Sayfa 33

Bir Çırpıda Dünya Edebiyatı’yla Anımsamak

Geçenlerde kitaplığımı karıştırırken çizgi romanların arasında varlığını tamamen unuttuğum bir kitaba rastladım: Bir Çırpıda Dünya Edebiyatı, Eğlenceli Bir Kılavuz. İlk aldığımda beni kendisine çağıran merak, özetin özeti bir çalışmayla karşılaşmanın heves kırıcılığıyla yok olmuş, kitap diğer kitapların arasında kaybolmuştu. Bu kitabı kitap fuarlarına gidebildiğimiz, cemiyet mikropsuz günlerde almış olmalıydım. Şimdi her şey normal olsaydı fuarın ağaçlarının arasına kuş seslerinin yanında kitap fuarının cıvıltıları da karışıyor olacaktı. Büyük bir keyifle defalarca ziyaret edeceğimiz kitap fuarından iki yıldır mahrumuz. Bu mahrumiyetin yarattığı boşlukla raflarımda unuttuğum kitaba balıklama daldım. Çünkü ne de olsa edebiyatın sularına dalmak vazgeçilebilir bir şey değil.

Bir Çırpıda

Kolay bir yemek tarifi gibi sunulan kitabın tek derdi okurun içindeki edebiyat ateşini harlamak. Kitap bu oluşuyla bana ister istemez bir zamanlar çokça karşılaştığımız bir reklamın sloganını hatırlattı: “Kızgın kumlardan serin sulara dalmak.” Tuhaftır ki bu sular aynı zamanda birdenbire içimizi de ısıtmaya başlıyor. Bu nedenle kitabın sularında günlerce yüzmek oldukça keyifli bir hal oluyor. Bu hali bir şeye benzetmek isteseydim,

Karnaval Gibi

Diyebilirim.

Bir Çırpıda Dünya Edebiyatı, Eğlenceli Bir Kılavuz’la geçen iki üç gün renkli bir karnavala katılmışım hissiyle doluydum. Derinden derine bağlı olduğum ustalar oradaydı, ustaların eserleri oradaydı. Kitap bitene dek harika bir şölen alayını izledim. Sanki bu sırada ustalarla ilgili dedikoduları da dinliyordum. Böylece bildiğim şeylere yenileri ekleniyordu. Dünyanın en uzun cümlesinin 1077 sözcükle Vergilius’un Ölümü’ne ait olmasından tutun da dünyanın en çok satan kitabının 150 milyon adetle Yüzüklerin Efendisi olmasına kadar değişen bir yelpazeyi içeriyordu bu bilgiler. Tüm bunların yanında en güzelinin okuduklarımın hafızamda yeniden dirilmesi olduğunu söylemeliyim. 

Tazelenen anılarımla İlahi Komedya’dan günümüze çekici bir şöleni izliyordum. 1300’lü yıllardan günümüze dev eserler sunulurken, edebiyatla ilgili şemalar, çizimler, renkli bir gösteri oluşturuyor. Şimdiye dek zihnime ulaşanları hatırlamak, o eserlerle tanıştığım günlere dönmeme yol açıyor. Kah çocukluğum kah lise yıllarım derken birden üniversite günlerime ya da birkaç yıl önceye dönebiliyordum. Bu çok katmanlı geçiş oldukça eğlenceliydi.

Ele alınan eserin konusu, yeni başlayanlara öneriler, yazar hakkında bilgilerden oluşan enfes seyrin arasında özetin özeti hızlandırılmış anlatımlar da mevcuttu. Çizimlerle renklenen kitap, edebiyat ödülleri, yıldızlar kümesi ve benzeri çizgi / grafik sunularla bilgileri kümelendirmeyi kolaylaştırıyordu.

Okur İçin

Bana kalırsa bu kitap, “o kadar kitabı okumaktansa bir kitap okur, edebiyata hâkim olurum,” diyen okurun işine yarayacaktır. Lakin onlar için yazmıyorum. Asıl, edebiyata tutkuyla bağlı olan okur için Bir Çırpıda Dünya Edebiyatı kitabı, ağdalı edebiyat sohbetlerinin çok dışında, sevimli, sempatik, içten anlatımıyla hafızanın ötelere attığını öne çekerek kitaplarla geçirilen saatlerde alınan keyfe insanı yeniden ışınlıyor. Hatırlamanın hazcı yanına enjekte olmanın elbette okura iyi gelen bir yanı var. En azından kendi adıma bende böyle bir etki yarattığını söyleyebilirim.

Kitapta Türkçe edebiyattan sadece Orhan Pamuk’un, o da zaman çizelgesinde bir ad olarak yer alması biraz kekremsi bir tat bırakıyor ama bu kekremsi tada odaklanmaktansa tüm şölene bakıp, acaba şimdi ne okuyayım, diye sormak da mümkün.

Bir çırpıda okunan, Bir Çırpıda Dünya Edebiyatı, Katharina Mahrenholtz tarafından hazırlanmış, sevimli çizgiler Dawn Parasi’ye ait. Kitabı Almanca aslından Ersel Kayaoğlu Türkçeye aktarmış. Final Yayınlarının dilimize kazandırdığı kitapla edebiyatın ışıltılı dünyasıyla tanışabilir ya da unuttuğunuz pek çok şeyi hatırlayabilirsiniz.

Sağlıcakla kalmanız dileklerimle.

Gün | Öykü

0

Sesler hâlâ tazeydi uykuya hazırlanan zihninde. Kadını görmemiş olsa, çıplak sesin ondan geldiğine inanmazdı. Bir o, bir topluluk haykırıyordu,

“Gün”

“BİZİM!”

“Gece”

“BİZİM!”

Bir daha,

“Gün”

“BİZİM!”

“Gece”

“BİZİM!”

Ardından hep bir ağızdan; her sözcük tek solukta, ortak vurguyla, hızlanarak,

“Gün… Bizim… Gece… Bizim… Gün. Bizim. Gece. Bizim. Bizim. Bizim. BİZİM!…”

Son sözcükle birlikte, geceye dönen günü karşılamak üzere yanlarında getirdikleri meşaleleri çıkarıp yaktılar bir anda. Ah ne de güzeldi!..

Karanlığı Dağıtan BİZİZ! Aydınlık BİZİZ! Durakta gördüğü afişin üst tarafında, beyaz harflerle bu iki cümle yazılıydı alt alta. Durağa yaklaşırken içinin kalabalık oluşuna canı sıkılmıştı o sabah; soğukçanaydı. Kalabalık dediği de, üç kişilik oturma yerinin uçlarına bacaklarını ayırarak oturmuş iki erkek ile elinde cırtlak sarı poşetle ayakta bekleyen yaşlıca bir amcaydı. Sevmiyordu öyle. Durağı geçip yan tarafında beklemeye başladı. Afişi de o zaman fark etti işte. Görüntü dışa gelecek şekilde durağın iç tarafına yapıştırılmış bir afişti bu. Meşalesiyle karanlığı yaran beyaz bir kadın silueti. Silueti oluşturan çizgilere baktı. Afişle kendisi arasındaki cama kendi yansımasını oturttu. Meşaleyi kendisi tutuyordu şimdi. Güldü. Sonra acaba birileri kendisini görmüş müdür, diye ürküp toparlandı. Şöyle bir sağını solunu kolaçan etti. Kızarmıştı. Hissediyordu kızardığını; hep öyle olurdu. Durup dururken kızarırdı. Ama kızmadı kendine. Biliyordu ki kızsa, daha çok kızaracaktı. Derin bir nefes alıp yeniden baktı afişe. Altında yer ve saat yazılıydı. Garip, diye düşündü. Derken otobüsün yaklaşan sesini duyup yola döndü. Otobüs durduğunda durağın içindekiler bindi önce. Kendisi binecekken, elini sallayarak kendisine doğru koşan kızıl saçlı genç kadını fark etti.

“Haydi binsene bacım, seni mi bekleyeceğiz gün boyu?!”

Şoför söyleniyordu. Parmağıyla yanını işaret etti kadın ve ağır adımlarla binmeye başladı otobüse. Aynı yavaşlıkta kartını çıkarıp okuturken genç kadın yetişmişti bile,

“Çok… Çok sağolun…beklediğiniz… için!” dedi genç kadın. Şoför homurdanıp omuz silkti ve hareket etti.

Otobüsün arka tarafları boş olurdu genelde. Orta kapıyı geçip sol tarafa, pencere kenarına oturdu. Genç kadın da peşinden gelip yanına oturdu. Haki yeşili çantasını kucağına koyup kadına döndü,

“Öküz, kendisine teşekkür ettiğimi sandı; teşekkürüm sizeydi.”

Kadın, genç kadına bakıp gülümsedi,

“Öküz mü? Çok ayıp ama. Bak yine de bekledi işte.”

“Bırak allasen! Önceden biliyorum ben bu herifi. Kaç defa gördüğü halde basıp gitmişliği vardır. Üstelik bir keresinde laf atmaya yeltendiydi de ağzının payını almıştı ökkküzzz!”

Gözleri faltaşı açılmıştı kadının. Anaaam, diye geçirdi içinden, nasıl da konuşuyor bu kız böyle bıcır bıcır. Sonra laf atma olayını düşündü; her seferinde nasıl da duymazlıktan geldiğini. Doğrusu bu değil miydi? Genç kadın devam ediyordu,

“Genelde senden önce binerim ben otobüse.”

“Ben-den önce mi?”

“Ah, evet! Hemen hemen bu saatlerde biniyorsun ya sen de ama düşman olduğundan fark etmemişsin.”

“Düşman mı?”

“Dost başa, düşman ayağa bakarmış ya; senin de başın hep aşağılara bakıyor, onu söylüyorum…”

Sözlerinin ardından gülümsemesi, dalga geçmediğini gösteriyordu. Böyle direkt senli benli konuşması normalde yadırgatıcı olurdu ama öyle hissetmedi kadın. O da gülümseyerek karşılık verdi,

“Alışkanlık. Ama öyle değil midir doğrusu? Hani kimseyi günaha sokmamış olursun böylece, değil mi?”

Cevap vermedi genç kadın. Kızardığını hissediyordu. Lanet olsun, şimdi değil! Gözleriyle otobüsün gri zemininde bir çıkış arıyordu. Sonunda genç kadın kıkırdadı,

“Bunu sana kim söyledi yahu! Kimseyi günaha sokmazmış! Ciddi olamazsın. Sırf ileriye bakıyorsun diye birini nasıl günaha sokabilirsin ki?”

