Yargıç, Drax Group’un önerdiği gaz tesisi planlamasının onayının yasadışı olup olmadığına dair hükümleri saklı tutar.
Bir Yüksek Mahkeme Hakimi, İngiltere hükümetinin Avrupa’nın en büyük gaz tesisinin akıbetinin ne olacağına dair onayının üç günlük duruşmalardan sonra yasal olup olmadığına ilişkin kararı saklı tuttu.
Çevre hukuku yardım kuruluşu olan ClientEarth, enerji şirketi Drax Power tarafından önerilen 3.6 GW’lık bir gaz santrali için planlama onayı verilmesi kararına itiraz etmek için Yüksek Mahkeme yoluna başvurdu.
Duruşma sırasında, ClientEarth kuruluşunun hukuk ekibi, Dışişleri Bakanı’nın Planlama Müfettişliği’nin tavsiyesine aykırı olarak projeyi onaylama kararının yasadışı olduğunu savundu.
Etkiler
Mahkeme, İngiltere Hükümeti’nin, İngiltere’nin net sıfır dahil olmak üzere, önerilen büyük ölçekli gaz tesisinin sahip olabileceği sera gazı emisyonlarının etkisini göz önünde bulundurmak zorunda olduğunu duymuştur.
Emisyonların azaltılması hükümetin kendi enerji politikaları doğrultusunda temel hedeflerinden biridir ve ClientEarth avukatları, projenin onaylanıp onaylanmayacağına karar verirken emisyon etkisinin uygun şekilde dikkate alınması gerektiğini savundu.
Hayırsever bir sözcü şunları dile getirdi: “ClientEarth, önemli iklim etkileri de dahil olmak üzere tesisin olumsuz etkilerinin, hükümetin kararından önce planlama soruşturması sırasında yapılan itirazlardan daha fazla ağır bastığını vurguladı.”
Bağlantılı
“Avukatlar ayrıca, Dışişleri Bakanı’nın politik olarak kurulan fosil yakıt üretimine nispeten daha düşük düzeyde ihtiyaç göz önüne alındığında, projede önerilen gaz kapasitesinin uygun olup olmadığını değerlendirmesi gerektiğini açıkladı.”
“ClientEarth daha önce soruşturmada, projenin uygulanması takdirde, İngiltere’nin enerji sektörünün düşük maliyetli dekarbonizasyonu için ciddi bir risk oluşturabileceğini açıklamıştı.”
Dışişleri Bakanı’nın projeyi onaylama kararı, ClientEarth ile anlaşan Planlama Müfettişliği’nin kararı ile çelişiyordu ve tesisin iklim değişikliği gerekçesiyle reddedilmesini öneriyordu- ilk kez ulusal düzeyde önemli bir proje için bunu yapmıştı.
Mahkeme, çevrimiçi olarak düzenlenen ve Kraliyet Adalet Mahkemelerinde Kraliçe’nin kürsünün bir bölümü olan Planlama Mahkemesi tarafından yönetilen duruşmanın sonunda kararını saklı tuttu.
Yazar Hakkında
Brendan Montague, The Ecologist’in editörüdür. Bu makale ClientEarth tarafından yapılan bir açıklamasına dayanmaktadır.
Kaynakça
Montague, B. (2020, May 04). Europe’s largest gas plant – legal fight continues. The Ecologist.
Bilimin zor zamanlarında, zamanı aşarak kendi ilkelerini savunmak adına, çevresiyle mücadele etmek zorunda kalmış bir bilim insanı Ludwig Boltzmann… Fiziğin kesinlik istediği, onun ise hiçbir sistemin mükemmel olamayacağını anlatmaya çalıştığı entropi yani düzensizlik ile arasında kaldığı derin bir sessizliği vardı. İnatçı ve tutkulu olmasına rağmen en sonunda kabul edilemeyen fikirlerine dayanamayıp kendisini astı. Halbuki şimdi mezar taşında kendi denklemi yazıyor ve tüm dünya onu tanıyor… Göremedi…
Boltzmann’ ın çok sevdiğim bir kuralı var: “Bir sistem, olasılığı en yüksek olan durumu gerçekleştirir’’. Yani aslında ısı, sıcak cisimden soğuk cisme doğru yol alırken bunu mutlak kural olduğu için değil, olasılığı en yüksek durum olduğu için yapar. Bu da şu anlama gelir ki, bir gün soğuk cisimden sıcak cisme doğru yol alan ısı ile de karşılaşabiliriz…
Cisimler sıcaklıklarından dolayı ışıma yapar. Bu, elektromanyetik ışımadır. Bu ışımanın gücü, cismin mutlak sıcaklığının dördüncü kuvveti ile orantılıdır. Josef Stefan ile Boltzmann’ın ortaya koyduğu bu yasa, Stefan-Boltzmann Yasası adını alır ve kara cisim ışımasının gücünü ifade eder.
Cisimlerin yaptığı bu termal(ısısal) ışımanın gücü, sıcaklık arttıkça artar. Ayrıca cisimlerin yayımlama enerjisi ile soğurma enerjisi aynıdır. Bir cisim denge sıcaklığına ulaştığında (belirli bir sıcaklıktan sonra) elektromanyetik ışınımı görülür ve aynı dalga boyundaki ışınımı soğurur yani emer.
Bizler de birer madde olduğumuzdan ısımıza bağlı olarak ışınım yaparız. Denge halimizdeki elektromanyetik ışınımın dalga boyu ile aynı olan ışınımları da soğururuz.
Çevremizde bulunan insanlar bu kural bağlamında hayatımızda olabilir. Bir şeyleri değiştirmek vücut ısımızı değiştirmek ile gerçekleşebilir. Bu açıdan yaklaştığımızda öncelikle vücut ısımızı belirleyen faktörleri göz önüne alabiliriz. Basite indirgediğimiz vücut sıcaklığı birçok şeyden kaynaklanır. Temeli metabolizmadır. Metabolizmayı da etkileyen kimyasal süreçler vardır. Mesela hormonlar… Hormonların da çalışmasını tetikleyen beynimizde gerçekleşen elektrokimyasal süreçlerdir. Düşündüğümüz, yediğimiz, içtiğimiz, duyu organları ile algıladığımız, korktuğumuz, konuştuğumuz her şey ve daha birçok şey beynimizi, dolayısıyla hormonal sistemi ve otomatik olarak da tüm bedenimizi etkiler. Bu da vücut sıcaklığımızı, vücut sıcaklığımız da yaydığımız ışınımı belirler. Tüm süreçler birbirine bağlıdır, kendimizi ve çevremizi istesek de birbirinden ayrı tutamayız. Sadece kontrol etmek için uğraşabiliriz. Bu da zihinsel olarak vereceğimiz tepkileri daha bilinçli yapmakla gerçekleşir. Ne kendimizden uzak ne de kendimize yakın olmadan yapılabilir.
Yaydığımız ışınım ile aynı dalga boyunda ışınımı soğuruyor olmamız gerçekleşebilecek en olası durumları yaşayacağımızı gösterir. Çünkü yaydığımız şey bizi ifade eder. Biz de olabilecek en olası durumuzdur. Maddesel olarak birbirimizi görsek de aslında tanım yapan enerjidir. Işınımlar arasında etkileşim olduğunda bilgi transferi gerçekleşir ve alt yazılar devreye girer. Biz de o sırada bunları okuruz. Sadece bazılarımız bunu anlar bazılarımız ise anlamak istemez. Ne bu enerji ne de beden birbirinden ayrı değildir; çünkü bilgiler beyinde işlenir. Dalga boyu aynı olduğunda, o durumlara ya da kişilere kanalize olur ve hayatımıza bunlarla devam ederiz. Bu yüzden aslında olabilecekler arasından en olası olanları seçmişizdir. Bu tamamen bizizdir ve bize aittir.
Kendimiz ile fizik yasaları arasındaki bağlantıları basit ve pratik olarak düşünüp hayatımıza uygulayabiliriz. Sadece bazen, bakmadığımız yönlerden bakıp okuduğumuz bilgiyi hayata geçirmeye çalışmalıyız. Özümseyemediğimiz her bir bilgi, sadece öğrenilmiş bir dipnot olarak hayatımızda yer eder. Halbuki bizler bundan daha fazlasıyız…
‘In less than eight months, humanity has exhausted Earth’s budget for the year.’