Bilmiyordu. Öyle olurmuştu. Annesi dediydi memeleri tomurcuklanmaya başladığı gün. “Sakın,” demişti, “öyle dik dik yürüyüp de adamları günaha sokma; kafan yerden kalkmasın.” Kaldırmamıştı o da. Bir tek kocasına. Bir tek onun gözlerinin rengini biliyordu: Kırık mavi…

“Bilmem… Alışkanlık diyelim. Okuyor musun sen?”

Bak o da hemen senli benli oldu. Genç kadın sevinmiş gibi,

“Üç yıl önce bitti okul. Moda tasarımından mezunum ben. Normalde işe gidiyor olurdum ama bugün başka. Bugün çok daha önemli bir işim var.”

“Ne güzel! Böyle yeni yeni elbiseler yapıyorsun, değil mi? Filmlerde oluyor ya hani, çiziyorlar elbise filan, ne güzel!”

Sesini esirgemeden güldü genç kadın. Ön taraftan bir iki kafa kendilerine döndü. Böyle birdenbire sesli sesli gülmesine gücendi kadın. Ne dedim ki, diye geçirip, yeniden bir çıkış aradı gri zeminde.

“Kusura bakma, n’olur! Normalde öyle olmalıydı, değil mi? Güzel güzel elbiseler çiziyor olmalıydım, değil mi? Tasarımcı ilanına başvurduğum fabrika pek öyle düşünmedi. Anlaşılan bölüm üçüncüsü olarak mezun olmaktansa bir dalgaya sahip olmak daha önemli. Yine de o fabrikadan bir iş koparabildim: Tekstil fabrikasında işçiyim ben.”

Dalga derken elini bilekten büküp sallamıştı. Hareketi biliyordu kadın. Eliyle ağzını sakladı gülerken _ deli kız.

“Yine de çizim yapıyorum ha! Dışardan kıyafet nâmına aldığım tek şey kumaş; gerisi benim maharetli ellerimde…” Sırtları görülecek şekilde ellerini ileriye uzatıp seyretti; yüz ifadesi kıvanç doluydu. Kadınsa garip bir üzüntüyle baktı o ellere. Güzeldiler. İçleri de güzeldi muhakkak. Kendi ellerine baktı kaçamak, çevirip içlerine baktı: uçları silinmiş parmaklarına, iltihap artığı ayasına, yitip giden hayat çizgisine… Genç kadın birdenbire ellerini tutarak kendine getirdi kadını,

“Ay, biliyor musun; ben arkadaşlarıma elbise dikmeyi çok severim. Artık resmi olarak tanıştığımıza göre sen de benim arkadaşımsın. Sana da dikeceğim, çok seveceksin bak, görürsün!..”

Hayır, olur mu öyle şey, gibisinden bir şeyler diyecekti ki vazgeçti. Genç kadının gözlerindeki o güleç pırıltı, ne söylese vazgeçmeyeceğini ilan ediyordu.

“Teşekkür ederim!” dedi onun yerine.

Otobüsün içinin ayakta durulamayacak hale gelmesine az kalmıştı. Klimadan üflenen sıcak havaya gaz kokusu karışıyordu, insana ait tüm diğer kokularla birlikte: kolonya, parfüm, şampuan, nefes, ter, yağ, osuruk…

Genç kadın ayağa kalktı. Yaklaşmakta oldukları durakta inecekti demek ki. “Yarın değil ama belki öbür gün görüşürüz; umarım yani. Haydi, sana kolay gelsin!” dedi. “Kısmet, diyelim! Allah işini rast getirsin,” diye yanıtladı kadın ve bir durak sonra da o indi…

“Şu camları bir daha siliver, olur mu canım?! Akşam kocişim ta nerelerden sırf benim için gelecek bunca işinin gücünün arasında. Eh, tabii; ne de olsa gün bizim günümüz, değil mi? Güzel bir restorana götürecek. Eve geldiğimizde onu buraya oturtup dışarının manzarasının tadına varmasını sağlayacağım. Bir konyak ile kahve içeriz burada. Sonraaaa, hi hi hi hi…”

“Elbette hanımım! Şuraları hallettim miydi bir daha silerim camları.”

“Tamam canım! Ben de hazırlanayım; ancak hazır olurum, değil mi, hi hi hi…”

Haftada bir geldiği evlerden birindeydi. Her evde yapmayı seveceği bir iş bulmaya çalışırdı, kendine dinlenme anları oluşturmak için; bulurdu da. Yaşlı teyzenin yatak odasını temizlemeyi severdi mesela. Ninesini hatırlatan bir koku vardı o odada, çocukluğuna dair el işlemeleri vardı.

Ya da şu mimar oğlanın çalışma odası dediği yer. Her seferinde masadaki işlerine dokunmamasını tembih ederdi oğlan. Dokunmazdı elbette. O, duvardaki çerçevelere hapsolmuş ev çizimlerinin tozunu almayı seviyordu. Onlardan birinde yaşıyor olmayı hayal ederdi her seferinde.

Bugünün evindeyse _evli-ve-yalnız ablanın evinde_ en sevdiği şey camları temizlemekti. Denizi doya doya seyredebildiği an, o camları sildiği anlardı çünkü. Deniz sonsuzluktu, derinlikti; huzurdu deniz, düştü. Ve maviydi elbette, kırık…

Pencereyi açtı ve ıslatıp sıktığı bezle camları silmeye başladı. Ağır ağır, denizin kendisine seslenişini izleyerek siliyordu. Kurulamaya geçeceği vakit, denizin sesine karışan bir uğultu fark etti. Uğultu sese dönüşerek yaklaşıyordu sağ tarafından. Ses renklere döndü sonra; renkler, insanlara…

Sesleri havada, elleri havada, renkleri havada kadınlar, yürüyorlardı. En önde üç kişi yolu gösteriyor gibiydiler diğerlerine. Sırtında haki yeşili çantası, kızıl saçlarının içinden geçirdiği rengârenk bandanasıyla genç kadın bu üçlüden biriydi. Yanındaki iki kadından daha kısa boylu olanı batmakta olan güneşi işaret ederek bir şeyler söylüyordu kulağına. Durup kalabalığa döndü ve sağ yumruğunu kaldırdı genç kadın. Kızıl saçlarının altından bir gök gürültüsü yükseltti; kadınların cevabı bir sağanak oldu. Gök gürültüsü, sağanak; gök gürültüsü, sağanak. Üç kadından en uzunu, eline aldığı bir şeyi yakıp havaya kaldırdı. On beş saniye kadar sonra kadınların üstünde bir ateş örtüsü oluşmuştu. Şarkılarla, sözlerle, bir sihir gibi geçtiler camları silerken denizi seyretmeyi seven kadının önünden.

O kalabalıktaki duygu nasıl anlatılır bilmiyordu kadın ama hissettiği şeyin güven olduğunu biliyordu. Umut değil, sevgi değil, kızgınlık değil; saf bir güvendi hissettiği. İçine denizin kokusunun karıştığı bir güven. Kırık mavisi bir anıyı, çok derinlere gömülmüş bir anıyı gün yüzüne çıkaran bir güven. Kendine güven!..

Şengül Can Söyleşisi: Parmak izi kadar birbirinden farklı devamsızlıklarımız

0

Şengül Can ile Devamsız kitabı odağında yapmış olduğum söyleşi akan hayatın içindeki devamsızlıklarımızın nelerden kaynaklı olduğunu düşündüğümüz, kafa yorduğumuz, duygularımızı zorladığımız on altı öykü sebebiyle gerçekleşti. Tabii ki Şengül Can’ın ilk öykü kitabı Sarkaç da söyleşinin kapsamı açısından önemli bir yere konumlanıyor. Çünkü devam edişlerimiz veya devam ediyor gibi gözüküp devamsızlıklarımıza varan süreçler, -Sarkaç’ın kelime anlamında olduğu gibi- bir ipin bir ucuna rahatlıkla sallanabilecek şekilde bağlanılan bir kütle ile oluşturulan düzeneğin denge konumunu muhafaza etme meylinden mi kaynaklanıyor acaba? Sarkaç hangi yöne meylederek devam eder dersiniz denge konumunu kaybettiğinde?

Şengül Can ile Devamsız kitabı odağında yapmış olduğum söyleşi için buyurun lütfen.

Aynur Kulak: Türk Dili Ve Edebiyatı bölümü mezunusunuz ve edebiyat atölyeleri veriyorsunuz. İki öykü kitabınız var. Bir tiyatro oyununuz var. Edebiyat ile sarıp sarmalanmış bir yaşamdan söz edebiliriz. Anayurdunuz edebiyat diyebilir miyiz? Şengül Can için bu yorumun doğruluk payı nedir veya ne kadarı doğru?

Şengül Can: Bunu zaman zaman ben de düşünüyorum. Edebiyat olmasaydı ne yapardım diye. Sanırım kendimi en iyi onunla ifade edebiliyorum. Bunu küçük yaşlardan itibaren keşfetmiş olmak – öncelikle bir okur olarak- benim için büyük şans diye düşünüyorum. Çocukluktan itibaren kitaplara yöneldim. Kendi dünyamın belki sıkıntılı taraflarından kurtulup satır aralarında başka dünyaları keşfetmek beni heyecanlandırdı. Başka insanlara ve başka coğrafyalara duyduğum merak ve bir çeşit özlem gibiydi okumak benim için. Aslında çok konforlu bir çocukluk geçirmedim. Lise yıllarında bulabildiğim kitapları okuyor, mahallenin bir el arabasında kitap satan kitapçısına gidip okuduğum kitapları yenileri ile değiştiriyordum. Sanırım bu kitapçıyla geçirdiğim zaman, onunla olan alış verişim okullardan çok daha fazla şey kattı bana. Okuma kültürü kazandırdı diyebilirim ve ucuz kitap.

Türk dili ve edebiyatı okumak ile yazmak arasında hiçbir bağlantı yok. En azından benim aldığım eğitim böyleydi. Yazan çizenlere de genelde boş işlerle uğraştığı hissettirilirdi. Bir öykü, şiir yazacağımıza açıp iki satır Karahanlı Türkçesi çalışmak daha makbul kabul edilirdi. Bir alana ilgi duyuyorsanız dışardan okumalarla desteklemek daha doğru gelmiştir bana. Müfredata bağlı bir eğitim almak yerine. Umarım edebiyat eğitimi yazmak ve bir şeyler üretmek üzerinden de bir yol bulur kendine. Bu anlamda Dramatik yazarlık bölümleri daha verimli ve üretken.

Üniversiteden sonraki süreçlerde ise internet dergileri çıkarttığım bir dönem oldu. Mavi Melek Resimli Edebiyat Dergisi ve Çerçi Sanat yer aldığım iki kolektif oluşumdu. İki dergi de benim için okul oldu diyebilirim. Hem yazmaya başlamak hem de benim için yeni bir karşılaşma olan 50 Kuşağını tanımam bu sayede oldu. Ve önümde bir okyanus açıldı.

Aynur Kulak: İlk kitabınız Sarkaç ile 2013’te buluştuk Devamsız 2019 Aralık. Arada 6 yıl gibi bir süre var. Yıllarla veya sürelerle çok ilgilenmiyorum aslında, bu süre zarfında sizin hissiyatlarınızın öykülere yansıma biçimleri asıl konuşmak istediğim. Biraz daha açmak gerekirse;  Sarkaç’ın kelime anlamı; bir ipin bir ucuna rahatlıkla sallanabilecek şekilde bağlanılan bir kütle ile oluşturulan düzeneğin denge konumunu muhafaza etme meyli. Kurulan düzenek dengesinin meyli. Ve Devamsız. Umudumuzu kaybetmeksizin ısrarla ve inatla kurduğumuz düzenek dengesine olan meylimize devam edemiyoruz sanki. İki kitap arasındaki süre zarfında  Devamsız hissiyat olarak bunun mu tezahürüydü? Ne dersiniz?

Şengül Can: İki kitap arasında epey bir zaman var. İlk kitabım 2013 Yaşar Nabi Nayır Gençlik ödüllerini aldı. Varlık Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Kitap çıktığında aslında bunun nasıl bir duygu olduğunu tahmin edemedim. Neleri düşünmek, nelerle baş etmek zorunda olduğumu da. Dergilerde öykülerim yayınlanmıştı. Bunları bir kitap bütünlüğünde görmek, yazmak, yazar kimliği üzerine düşünmek benim için önemli meselelerdi. Bütün bunlar için yeterince hazır mıydım? Yeterince donanımlı mıydım?

Gerçekten ne yapmak istiyordum? Bunları sorguladım. Gündelik hayatlarımızın sıkıntıları da vardı. Bir şeyler iyi gitmediğinde yazı için de aynı şeyler geçerliydi. Bu durumda aslında kendimi tanıma süreciydi bir çeşit. Yol almak. Yazmak yolculuğum kendiminkiyle de birlikteydi. Bu anlamda sadece dışardan gözlemleyip yazan biri olmadığımı ve hayatımdaki dönemeçlerde, değişimlerde durup beklemem, düşünüp çözmeye çalışmam gerektiğini gördüm. Bazı yazarların içerden yazdıkları ile ilgili bir şeyler okuduğumu hatırlıyorum. Benim için de bu durum tam da böyle şeye karşılık geliyor sanırım.

Bu nedenle Devamsız’ın çıkışı çok ikircikli oldu. Devam etme halini de sorgulayan. İki kitaptan sonra yazdığım Bir Evi En Çok Ne Zaman Terk Edersin? adlı oyun da aslında bu kendi sorunlarına ve kendi dünyasına gömülmüş bir yazar ile de hesaplaşan bir yerde sanki benim için.

Aynur Kulak: Devamsız kitabını öncelikle genel olarak, on altı öykünün yarattığı hissiyatla ele almak istiyorum. Bazen dalgınsınızdır yürürken ve kaldırımın bittiğini fark etmeyiz. Kaldırımı bitiren ilk adımımız boşluğa düşer bir an için ( Tüm gayretinizle “Devam” dediğiniz an kesme işareti ile (-) devam-sız olmak gibi) Fakat düşmeyiz. Devam ederiz. Üstelik toparlanmışızdır, dalgın değilizdir artık. Ama orada bir anlık oluşan boşluk peşinizi bırakmaz aslında, bizimle beraber yürür. “Bir türlü yola düşemiyordum.” (Bahçede öykünüzden) Devam-sız’daki tüm öyküler geride bırakıldığı sanılan o boşluktan yazılmış gibi. Devam etmek isterken içimizin ansızın düşülen boşluğunda yine de bir yerlerden bir şeyler yakalayabilmek, tutunabilmek için devam etmek isteyen öyküler diyebilir miyiz Devamsız’daki öyküler için?

Şengül Can: Sanırım bu boşlukları ve bir çakıp kaybolan o aydınlanma anlarını seviyorum. Belki de öykünün gidişatına, kurgusuna hiçbir şey katmayan ama tamamen öykü kişisinin zihninde meydana gelen. Devamsız’ın anlamlarını kendimce sıraladım kitabın giriş kısmında. Üç anlamda kullanmıştım ve öncelik sıraları da vardı. 1. Çok ve münasebetsizce konuşan, dik sözlü. 2. Parçalı kopuk. 3. Okuldan kaçan kimse.  Bu üç haline kitabın genelinde yer vermek istedim. Bu ruhsal durumlar da öykülere ince ince sızıyordur belki.

Aynur Kulak: Kitap kapağının yarattığı algı ile olabilir, on altı öykünün ismine baktım sırayla ve direkt olarak Leopar ile Antilop öyküsüne ışınlandım. Bu öykü neden var? Devamsız’dan bahsederken bu öykü üzerinde özellikle durulması gerektiğini düşünüyorum çünkü leopar tüm dikkatiyle avına odaklanmışken, fark etmeyip bir an için boşluğuna düştüğümüz kaldırım yükseklikleri gibi dikkati dağılıyor ve kimsenin bilmediği bir sır üzerinden, kimsenin anlam veremediği olaylar silsilesi oluşuyor. Gerçekle aramızda, sırlarla aramızda bir an var aslında, boşlukları arkamızda bırakıp devam ettiğimizi sanırken oluşan öyküler var, değil mi? 

Şengül Can: Öykülerimde çocuk anlatıcılara ya da onların çocukluktaki gözleriyle anlattıkları öykülere yer vermeyi seviyorum. Geçenlerde bir arkadaşımdan mesaj gelmişti, kayıp bir çocuk ilanı. Evden bakkala gitmek için çıkmış. Sonra eve gelmemiş. Bir günlük arayıştan sonra çocuğu bulmuşlar. Parayı harcamış sonra da korkmuş saklanmış. Benim de buna benzer bir anım var. Büyüklerin fark etmediği ama benim bildiğim. Sonra korkudan kimseye söyleyemediğim. Aslında çoğu zaman çocuk deyip geçiyor büyükler. Yanlarında birçok şeyi konuşuyorlar. Anlamaz diye. Ya da çocuklar kulak misafiri olabiliyor, öyküdeki gibi. Bir çeşit kısır döngü aslında anlatılan erkeklik hikâyesi. Hiçbir yere varamayan, çözümsüz. Dönüştürücülüğü de yok. Dede de olsa, seksen yaşında da olsa, intikam almak isteyebiliyor. Hem de bunamaya başladığı bir dönemde, burada belki yıllarca karısının sırrını tutmanın etkisi, ya da yüzleşemediği erkekliği. Belki toplumsal boyutu. Bir anda ölmek üzere iken ortaya çıkıyor. Katı bir gerçek bir yandan, çocuk dünyasından anlatmak istemiş olabilirim bu nedenle. Ve çok eski bir hikâye. Ondan leopar ile antiloptan bahsetmek istedim. Çoğu zaman da hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Bunu büyükler fark edemese de çocuklar fark edebiliyor.

Aynur Kulak: Her öykünün (Her insanın) Devamsız’lık sebebi parmak izi kadar birbirinden farklı. Bu farklılık kendi içinde bir takım kümeleşmelere de sebebiyet veriyor aslında.  Öğle Yemeği, Parotis, Gece öyküleri erkekleri  anlatan yapısıyla, erkek zihninin dıştan asla anlaşılmayan şekliyle aslında kendini sürekli kıyas etmesi ile bir kümeyi; öznesini daha çok kadınların oluşturduğu   Bahçede, Hayatımdaki Kurabiye,   Leopar ile Antilop, Yüzümde Fotoğraf Korkusu, Masal Bitti, Ağaç Ev öykülerinin  bir topluluk, aile, toplum yapısı olay örgülerini anlatması ile bir başka kümeyi;  Ağabeyim Bir Fesleğen Mi? Ölü, Duvar öykülerinin şiirle kol kola yürümeyi tercih etmesinden mütevelli  karakterler ve olay örgüsü açısından parçalı kopuk yapısının bir kümeyi oluşturması.   Karakter, olay, mekan kümeleşmeleri aslında plansız, programsız  içsel (içgüdüsel)bir akış sonucu oluşmuş diyebilir miyiz?

Şengül Can: Aslında özellikle yapmadım. Ama bu kümeleme diğer öyküleri de ortaya çıkartması bakımından faydalı olmuş bence. Genelde kadın öykü kişilerinin yer aldığı öyküler öne çıkıyordu. Erkeklik de, sistemle uyuşamayan, kendi içine kapanan, erkeklik rolünün altında ezilmiş olan erkeklerin de hikayelerine yer vermeyi istediğimi söyleyebilirim. Dil mevzusu ise tamamen içerikle ve anlatma biçimiyle ilgili bir durum. Söylediğiniz öyküleri daha farklı bir dil ile anlatamam diye düşünüyorum. Anlatılan olay, öykü kişilerinin zihin yapısı beni buna zorluyor gibiydi.

Aynur Kulak: Hemen hemen her öykünüzde karşımıza bir şekilde çıkan toplumsal cinsiyet kavramına gelmek istiyorum. Fakat özellikle İklimler öyküsüne vurgu yaparak konuşmak isterim. Öykü bozkırın ortasında bir köyde geçiyor. İki kadının ilişkisi söz konusu böyle bir yerde. Gülsüm’ün ölen kocası, Meryem’in abisi aynı zamanda.  “Meryem Gülsüm’le kalır”  “Ve köyü saran dedikoduları.” Üçüncü bir kadının varlığı söz konusudur aynı zamanda. Kadını toplumsal cinsiyet rollerinde yok sayıyoruz ama cinselliğin yapısını da en çok kadınlar üzerinden  kuruyoruz. Yok sayılan ama asla vazgeçilmeyen de bir durum var, neden? Meryem ile Gülsüm’ün ilişkisi hayalini kurduğumuz ideal ilişki modeline o kadar uygun ki ama iklimden dolayı (kış) kapalı kapılar ardında kalmaya mahkum. İklim değişse de mahkum. Bahar gelse de.