‘Sekiz aydan daha kısa bir sürede, insanlık Dünya’nın bir yıllık kaynağını tüketti’
Alt başlıkta yer vermiş olduğumuz bu cümle aslında bu yazıyı efektif bir şekilde özetler nitelikte. Global Footprint Network’ün yaptığı araştırmalar neticesinde insalığın 2019 yılında dünyanın kaynaklarını sekiz aydan daha kısa sürede tükettiği ortaya çıktı. Peki bu ne anlama geliyor? Yeryüzünde yaşayan insanlar olarak bizler her 7,5 ayda bir dünyamızın yıllık rezervini tüketiyoruz ve bu süreden itibaren bir sonraki senenin kaynaklarını kullanmaya başlıyoruz. Geniş anlamda yaşadığımız coğrafya, takdir edersiniz ki, sınırsız kaynaklara ev sahipliği yapmıyor. Dolayısıyla her madenin, enerji kaynağının hatta havada salınan gazların dahi bir sınırı var. Ve biz insanlık olarak; her geçen sene bir diğerine borçlandıkça da dünyanın kendini yenileme süresi giderek artıyor. Sonuç olarak dünyanın ömrü kendi iradesi dışında her geçen gün biraz daha tükeniyor.
Biraz da verilere bakalım. 2018 yılında yapılan araştırmalarda Dünya Limit Aşımı günü 1 Ağustos olarak belirlenmiş, 2019 içinse 29 Temmuz olarak kayda düşülmüş. Baktığımız zaman bu üç günlük süre zarfı kısa bir zaman gibi gözükse de dünya tarihi ve bilimsel veriler göz önüne alındığında bu üç gün dünyanın ömründen yüzyıllar götürecek bir güce sahip. Limit aşım gününü nasıl daha ileriye alabiliriz sorusunu sormadan önce olaya bir de kendi ülkemizin kadrajından bakmamızda fayda var. Özellikle Kaz Dağları’ndaki kıyımın, İzmir’deki yangınların ve doğal güzelliklerimizin birtakım amaçlar uğruna yıkıma uğratıldığı, geçtiğimiz haftalarda da Salda Gölü’nün birtakım çalışmalar adı altında tahribi durumun vahametini anlamamız açısından açık bir gösterge konumundadır.
Bu noktada ülkemiz verilerini incelemek daha verimli olacaktır. İlk olarak yine geçtiğimiz senelerin verilerine bakalım; 2018’de Türkiye için Limit Aşım Günü 11 Temmuz olarak kaydedilmiş, yani dünyaya göre kaynaklarımızı 21 gün önce tüketmişiz. Özetlemek gerekirse insanlık 1.7, Türkiye ise 1.9 dünya varmış gibi yaşıyor diyebiliriz. Hal bu iken, bulunduğumuz 2019 yılı için veriler bize ne söylüyor? Bu dataya göre Türkiye geçtiğimiz seneki kullanım hakkını 27 Haziran’da tüketmiş; yani bu da dünya ortalamasından tam olarak 32 gün önceye tekabül ediyor. Bütün bu verileri göz önüne aldığımızda tükeniş üzerine medeniyet kurmaktan başka bir şey yapmadığımızı söyleyebiliriz. Gelişme üzerine planlandığı söylenen bütün projelerin ancak yıkıma işaret ettiğini gördükçe “Limit Aşım Günü”’nün daha geriye geleceğinden herhangi bir şüphemiz olmamalı.
Bu kadar karamsar olduktan sonra aklımıza gelen soru bir şeylerin geri dönüşünün mümkün olup olmadığı. Aslına bakarsanız hiçbir şeyi baştan başlatamasak da yenilenme sürecinin hızlandırılabileceğini söylüyor uzmanlar. Bu yenilenme ilk olarak bilinçlenmeyle ve tabi ki doğaya saygıyla oluyor. Pratik kısma baktığımızda ise WWF’nin (World Wildlife Fund, Dünya Doğayı Koruma Vakfı) önerdiği bazı kilit noktalar var. Yazımızın sınırlılığı açısından bu önerilerin sadece ne olduğundan bahsedip kendi önerilerimizi de ekleyip yazımızı sonlandıracağız. Bu noktada ilk olarak bahsedeceğimiz tabir ise karbon ayak izi. Bu terime bir insanın şahsi olarak dünyayı kirletmek endeksi olarak bakabiliriz.
WWF’nin ilk önerisiyse bunu azaltmaya yönelik ve WWF bunu motorlu taşıtlar yerine toplu taşıma kullanarak yapılabileceğinden bahsediyor. İkinci öneri ise benim daha önceki yazılarımda da bahsettiğim üzere enerji ve yenilenebilirlik. Kullanılan materyallerin geri dönüştürülebilirliği ve yeniden üretilebilirliği dünyanın limitini 50 gün ileriye atacak şekilde etki sağlayabiliyor. Bu da bizim ve gelecek nesiller için göz ardı edilemeyecek bir imkân manasına geliyor. Diğer bir öneri ise gıda tüketiminin azaltılması. Burada anlaşılması gereken husus bireyin gerekli tüketiminden ödün vermesi değil; DAHA çok yapılan israfın korunması üzerine. Yapılan israf yarı yarıya azaltıldığı takdirde dünyanın limiti 38 gün ileri gidebilecek.
Açıkçası WWF’nin son çözümü daha çok nüfus problemleriyle alakalı, bütün ailelerin birer az çocuk dünyaya getirmesinden bahsediyor. Son çözüm bize diğerlerine göre daha az yapıcı ve verimli geldi. Ülkelerin çevreye zarar vermeden büyüyebilmesi için de nüfus önemli bir güç ve oluşan zararı engellemek için böyle bir karara varmak bizlere neslin günahını gelecek nesilden çıkartmak gibimize geliyor.
Bunların yanında bizim diğer bir çözümümüz olan çevreyi koruma üzerine olan kamu politikaların (her ne kadar hükümetler bile bu duruma saygı duymasa da) artırılması ve yeşillendirme için teşvik verilmesi üzerine. Ancak bu şekilde sağlam ve etkili sonuçlar üretip geri dönüşümü sağlayabilir; bencillikle ve ısrarla zarar verdiğimiz dünyamızı tükenmekten kurtarabiliriz. Tükenmeye değil, limitsiz başlangıçlara…
(Koronavirüse müteakiben ortaya çıkan yeni değerler ve doğanın tepkisi durumun düzelmese de bir nebze iyileştiğini göstermektedir, ilerleyen yazılarımda bunlardan bahsedeceğim.)
Kaynakça
Adero, N. J. (2008). Environmental Sustainability and Policy Implications of Urban Building and Construction in Kenya. KIPPRA Discussion Paper No. 90.
“Yoksulluğu seven, ona bağlı kalan insan büyük bir varlık taşır içinde, vicdanının sesini her zaman duyacaktır o” Vincent Willem Van Gogh
Post empresyonizm akımının öncüleri arasında yer alan Vincent Willem Van Gogh, hayatta kalma savaşı ile ressam olma yolundaki mücadelesini birleştirmek zorunda kalmış ve 37 yılı kapsayan kısa yaşamı süresince tamamladığı çalışmalarla modern resim sanatının gelişimine yön vermiştir. Ancak günümüzde Van Gogh’un eserlerinin dünyanın en görkemli müze ve galerilerinde sergilenmesi, ruhsal bunalımları sonucunda yaşadıklarının sanat üretiminin önüne geçerek isminin delilikle özdeşleşmesi Van Gogh’u popüler kültürün bir parçası haline getirmiş; yaşadığı ruhsal bunalımların arkasındaki nedenleri ve mücadelesini gölgede bırakmıştır. Bu çalışmanın temel amacı Van Gogh’un ressam olma yolundaki mücadelesini, yaşamındaki dönüm noktalarını ve intiharına neden olan etmenleri; çalışmaları ve kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplar aracılığıyla dönemin konjonkturünü referans alan bütüncül bir yaklaşımla irdelemektir.