Şengül Can: Amacım bu öyküde taşraya bakmaktı aslında. Taşrada geçen queer bir hikayeye çok da rastlamadım. Elbette vardır diye düşünüyorum. Muhtemelen benim eksikliğim. Ama neden daha fazla yazılmasın. Şimdi taşra üzerine düşünürken de başka sorunlar ortaya çıkıyor. Taşra çok gizemli ve mistik de anlatılmıştır bir yandan. Gözlemlediklerimden yola çıktığımda taşranın öyle mistik bir tarafı da kalmadı. Birçok köyde internet var, çoğu kişide akıllı telefon. Alış veriş merkezleri, süper marketler yine değişen başka şeylerden biri. Hane sayısının azalması, göçün artması da buna ekleniyor. Ben burada iki durumun arasında bir köyü anlatmak istedim. Bu köyde Meryem ile Gülsüm nasıl sevebilirlerdi birbirlerini. Toplumun belirlediği normlar ve toplumsal yargılar olmaması en büyük dileğimiz aslında. Ama köyde bu durum ne kadar mümkün? Nasıl mümkün? Bütün bu sorulardan da ötesini görmek istiyorum sanırım artık. Hem de bir okur olarak da bu durum böyle. Çünkü bu süreç iki kadının bir yandan da kendilerini keşfetme süreci. Onların ruh hallerine, iç dünyalarına, çelişkilerine, kafa karışıklıklarına da odaklanmak istedim. Bu toplumsal yargılar, korkular içinde o akışkanlık. Kadınlar bunu başarıyor. Taşrada da olsa kendi hikâyeleri. Bu hikâyede bir kaybeden de yok aslında. Belki de aşk ömrü olan bir şeydir. Bitiyor. Sonsuza kadar mutu yaşamıyorlar. Daha sonra başkaları dahil olacak hayatlarına. Böyle de olsa hikâye bize yine de kış mevsimini çağrıştırıyor. Ama dışarısı kış iken evin içinde başka başka mevsimler yaşanıyor. İklimler adı sanırım bununla ilgili. Bir de Nuri Bilge Ceylan sevgisinin verdiği bir çağrışım.

Aynur Kulak: Genelde kitaba ismini veren bir öykü olur kitabın içinde fakat Devamsız isimli bir öykü yok. Bu anlamda adı devamsız olsaydı en uygun öykü Tırare olurdu sanırım. Her anlamda devam edemeyen bir karakter var. O kadar devamsız ki, bir gün hikayeyi yazarsam diyor ama hikayeyi dahi yazamıyor. Devamsızlık tam da böyle bir şey değil mi, aynı Tırare öyküsünde olduğu gibi, hikayeyi yazamamaktan ziyade, aslında hikayeyi sürdürememek. Yaşayamamak.

Şengül Can: Bu öyküde arzu meselesi üzerinden yola çıkmak istedim. Zaten tanımlaması da zor bir konu. İşin içerisine bir de kent yaşamı, benliğimizi başka birine açmanın verdiği tedirginlik. Kafa karışıklığı, geri çekilme. Bütün bunlar öyküyü anlatma biçimine de yansıdı. Yazar anlatıcı da bu sınırlarda gelip gider. Evet bütün bunlar büyük fotoğrafı görmemize de engel olur. Her şeye rağmen devam eden hikâyeye dönüp baktığımızda tüm çelişkilerimiz, korkaklıklarımız, kendimize dönen öfkelerimize rağmen aslında hikâyenin içindeyiz. Hatta anlatıyoruz, yazıyoruz.

Aynur Kulak: Öğle Yemeği, Parotis, Gece,  Hayatımdaki Kurabiye  öykülerinizi farklı bir yerden ele almak istedim üstteki soruda ama bu öykülerin kurgularını atlamak istemiyorum. Kitaptaki diğer öykülerden ayrılır şekliyle bu öykülerdeki hikayeyi anlatışınızdan, kurgunuza, karşı tarafa (okuyucuya) geçirmek istediğiniz hissiyata kadar farklı bir şeyler var. Parçalı kurguyu seçmenize rağmen bütünlük duygusu yaratması diye düşündüm. Birbirinin karşısında duran duyguları kucaklaması, mesela yaşam karşısında ölümü kucaklaması, ama bunu düz bir öykü anlatımıyla yapmaması ya da kaybettiği aşikar olmasına rağmen karakterlerin mücadele etme isteği belki… Kurgularıyla farklı bir yere konumlanan bu öyküler neyin ifadesi?

Şengül Can: Bunun özel bir nedeni var mı diye düşünüyorum. Aslında bilmiyorum. Ama tahmin edebilirim. Belki de ikilikler arasında sıkışmış öykü kişileridir. Toplumla kendi bireyselliği arasına, toplumsal cinsiyet ile özgürlüğü arasına, ataerkillik- tahakküm ile isyan- kabuğunu kırma duygusu arasına, kalmak ile gitmek arasına. Hayat böyle değil bir yandan. Aralarda hep geçişler ve geri dönüşler ya da aynı yere çakılıp kalma halleri var. Bir yandan da devam etmemiz gerekiyor. Ama devam etmenin bir zorunluluk olmadığını düşünen öykü kişileri de var.

Aynur Kulak: Yalnız kalmamız gereken anlarla, birileriyle beraber olmamız gereken anları bizler pek de belirleyemiyoruz galiba. İhtiyaç duyduğumuz şeyler, ihtiyaç duyduğumuz anda ters taraflara düşüyor sanki. Devam ederken, devam edemiyor olduğumuz duygusu buradan mı ileri geliyor acaba diye düşündüm kitabı bitirdiğimde. Kitabın tamamındaki tüm öyküler bu düşünceme sebep fakat daha çok  kitabın son öyküsü Kalabalık kitabı bitirdiğimde bu düşünceyle tam anlamıyla sarmalanmama sebep oldu sanırım. “Kaçtığın hikaye kimin hikayesi. Kendi hikayesini bırakabilir mi insan?” Öykülerimizi gerçekten bizler mi belirliyoruz? Kalabalık öyküsü hem bu anlamda ayrılıyor (özellikle üzerine konuşulması açısından) hem de kitabın son öyküsü olmasına rağmen öyküleri hiç düşünmediğimiz noktadan düşünmemizi, kavramamızı sağlıyor, ne dersiniz?

Şengül Can: Kalabalık öyküsünü kitabın son öyküsü yapmam sanırım bütün bunlarla ilişkili. Bunu özellikle yapmak istedim. Geniş çerçevede edebiyat ve hikâye anlatma üzerine de düşünmek. Hem de anlatıcının konumu üzerine de aynı zamanda. Kitabın geneline de yaymaya çalıştığım bu bir çeşit “panoptikon” hali. Öykü kişileri bunu bakışlarda hisseder. Son öyküde bu bakışa yöneliyor. Bu defa okurun bakışını da çağırıyor. Ve onu da yüzleşmeye zorluyor. Kurgusal bir metin bunu başarır mı bilmiyorum. Böyle bir gücü var mı? Ama düşünmek istedim. Katili, kadını izleyen o edilgen bakışı, silah doğrultulan anlatıcıyı ve kurmaca metni okuyanları. Okumanın, yazmamım, izlemenin konforunu kendimi de içine dahil ederek sorgulamak belki. 

Aynur Kulak: “Bir Evi En Çok Ne Zaman Terk Edersin?” 2018 yılında Galata Perform’da okuma tiyatrosu kapsamında seyirci ile buluşan oyununuzun adı.  Uzun değil kısa bir süre sonra evlerimizi terk edemedik, aksine evlerimize döndük ve  kapanmak zorunda kaldık. Nasıl devam ediyorsunuz Şengül Hanım? Daha doğrusu nasıl devam etmeye çalışıyorsunuz? Ne oldu sizce tam olarak, bu süreçleri, böyle bir dönemi neden yaşamak zorunda kaldı insanlık? Bu dönemle birlikte neler gerçekten değişecek? Ve sanki  pandemi sürecinde hiç sınanmamışız gibi her konuda ve her alanda şiddetin gücü, görünürlüğü  gittikçe artarak devam ediyor.  Umudunuz var mı?

Şengül Can: Evet hiç aklımıza gelmeyecek şeyler başımıza geldi belki. Önceleri tanımlayamadığım anlam veremediğim bir süreçti. Açıklaması zordu. Sağlık işin içine girdiği için de oldukça stresli bir süreçti. Uzun süre evde kedimle birlikteydik. Stres ve bu asosyal hayat beni çok olumsuz etkiledi en başta. Geceleri uyuyamıyordum. Gündüzleri birkaç saat uyuyup evden çalıştığım için de işlerimi sürdürmek zorunda kalıyordum. Bir süre böyle devam etti. Daha sonra yazı ile daha sıkı bir bağ kurduğum günler geldi. Bu dönemde bir uzun öyküye başladım. Başlangıç tarihi olarak da corona dönemini gösterdim. Hem ilk kitap ile ikinci kitap arasında yazı ile ilgili düşüncelerim, deneyimlerim hem de hayatın kendi yolumu bulmam noktasında bana çıkarttığı zorluklar. Yazı ile devam etmem, tutunmam, ya da iyileşmesem bile bağışıklığımı güçlendirmesine çıkıyordu. Başladığım öykünün girişine yakın dostum Mehmet Ersoy’un bir sözünü yazdım. “Nükleer bomba düşmüş olsa bile, eğer ki hayattaysan, bir yaprağa yaz ya da bir ağaca konuş.”  Böyle böyle devam etmek için nedenler buldum. Yolumu kaybettiğimde hayatıma bir odak. Bu illa yazmak da değil. Ama benim için böyle sanırım. Yine pandeminin başlangıç tarihlerine denk gelen süreçte Mor Dayanışma Derneğinin çağrısıyla kadınların ve lgbti+’ların katılımına açık bir “benim yolum başlıklı” bir öykü atölyesi düzenledim. İki buçuk ay süren ürettiğimiz ve bize iyi gelen bir süreç geçirdik diyebilirim.

Umutsuzluğumu mizahla karşılamaya çalışıyorum bu ara. Mizahı hayatıma ne kadar katabilirim. Bunu soruyorum kendime. Bu dönemde geçecek, yeni şeyler öğrendik bir yandan da. Online bir sürü etkinlik yapıldı, bazı şeyleri yerini yenileri ile değiştirecek ve belki bu dönem de bir prova oldu. Bekleyip göreceğiz sanırım.

Hayata müziği ile değen kadınlar-V: Maria Anna Mozart

Tarih sayfaları, ataerkinin gölgede bıraktığı, eşitsiz fırsatlar sunup körelttiği, başarısız gösterdiği, unutturduğu sayısız kadının ismiyle dolu. Bazen yaşadıkları dönemde tanınmayarak bazen yazılmayıp unutturularak tarihin gölgede bıraktığı bu kadınlardan biri de Maria Anna Mozart. Bu öteki Mozart, kardeşinden de önce besteler yapmaya, piyano çalmaya başlamış olsa da sanatın tarih tarafından gölgede bıraktığı ama hepimizin bildiği erkek Mozart ile aynı yeteneğe ve dehaya sahip biriydi. Bu da “neden tarihin ötekilerini yazmalıyız?” sorusuna cevap veriyor sanırım. Bilmediğimiz sayısız kadının, lgbti+ bireyin, çocuğun, işçinin ve türcülüğün yok sayıp yaşam hakkını çaldığı insan türü dışındaki varlığın öyküsü gizlenmiş bir biçimde bizleri bekliyor zira.

Nanerl takma adıyla tanınan Maria Anna Mozart, 1751 yazında dünyaya geldi. Henüz yedi yaşındayken piyonun atası olan klavsenin başına geçti ve çalmaya başladı. Dünyada büyük bir üne sahip olan kardeşi Mozart onu takip etti, Nannerl kardeşinin idolüydü. Hayallerinde inşa ettikleri krallıkta, sadece ikisinin anladığı bir dilde düşler kuruyorlardı.

Young Mozart's London | View from the Mirror

Müzik dehası bu iki çocuğun babası ve eğiticisi Leopald Mozart, 1762 ile onları tanıtmanın zamanı geldiğini düşünerek büyük bir turne düzenledi. Bu süreç, Nannerl için deneyim kazandığı ve bakış açısını değiştirdiği bir süreç oldu. Bugün daha çok Wolfgang ismi anılsa da dönemin en çok konuşulan isimlerinden biri de Maria Anna idi.

The Quiet Genius of Maria Anna Mozart | All About History

Babalarının hastalanması üzerine iki Mozart da sessiz bir sürece girse de birlikte üretmeye devam ettiler. Bu arada Maria Anna, Wolfgang için bir senfoni yazmaya başladı. Kardeşler, birlikte çalışmaya devam ederken ablasından ilham alan Wolfgang, pek çok yeteneğini onun yönlendiriciliği ile geliştirdi.

Maria Anna, 18 yaşına geldiğinde ise onun için planlanan hayat farklı bir yöne evrildi. Çünkü bir kız çocuğu için seyahat ve müzik yeteneğini sergilemek hoş karşılanabilirken bir kadın için bu, korkunç bir şeydi. Toplumun bu tutumunun oğlunun kariyerini riske atacağını düşünen Leopald, seyahat programlarından Maria Anna’yı çıkardı. Nannerl artık tüm kadınların durması istenen yerdeydi, evdeydi.

Maria Anna, eve hapsedilişinin ardından müziği ve üretmeyi bırakmadığı gibi kardeşi için üretmeye ve provalarında çalmaya devam etti. Babası ve sonrasında da eşi tarafından hayatı baskılanan Nannerl erkeklerin istediği hayatı yaşamak zorunda bırakılan sayısız kadından biri oldu.

Maria Anna, babasının ve eşinin ölümünün ardından kendi hayatını dilediği gibi yaşama konusunda nihayet özgürdü. Çocuklarını da alıp Salzburg’a taşındı ve müzik öğretmenliği yaparak hayatını geçindirmeye başladı.

Ataerkinin onun için ideal gördüğü hayata hapsedilse de müzik tutkusunu hep içinde taşıyan Maria Anna Mozart için pek çok kişinin kullandığı ifade ‘gölgede kaldı’ olsa da o, gölgede kalmadı, gölgede bırakıldı ve 1829’da yaşanmamışlıklarla hayata veda etti.

Kaynak: Maria Anna Mozart

Yazı dizisinin diğer yazıları için:

Hayata müziği ile değen kadınlar-I: Antonia Brico

Hayata müziği ile değen kadınlar-II: Neveser Kökdeş

Hayata müziği ile değen kadınlar-III: Amy Beach

* Hayata müziği ile değen kadınlar-IV: Ethel Smyth

Amin Maalouf ile çevrim içi edebiyat buluşması

Institut français Türkiye’nin düzenlediği Edebiyat Salonu çevrim içi etkinliğine bu ay eserleri 38 dile çevirilen ünlü yazar Amin Maalouf katılıyor. Etkinlik 28 Nisan tarihinde saat 19.00’da Zoom platformunda gerçekleşecek. 

Yiğit Bener’in sunumuyla gerçekleşecek olan Edebiyat Salonu’nda Amin Maalouf’a, eserlerini Türkçe’ye kazandıran çevirmen ve yazar Ali Berktay da eşlik edecek.

Fransız Akademisi’nin 2011’den beri üyesi olan Fransız-Lübnanlı romancı ve gazeteci Amin Maalouf, 1993 yılında aldığı Goncourt ödülü de dahil olmak üzere birçok ödülle taçlandırıldı.

Eserleri Türkiye’de giderek artan sayıda sadık bir okur kitlesi tarafından takip edilen Maalouf, son romanı Empedokles’in Dostları ve denemesi  Uygarlıkların Batışı ile halihazırda büyük bir başarı kazanmış durumda. Bu iki eser çerçevesinde ve merkezinde birden fazla kimlikle bağlantılı çatışmaların yer alacağı bu fikir tartışmasını her zaman olduğu gibi yazar Yiğit Bener sunacak.

* Fotoğraf JF PAGA

Amin Maalouf 1949’da Lübnan’da doğdu. Ekonomi ve toplumbilim okuduktan sonra gazeteciliğe başladı; 1976’dan beri Paris’te yaşıyor. Çeşitli yayın organlarında yöneticilik ve köşe yazarlığı yapmış olan Maalouf, bugün vaktinin çoğunu kitap yazmaya ayırmaktadır.

Çok iyi bildiği Asya ve Akdeniz çevresi kültürlerinin söylencelerini yapıtlarında başarıyla işleyen Maalouf, ilk kitabı “Les Croisades vues par les Arabes” (1983, “Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri”, YKY) ile tanındı ve bu kitabın çevrildiği dillerde de büyük bir başarı kazandı. 1986’da yayımlanan ve aynı yıl Fransız – Arap Dostluk Ödülü’nü kazanan ikinci kitabı (ilk romanı) “Léon l’Africain” (Afrikalı Leo, YKY) ise bugün bir “klasik” kabul edilmektedir.

Maalouf’un 1988’de yayımlanan ikinci romanı “Samarcande” da (Semerkant, YKY) coşkuyla karşılandı ve pek çok dile çevrildi. “Les Jardins de Lumière” (1991, Işık Bahçeleri, YKY) ve “Le Ier Siècle après Béatrice” (1992, Beatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl, YKY) adlı romanlarının ardından, 1993’te yayımlanan romanı “Le Rocher de Tanios” (Tanios Kayası, YKY) ile Goncourt Ödülü’nü kazanan yazarın, “Les Echelles du Levant” (Doğu’nun Limanları, YKY) adlı romanı 1996’da, “Les Identités Meurtrières” (Ölümcül Kimlikler, YKY) adlı deneme kitabı 1998’de çıktı. Maalouf 2000’de “Le Périple de Baldassare”ı yayımladı (Yüzüncü Ad – “Baldassare’nin Yolculuğu”, YKY). Finlandiyalı müzisyen Kaija Saariaho’nun bestelediği opera için yazdığı “Uzaktan Aşk” (2002, YKY) Maalouf’un ilk librettosudur. 2004’te “Origines” (Yolların Başlangıcı, YKY) adlı romanı, 2006’da ikinci librettosu “Adriana Mater” (YKY) 2009’da ise ikinci deneme kitabı “Le dérèglement du monde” (Çivisi Çıkmış Dünya, YKY) yayımlanmıştır. Amin Maalouf 2011 yılında Académie Française’e seçilmiştir.

*Etkinlik, Zoom üzerinden Türkçe simültane çeviri ile gerçekleşecek.Kayıt olmak için bağlantıya tıklayınız.

* Telif hakları gereği görsel ile birlikte © JF PAGA ibaresinin kullanılması zorunludur.

Kalbimin Işıklı Aynası. “Hildegard von Bingen”

Azize Bingenli Hildegard 12. yüzyılda yaşamış, Benediktin tarikatına mensup Alman asıllı Tanrı keşifçisidir.

Ortaçağ Avrupası’nın en tanınmış kadın şahsiyetlerinden birisi olan Bingenli Hildegard, Roma Katolik Kilisesi tarafında azize olarak tanınmış ve 2012’de Papa Benedictus tarafından “Kilise Doktoru” ilan edilmiştir.

Şimdi, Batı’nın materyalist dini konumlandırmalarını geride bırakalım? Ve Hildegard’a bakalım. Kendisine birçok açıdan bakmak mümkün olsa da, bu yazıda müziğini konuşmak istiyorum.

Sesin, bizler için hala gizemini koruyan bir fenomen olduğu kesin. Şu anda materyalist bilimimiz konuyu biraz daha açtı ve titreşimleri görünür hale getirdi. Bir yüzyılda böyle bir ilerleme iyi mi kötü mü bilemedim.

Düz bir yüzeye, kum taneleri serpip frekansa veya dalga boylarına göre kumlardaki değişmeyi hepimiz gördük değil mi? Görmeyenlere tekrar hatırlatalım çünkü birazdan büyüye başlayacağız.

Şimdi, konuşuyorum ve yaratıyorum, magusların dediği kısa özet. İşte büyünün temeli, yaratımın temeli. Yuhanna incilinde “Başlangıçta söz vardı” diye başlar. Haydi iki küme arasındaki bağları kuralım, zihnimiz bunu çoktan yaptı değil mi?

Şunu bilmemiz gerekiyor, konuşmak yaratımdır. Düşünmek, yaratımdır. Konuşmanın kökünün düşünmeyle başladığına hemfikiriz değil mi? Mental Plane, özellikle de yüksek mental düzlem ya da insan egosunun bulunduğu alanın genel ifadeleri geometrik şekillerdir. Desenler, geometrik şekiller, fraktal gibi bir doğası vardır (anlatım olarak) Şimdi oradaki soyut formların, burada somutlaşması (titreşim, frekans, dalga boyu gibi) ne olabilir?

İnsanın fonksiyonuna dair bir fikir daha. İnsan burada ne yapıyor, ben burada ne yapıyorum soruna bir açıklama daha geldi. Yaratıyorsun! Bravo, aramızdan bazıları Tanrı olacak ilerde. Daha yolumuz var sanırım.

Konu hiç de mistik ya da dini değil. Azize Hildegard yaşadığı zamanda çalışmaları bu başlıklarda üretilmiş olabilir ancak inisiyenin ifadesindeki incelik zamanının kabullerini aşar. Bu özellikler bir o kadar da yüksek ahlaki değerlere sahip. Tertemiz bir alan, saf bir kalp ile erişeceğimiz yerler. İnisiyasyon da bu yüzden var? Şöyle bir soru soralım, acaba nasıl inisiye olunuyor?

Egzoterik bilim sağolsun, olayları gözümüzün önüne seriyor ancak nedensellik bağını kuracak ezoterik bilgi olmadığı için yine dışsal/materyalist bilim onu öğütüyor. Yüzeydeki kumların aldığı şekilleri neye bağlayacağız ve bize ne kattı onu orada öyle görmek?

Bütün olay burada yığılıyor işte. Analojiler başlıyor, hikayeler başlıyor, kuantum sıçramalar başlıyor, esmalar, zikirler, mindfulnesslar (ne demek acaba?), bir guru ve tebaası da bu alanda yığılıyor. O da şu, bir gerçek ifşa olmuş. (Ezoterik olanın küçük bir kısmı, sonuçta kitlelerde inisiye olmalı.) Biri de bu ifşayı alıp, kitlelerin anlayacağı şekilde açıyor ve yorum katılıyor analoji yapıyor, güzel güzel hedefler veriyor.

Of, burada bir şey olabilir. Ezoterik yolu keşfetmeye çalışan, yolda olan öğrencilere Alice A. Bailey’in “What is an Esoteric Shool” makalesini öneriyorum. Kova Çağı ne demek biraz daha iyi anlamış oluruz. Makale, sitesinde var, ücretisiz olarak okuyabilirsiniz. Çünkü ezoterik olanın ne olduğunu anlarsak, diğerlerinin ne olduğunu anlarız.

Kişi kendi kendine “lead” etmeli, kişinin tek öğretmeni vardır o da Monad’ı ve Ruh’udur (Solar Angel diyelim, bazıları belki araştırmak isteyebilir?) Bütün iş ona bu yolu göstermekte. İlk başlarda çok dağınık oluyor, çünkü Ruhu nasıl bulacağız? Çünkü bizim kafalar alışmış sınıflara, derslere, ders aralarına, pazartesiye/salıya, sınavlara geçer not olmalara ya da biri konuşsun ben dinleyimlere. Tabii ki, olay bundan çok daha fazla. Bu biri anlatmayacak demek değil bu, yoldaki herkes birbirine yardım edecektir, anlatacaktır ancak iş sana düşüyor, sistemli çalışmadan, araştırmadan, üzerine düşünmeden, gözlemeden, sormadan, denemeden nasıl ulaşacaksın, nasıl enerjilerini temizleyeceksin de sana görünür olacak bir şeyler? Bugün güzel sorular soruyorum. Kendi ışığını üreteceksin dostum, yapacak bir şey yok.

Evet, konu derinleşiyor. Denizlerin büyük balığını mı yakalayacağız yoksa? Azize Hildegard’ın müziği, sözleri, şarkılarının titreşimleri bulunduğumuz ortamdaki diğer düşük varlıkları/enerjileri uzaklaştırmak için kullanılabilir. Yüksek duygularla yazılmış bu yüklü titreşimlerin kıymetini kalbiniz anlayacaktır.

Perili köşk | Öykü

Ürpermenin insanı canlı hissettiren bir yanı olmalı. Olmalı ki her şeye rağmen insanlar korkunun üzerine gidip merakına yenik düşüyor.  Sonunu düşünmeden kendisini tehlikeye iten bir maceraya koşuyor. Bir ayağı ileride öteki geride olsa da sürünerek, eğilerek, çömelerek yahut koşarak karanlığın içine geliyor. 

Evet, ben perili bir köşküm. Tarihim bayağı geçmişe uzanıyor. Çıtırdıyor kolonlarım, duvarlarım kanıyor. Ne çok anı, ne çok ağır ve tabii kahkaha sindirmişimdir içime. Kaç yatak odası, kaç bodrum katı, kaç mutfak banyo ve elbette bahçemde neler neler izledim gördüm bi’ bilseniz. Çocuklar çok korkmaz. Henüz öğrenmemiştir hayatla ilgili bir dünya asıllı asılsız şeyi. O yüzden büyük merakla içime girer kolaçan eder ve keşfe çıkarlar. Kimisi umduğunu bulur kimi korkar kaçar en ufak bir çıtırtıdan kimi de düş dünyasına çıkar ve kendi hayallerini benim desenlerimle buluşturur. Hayallerine yenilerini de ekler beni malzeme yapar ve zenginleşip gider. 

Hayatta her şeyde olduğu gibi iyi kötü doğru yanlış yok. Senin içinde neyi uyandırıyor, neyi güçlendiriyor ve var kılıyor? Dışarı çıkmayı bekleyen pusuya yatmış nelerin vardı da zemin arıyor ve vücut bulsun istiyorduysan benim evim hepsini ortaya çıkarır. Bak az önce yarık ve çatlaklarıma dokunan şu genç. Benim içim titredi dokununca oraya. Onun ise kendi yarasını fark ettirdi. Büyük düşler ormanının hayaletlere gebe varlığım. Ben varlığımı hem canlı hem cansız cesetlerle doldurdum. Kim gerçek ölüydü kim gerçek diri. Nereye kime ve neye ölmüştü ölen. Keşfe mazhar varoluşu neden kuytularda aranmaya başlamıştı. Tavan arasına çıkarsan üşürsün. Göğe yaklaştıkça ayakların boşalır tutunmak zor olur. Uçmanın bedeli vardır kâinatta. Fakat bodrum katı küf kokar. İçine sığdıramadığın ne varsa sığdırırsın ama bir şekil. Sebeplerin var olsun istiyorsan gel mutfağa girelim. Her şey daha da netleşir. Kokuları özümsersin. 

Banyo çok karışık. Sabun mu, maske mi, yıkanmak mı köpüklerin arasından yüzünü gösteren hayaletlerle dans mı? Perili köşkte sıradan bir gün nasıl olur? Hayaletler kahvaltı yapar mı? Dolanıp durmak aynı yerde ne demek? Eski ve köhnenin içindeki hazine nasıl bulunur bilir misin? Eskimiş kokuşmuş ve paslanmışın gölgesi. İçine sindiremediğin ne varsa kusma hissi ile birlikte huzursuzluk. Bir bakmışsın yırtık bir perde arasından geçmişinin hayaletleri karşılar seni. Bir bakmışsın ayağına çelme taktığın biri kahve ikram ediyor garip bir sırıtışla. 

Gözünü alıyorsa aydınlık, loşun sarhoşluğunda ayarsın belki sahici yanına. Gölgen sana ev sahipliği yapar da en konforlu koltuğa alırsa bir çift laf edersiniz karşılıklı. Gölgede daha net görürsün. Neden gözün kapağı var sanıyorsun? Göz yummak ile gözünü kapamak arası neler gördün ettin. Düşün ile gerçeğini nasıl buluşturdun. Yahut buluşturdun mu? Burası işte ev sahipliği yapıyor arka bahçesiyle henüz tanışmamış olana. Gölgenin karanlık görüntüsündeki sırrına. Sevmenin türlü destansı öyküsü arasında düşü zengin kılmanın yer altı hazinesine kapı açıyor. Yerden açılan pencere ile göğe yükselen sihirli fasulyeler arasında kim bilir kaç katlık bir köşke sığdırır insan gönlünü. Sırra gebe varoluş, sırrı taşımaya yetmediğinde yükü, yükü ile sırrı arasında seçim yapmak istediğinde, kafası karıştığında tepemden sarkan örümcek ağlarına takıldığında ruh, büyümeye yüz tutmuş ama yine de bacakları bataklığa bulanmış vaziyette gelir. Gel ki göresin, gel ki öresin geçmişini yeniden yumak yumak, sarasın. Bacalarından duman tüten geçmiş evinin tuğlasını yeniden öresin. Bir örümceklik dokuma ile ağların peşinden kollarını sarasın. 

Geçmişin gölgelerinden korkmadığında sır, hazine açılır yollarına. Gerine gerine çıkarsın evden artık. Ardına dönüp baktığında şaşarsın. Evin şekli aynı, yeri aynı, rengi aynı evet evet evet ama. Ne o öyle? Gülümsüyor mu olur? Pencerelerine düşen nakış pençesini uzatmış bir kartala mı dönüştü. Çamurdan çıkıp da başını göğe mi taşıdı. Yahut buruşmuş suret, ekşi bakış ardından el salladığın eski dosta mı benziyor artık. Baktığın aynı mı? Bakışın değiştiğinde sahi gördüğün şey aynı mı? Kara kutu misal ömür, açıldıkça saçıldıkça şekli şemali öyküsü değişen sihirli bi kabuk mu? 

Az önce bir çift girdi içeri. Adam hevesli heyecanlı, kadın ise ürkek ve naif. Fakat ikisi de meraklı. Süslü püslü bir heyecan sarmalı sarmış ikisini de. Köhne bir yapı insanı neden heyecanlandırsın ki demeeee! Şimdi oyun oynayacaklar. Birbirlerini serbest bırakıp dolanıp duracaklar. Bakalım nerede yeniden karşılaşacaklar kaçıncı katta. Hangi odada. Şömine başında yanmayan ateşe eskilerini atan bir kadın var ötede. Gözyaşları ile suluyor bir nevi külleri. Yırtıp atacak mektubu fotoğrafı olmayan da anı bahçesinden sulanıp sulanıp yapıp durabileceği malzemeler biriktirip ceplerinden birer birer döker denize bazen. Bazen küle. 

Az ötede de haşarı iki velet. Neyi kırsak neyi döksek nasıl zıplayıp hoplayıp şımarsak diye. Gıcırdıyor ruhum artık. Çekemiyorum edepsizliklerinizi. Gidiniz düzlüklerinde eğleniniz toprak ananın rica edeceğim. Benim de sabrım bir yere kadar. Ne de olsa ölümsüz değilim. Bir depremlik ömrüm var. Vallahi biraz daha tepinsinler hiç acımam. Basıveririm kahkahayı artık onlar düşünsün. Hayat dersi mi, özünden sarsılıp titremeli dans figürü mü bilemeyeceğim. Masal perisi değilim ki canım ben. Dilediğime yaparım ama bi’ güzellik o ayrı. Şu yan odamda bir ayna var. Misal içeri giren aslında minnoş tatlış bir ruh olduğu halde habire kendini ezip edip kurcalayan biri ise, aynaya öyle bir suret koyarım ki kendine hayran kalır. İçerisi de zaten öyledir laf aramızda. Bedenine sığdıramıyordur sarmaşıklarını. Koyacak yer bulamamıştır altınlarını. Sarraf yok ki canım adım başı. Bu çürümüş toplum ne anlar değerden filan. Off yine asabım bozuldu bak. N’apsam ki ışıklarla mı oynasam? Az biraz sarsıntı mı yapsam? Yoksa derinden geçmişten şuh bir kahkaha mı atsam? Yoo yoo ya da dur kapıları çarpalım eserekli. Hem içerideki hava değişsin. Giriş çıkışlar artsın. Bekleme yapmayın canım aaa. Sana bana kalmaz bu dünya yürü git, al alacağını, öp kokla geçmişini ve geç git işte. Amma ağladın sen de be amca. Bi şamdana bakıp da bu kadar iç geçirilmez ki ama. Gel seni biraz da bahçeye alalım. Az biraz hava al. Neşelen. Üzerine de biraz sihir tozu attık mı özlediğin ninemize ufak bir ziyaret yaparsın. Fena mı? 

Çok aç gözlü ve fıldır fıldır tiplere basıyorum karanlığı. Off bir görsen nasıl korkuyorlar. Kalbi ağzına geliyor vallahi. Amaç bilinç sıçraması yaşatmak değil elbette ama işte ben de bir yerlerin birilerinin intikamını alıyorum belki de. Gelip burada dengeleniyorlar işte öyle böyle. Kapıları kapatmadım yıllardır kimselere. Arada canım sıkılırsa dozunu artırırım eğlencenin. O zaman herkes yanaşmaz zaten. Az giren çıkan olur. Tenhada kendini bulmak mı zor, kalabalıkta mı? Orasını ben bilmem artık. Mimar, mühendis ya da duvar ustası olsun. Belki arkeolog. Beni derinden sarsacak bir bakış bir dokunuş bende de tahayyül edilmez izler yaratır. Ben de canlıyım. Benim de bir sesim soluğum canım var. İçeri gireni hoş tutan, boş salan, karıştırıp yuvarlayan yahut haddini bildirip de kendine getiren bir mevcudiyetim. Bir sebebim. Bir dansım bu evrende. 

Avizelerime tutunup sallanması serbest. Yüksek elektrik çarpana kadar. Düşmesi kalkması serbest. Kirlenmesi paklanması. Kaybolup da bulunması. E daha ne yapsaydım canım. Bir odam var. Kayıp ruhlar sever orayı. Girdin mi ne alanı bellidir ne yönü. Neresi tavan neresi cam neresi yer aklın karışır. Duvar yok. Her yer minder yatak. At kendini sağdan sola soldan sağa. Tüm yönleri tüm algılarını yıkar yok eder. Aptal eder adamı. Ama bakarsın ki kanamamış bir yerin. Nere gitsen ev bark yuva. Çarpsan acımıyor, düşsen acımıyor, yanlış yola mı girdin fark etmiyor. Kucaklanıyorsun bir şekil. Ohh ne ala memleket hissi. Pamuk gibi hissetsin istediğime ironimi böyle sunuyorum ben. Ürküncün içindeki şefkati, suçun içindeki merhameti görsün fark etsin istiyorum. Sallanan yuva mı olur, kabaran hınç, yanan odun. Yanıp sönen karanlık ve “dahasında nasıl güvende hissedilir”in ilginç bir yansıması belki. 

Sonra bir başka odamda tarihteki ünlülerin kostümleri asılı. Ama öyle kıyafet filan değil. Giydiğinde gerçekten ruhen ona büründüğün ve bir anlığına Napolyon, Da Vinci, yahut Hitler olabileceğin kolektif insanlık mirası. Görkemi büyüsü ya da zulmü içerisinde bütün insanlığın atası. Burada zıtlar karışık; iyiler, kötüler, doğrular, yanlışlar belirsiz demiştim sana. Seyre dalmış âlemi yaradan. Raksını izlemekte gölge ile nurun. 

Biliyorum. Girişte birbirini özgür bırakıp, bakalım nerede yeniden karşılaşırız diyen çifti merak ediyorsun. Henüz bulmadılar birbirlerini, henüz de aramıyorlar, keşfetmenin büyüsü sarmış. Meraktı, adrenalindi dolanıyorlar du’ bakalım. Eksiklik muhtaçlıktan mı, yoksa ılık esintili bir aşktan mı bulacaklar köşe başında birbirlerini kim bilir. Yoksa muzip bir tesadüfle çekimleri mi birleştirecek yeniden ben de merak ediyorum. Her kavuşma romantik midir? Romantizmin sonu yatak odasında mı biter. Bir uzun masam var mumlarla bezeli onun dibinde mi biterler yoksa tavan arasının gizeminde birbirlerine göğe bakarak masal mı anlatırlar, ruhları karar versin. 

Willy Wonka‘nın cam asansörüne benzeyen camdan bir oda var. Şeffaf ve cam evet ama dışarıdan hiçbir şey görünmüyor. Camın şeffaflığı içerisinde mahrem duygusu ile görülmemenin güvenini aynı anda yaşatabiliyor. Üstelik cam görüntüsünde dokusu da keskin değil. Bambaşka bir materyal. Tüm duyuları alt üst edecek cinsten. Şaşırtmacalı esneklik. Veyahut kalbi kırık bir estetik. Dokununca içine geçiyor elin. Ama yaslansan düşmüyorsun. Ahh tabii kolay mı ne emek bunlar, kaç zaman. “Hep bir arada”nın zamansız varoluşunda. Zamana sırtımı dayayıp kayıp ruhlara da ev sahipliği yapmışım. 

Müzikli bir odam var. Kişiye göre çalıyor. Ruh haline göre. Sen kendi ruh halini dinliyorsun. Bakalım ne kadar seversin katlanırsın ben bilmem. Sürekli hoppidi zıppidi olan mı ararsın. Gürültüsünden uyuyamayan mı, sürekli ninni modunda olan mı yahut acıklı ağrılı bağıran mı? Özün sesini bir kuple açsan. Onun melodisine yükseltsen kendini belki tüm oyunlardan çıkacaksın da işte. Yükseklik ve hafiflik meselesi bunlar. Ben karışmam orasına. Piyanoya dönüşen bir bass ya da sisli puslu enteresan ezgiler arasında kendini arayan nice ruh. Her tarzın her müziğin şefkatle sarmalandığı ve her şeyin insana dair olağan durağan korkusuz ve sahici olabildiği ender mekânlardan benimkisi. Derinde bir öz, derinde bir hakikat ve derinde hiç kimse olmayan ve her şey olabilenin korkusuzluk maskesi. Maskesizin maske takmış yansıması. 

Uzattı başını o yandan. Özlemiş belli. Nasıl da bakıyor kadına imansız. Gözü dönmüş bir açlık ile alıp öpüp okşamak ve yastık yapmak isteyen geceye, ikisi arasında daha neler. Sebebini bulmuş gibi bakıyor. Kaldırsam ne kadar taşırım, taşısam alıp nereye götürürümün ikileminde. Bedeni ağır ama varoluşu hafiftir kızın. Teslimiyeti çözmüş ve güven ile imtihanını çoktan yenmiş bir alımlı ruh. Cinsiyet ötesi bir güzellik. Bir pırıltı. Çıktı arkasından, tuttu belinden kavradı adam. Kız derhal bıraktı kendini, yaslandı ev sahipliği yapan güzel omuzlara. Bir anlık bir bakış. Muzip ve kararsız. Adam diyor ki ben buldum! Dalmışsın oyun odasına. İlk ben buldum! Hadi bakalım. O zaman benim dediğim olacak. Benim istediğimi yapalım. Hadi en tepeye, en üste tırmanalım. Tepede ne var? Nasıl bir atmosferi var binanın? Canlı, yaşayan ama ölülere hizmet veren perili varoluşun. Çarpan kapılar yanan sönen tüten bacalar, kararlı kararsız ışıklar. Suretler, sesler, nefesler. Hangisi canlı, hangisi oyun ve hangisi gerçek karanlık dedirten çok sayıda duygu karmaşası yaratan onca oda. Gezdim gördüm diyor. Özledim diyor. Sensiz oyun da yarım eksik sahipsiz diyor. Kız ise tebessüm. Yoo komple tebessüm işte. Bütün bedeni tebessüm. Onlara bi’ güzellik mi yapsam? Tepemde bir havuz var. Gökyüzü ile birleşik. Suyu renk değiştirir. Mor olur çokça. Mor suda yıkandın mı? Bilemezsin ki. 

Eli belinde tırmanmanın keyfi. Adım atmıyormuş da süzülüyor hissi. Aynı yapı, birine cesaret, birine korku, birine tebessüm ve birine romantizm sunabiliyor. İçim titredi bak. Sarsıldım derinden. Kolonlarım canlandı. Çatım çıtırdadı. Yürüyüşünde eda var kızın. İşvenin naza bulanmamış sarhoş eden bir tadı. Bir cazibe, bir düşün büyümüş de canlanmış hali suratında ve dahi suretinde de. Sarmaş dolaşın sarmaşıklığında teke dönüşmüş bir kavuşmayı mor sulara salmak da benim marifetim olsun ve oldu. 

Bütüne hizmetin kaç türlü yolu var? Kaçı bu derece renkli. Mor suya lacivert şimşek desenli gökyüzü. Karanlığın kasvet haricinde nelere bürünebildiğinin canlı şahidi. Karanlığın kusurları kapatabilen, sesi kısabilen, varoluşu loş bir huşu ile sarabilen dingin kolları ruhlara bekçilik ediyor. Bir sanal gerçeklik hissi. Derinden dönüşmenin bilmecesi ile suya karışan iki siluet. Umduğunu bulmanın, ummadığına yakın olmanın, sürprizli düşlere tam da teslim olmanın ilginç yuvasında mutluluğun tariflerine mazhar olmak. Yaşam senin sandığından daha da cesur ve cüretkârdır bebeğim. Ve kaç kat daha açılacak, kaç kat daha yükselecek aslaaa bilemezsin. 

Şimdilik kapatıyorum kapılarımı. İçeridekiler kendi huzuruna uyansın. Dışarıdakiler az ötede sırasını bekleyedursun. Benim de yenilenip tazelenmeye ihtiyacım var. Gönlümde barındırdığım onca tırı vırıyı bir arıtayım bakalım. Bi hazmedip anlayayım ki yeni maceralar sunayım. Hadi bakalım gecenin koynu iyidir. Karanlığın bağrından sesleniyorum. Koyu bir sisin yurdundan. Dinlenme zamanı. Kaybolup yok olup yeniden dirilme vaktidir. Size de kendi karanlıklarınızda hayırlı titremeler diliyorum. Gün ışığına erebilmek için bir miktar karanlığa hükmetmek gerek. 

Yabanıl insan doğasının bir kutlaması: Yabanıl Anne

0

Yabanıl insan doğasının bir kutlaması olan Yabanıl Anne Yeni İnsan Yayınevi edebiyat serisinden okurları ile buluşuyor. Otobiyografik özellikler taşıyan roman, özgür bir ruh olan Carrie’nin anne olduktan sonra toplumun “annelik öğretileri” ile yaşadığı çatışmayı ve bu çatışmadan benliğini kaybetmeden çıkışını anlatıyor. 

Romanın başkarakteri olan Carrie, doğaya sonsuz bir sadakatle bağlı. Ağaçların serinliğini, denizin hırçınlığını; dağların başı yüksek duruşunu seviyor. Yeni maceralara atılmak, bedeninin ve kalbinin ritmini dinlemek onu doğanın amansız çağrısına kulak vermekten alıkoyamıyor. Bu sebeple kimi zaman motoruna atlıyor ve dağlara yolculuk ediyor kimi zaman tepelere koşarak tırmanıp bir ağaca yaslanarak doğayı dinliyor. Tüm bunları yaparken yalnız olmak gibi bir kaygısı yok çünkü onu çok seven yol arkadaşı her zaman yanı başında oluyor. Yalnız başına yaptığı seyahatlerde ise onu anlayışla karşılayarak özel yaşamına yer açıyor. Bir çocukları olacağını öğrendiklerinde ise içlerinde barındırdıkları sevgi büyüyor, bir kişiye daha yer açılıyor: Jake için… 

Tüm bu huzurun ortasında Carrie’yi yeni bir macera bekliyor: Anne olmak! Aslında onun zorlandığı şey karnında taşıdığı cana vereceği sevgi ya da onu yetiştirmek değil. Toplumun dayattığı annelik klişeleri. Bir anne tek başına seyahat edebilir mi? Hem de çocuğunu babasına emanet ederek… Bir anne sırt çantasını alıp dağlara tırmanabilir mi? Ya İtalya gezisi? 

Bu kitap bizlere yabanıl bir annenin bu sorular ekseninde nasıl savrulduğunun öyküsünü sunuyor. Annelik klişelerine boyun eğmeyen, ezber bozan; özgür ruhlu bir anne çıkarıyor karşımıza. Hem özgür bir birey hem iyi bir ebeveyn olmanın mümkün olduğunu gösteriyor. 

Kimi zaman güldüren, kimi zaman duygulandıran Yabanıl Anne, “ben” olmaya çalışman herkesi önüne yeni rotalar çizerek özgürleştirecek güce sahip. 

Carrie Visintainer

Carrie Visintainer bağımsız bir yazar. Aynı zamanda, insanlara “vahşi” benliklerini özgür bırakmaları ve kucaklamaları konusunda güç veren Free Your Wild’ın kurucusu. Visintainer’in moleküler biyoloji ve genetik alanında Minnesota Üniversitesi’nden Master derecesi var. Bu kitap, yazarın ilk kitabı.

Seçil Karagülle: 

Seçil Karagülle, lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliğinde tamamladıktan sonra bilişim sektöründe farklı görevler üstlendi. Kariyerine bilişim ve dijital tasarım alanlarında proje yöneticisi olarak devam etmektedir.

Profesyonel hayatının yanı sıra, kısa filmler için alt yazı hazırlayarak başladığı çeviri hayatına, İngilizceden makale ve kitap çevirileri yaparak devam etmektedir.

Yabanıl Anne
Carrie Visintainer
Türkçesi: Seçil Karagülle
Yeni İnsan Yayınevi Edebiyat Serisi

“Karanlık kutunun doğu serüveni” desteğinizi bekliyor

Prodüksiyonunu Kinema Film’in, senaristliğini ve yönetmenliğini Nihan Belgin’in üstlendiği “Karanlık Kutunun Doğu Serüveni” adlı dokü-dramanın önümüzdeki aylarda çekimlerine başlanması planlanıyor.

Ön hazırlık çalışmaları yaklaşık 2 yıldır devam eden proje, dünyada çekilen ilk fotoğrafın izini sürerek fotoğrafın icadı ve günümüzdeki fotoğraf çılgınlığını farklı perspektiflerden anlatacak sinematografik bir anlatı olacak.  

Dünyada çekilen ilk fotoğraf

Tarihteki ilk fotoğrafın çekilme anı gibi sahnelerle tarihi atmosferi yeniden canlandıracak belgesel filmde ayrıca İstanbul ve Doğu’ya dair onlarca arşiv fotoğrafı yer alacak. Filmin dış ses anlatımı ise Türkiye’nin en özel seslerinden aktör Metin Belgin yapacak.

Galata Kulesi
Pera

Proje ekibi, Fongogo’da oluşturduğu kampanya sayfasıyla da izleyicilerini projenin bir parçası olmaya davet ediyor. Bütçesinin bir kısmını kitlesel fonlama yöntemiyle elde etmeyi planlayan proje, verilen destekler karşılığında destekçilerine çeşitli ödüller de sunuyor. Bağımsız sinemanın yanında olan sanatseverlerin desteğiyle hayat bulacak projenin kampanya sayfası 60 gün boyunca desteklere açık olacak. 

Projeyle ilgili tüm detayların yer aldığı Fongogo kampanya sayfasına bu linkten ulaşabilirsiniz: https://fongogo.com/Project/karanlik-kutunun-dogu-seruveni

KÜNYE

Senarist-Yönetmen: Nihan Belgin

Yapımcı: Umut Beşkırma

Görüntü Yönetmeni: Hakan Körezli

Dış Ses: Metin Belgin

www.kinemafilm.com.tr

Thomas Tryon’un ilk kitabı, korku edebiyatının büyük romanlarından biri: Öteki

Kara Çınar dizisi Yankı Enki editörlüğünde seçilmiş karanlık kitapları okuyucuyla buluşturmaya devam ediyor. Dizinin son kitabı, Thomas Tryon’un ilk eseri Öteki. Gamze Bulut’un çevirisini ve Dan Chaon’un sonsözünü okuyoruz. Başından sonuna kadar okuyucunun zihninde bir yolculuk, çıkışa ulaşmak için bütün yolların ve ihtimallerin tek tek denendiği bir dolambaç gibi.

13 yaşındaki ikiz kardeşler Niles ve Holland birbirlerinden çok farklı iki çocuk, Nials kibar ve sevimli, Holland ise soğuk ve kötücül. Babalarının ölümüyle evin düzeni ve ev sakinlerinin dengesi sarsılmış, anneleri ise artık odasından bile çıkamayacak kadar etkilenmiş. Henüz babalarını kaybetmenin şokunu atlatamamışken, Holland’ın kan donduran “yaramazlıkları” artıyor ve Niles da bunlarla baş etmekte gittikçe zorlanmaya başlıyor. Buraya kadar kitabın okuyucu üzerinde bıraktığı ilk izlenimin, korku unsurları beklentisi olduğunu söylemeliyim. Zaten paramparça olmuş bir aile, gerçekten olmasa bile ölü aile üyelerinin hayaletlerinin zihinlerine musallat olması ve Holland’ın yaşattıkları ile her an temponun yükseleceğini, nasıl bir korku eserinin içerisine çekileceğimi merakla beklemekteydim. Doğrudan bir korku yaşanmasa da, hem ailenin kayıplarının ve talihsizliklerinin yarattığı huzursuzluk hem de Holland’ın çocuksu ama tüyler ürperten fesatlıkları okuyucuyu yeterli miktarda rahatsız ediyordu.

Holland daha 13 yaşında bir çocuk olsa da, okuyucuyu ilk olarak, hala tartışılmaya devam eden, şu kalp kırıcı ikilemin karşısına çıkarıyor: insanlar karakterinde bu kadar hastalıklı bir kötülükle mi doğar, yoksa bu çocuk ailecek yaşadıkları talihsizliklerden kaynaklanan çocuksu sinirini ve inkârını bu şekilde aile üyelerine acı çektirerek mi dışa vuruyor? Holland’ın yaşattıkları öyle bir seviyeye geliyor ki, bu ikilem yerini söz konusu kötücüllüğün doğaüstü olup olmadığı sorusuna bırakıyor. Birkaç tatsızlık sonra kafamız yeterince karışmış ve kendimizi kurguya kaptırmışken, hassas ve merhametli okuyucular olarak hemen, ya Holland doğaüstü bir kötülüğün etkisinde hareket ediyor ya da bu doğaüstü kötülük Holland şeklini alarak kendisini gösteriyor diyoruz.

GECEYİ YAŞA! sloganının önerdiği üzere, Kara Çınar dizisinden çıkan bütün kitapları gece (Klasik Korku Öyküleri hariç; onu gündüzleri güneş parlıyorken, tek başıma değilken, okuduklarımın gece rüyama girmesine henüz saatler varken) okudum. Öteki’yi okurken aklıma gelenler ya da sezdirilenler; ikizlerin ürperticiliği, psikopat katil, hastalıklı bir kötülük, hezeyanın ürünü cinayetler, geride kalanlara musallat olan hayaletler ya da doğaüstü varlıklar tarafından ele geçirilmiş insanlar Chaon’un da sonsözde dediği gibi zihnimizden kayıp gidiyor. İşte bu belli belirsiz noktada içim ürperdi ve bu ürperti sabah oluncaya dek geçmedi. Soğuktan mı titredim yoksa okuduklarımdan mı etkilendim bilmiyorum. Çünkü bütün bu olası korku unsurları zihnimizden kayıp gidince, kişinin kendi karanlığının ne kadar derinleşebileceği düşüncesi ile kalıyoruz. Bazen kişinin karanlığı, olası karanlıkların en korkuncu olabilir diye içimden geçerken bir battaniye daha alıyorum üstüme, ne olur ne olmaz.

Çınar Yayınları’na, Yankı Enki’ye, Gamze Bulut’a teşekkürler! Herkese iyi okumalar!