1853 yılı Van Gogh’un dünyaya geldiği yıl olmasının yanı sıra Avrupa’da siyasi, ekonomik ve toplumsal yapının yeniden şekillendiği bir dönem olma özelliğini taşımaktadır. 1804 yılında Napolyon’un kendini Fransa İmparatoru ilan etmesi, 1804 – 1815 yılları arasında süren Napolyon Savaşları, 1830 İhtilalleri ve başarısızlıkla sonuçlanan 1848 Devrimleri’nin ardından 1789 Fransız Devrimi’nin idealleri ve cumhuriyetin kazanımları sadece Fransa’da değil bütün Avrupa’da sönümlenmiştir. Aynı dönemde hızlı endüstrileşme ve iş gücü ihtiyacına bağlı olarak kırdan kente göçün artması sonucunda, Paris’in nüfusu yarım milyonu, Londra’nın nüfusu bir milyonu aşmış, Liverpool, Manchester gibi fabrikaların yer aldığı yerleşmeler sanayi kentleri olarak ortaya çıkmıştır. Hızlı kentleşme ile nüfus yoğunluğunun artması, konut yetersizliği ve eksik alt yapı ile birleşerek, ulaşım, barınma ve sağlık problemlerinin artmasına neden olurken kentlerin yeniden planlanması gündeme gelmiştir. Buna bağlı olarak dönemin insanının yaşayışının, çalışma koşullarının ve dünyadaki konumlanışının değişmesi yeni kent yapısının oluşmasında belirleyici olmuş ve modern kentlere bağlı olarak modern kültür yükselmeye başlamıştır.
Ancak din sömürüsünün yerini emek sömürüsünün aldığı, endüstrileşmenin bütün yıkıcı etkisini işçi sınıfının üzerinde hissettirdiği, burjuva sınıfı zenginleştikçe işçi sınıfının fakirleştiği Avrupa’da komünizm hayaletinin dolaşması nedensiz değildir. 1789 Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi’nin yol haritasını çizdiği 19. yüzyıl Avrupası’nda aydınlanma düşüncesi ve modernite insanlığın tarihsel süreç içinde eşi benzeri görülmemiş şekilde ilerleyişini sağlamasına karşın kapitalist düzenin yarattığı çelişkileri ortadan kaldıracak bir reçete sunamamıştır. 1848 Devrimleri’nin başarısızlıkla sonuçlanması ise kırılma noktası olmuştur. Söz konusu atmosfer Avrupa’yı etkisi altına aldığı gibi resim sanatını da doğrudan etkilemiş, idealizm ve pozitivizm yerini realizme bırakmıştır. Ateşli bir cumhuriyetçi olan Gustave Courbet’nin “Taş Kırıcılar”, “Ornans’ta Cenaze” ve Jean François Millet’nin “Başak Toplayanlar”, “Ekmek Pişiren Kadın” gibi çalışmaları bu dönüşüme örnek olarak gösterilebilir. Courbet ve Millet resimlerinde sıradan insanların gündelik hayatını ve çalışma koşullarını yansıtmasının yanı sıra dönemin sanat anlayışını reddederek resmetmeye değer olan unsurun “emek” olduğunu vurgulamışlar, işçileri ve köylüleri resmin öznesi haline getirmişlerdir.
Dolayısıyla Hollanda’nın Zundert kasabasında doğan Van Gogh; modern kentlerin gelişme sürecinin başladığı, sınıf farkının kalın çizgilerle belirginleştiği, insan hayatının modern yaşamla birlikte yeniden şekillendiği ve insanın hayatta kalma mücadelesinin resim sanatı dahil olmak üzere insanın var olduğu her alanda etkisini hissetirdiği bir dünyaya gözlerini açmıştır.
Van Gogh’un yaşamı boyunca iç dünyasında verdiği savaş hayatının ilerleyen safhalarında değil dünyaya geldiği 30 Mart 1853 tarihinde başlamıştır. Protestan papaz Theodorus Van Gogh ile Anna Carbentus Van Gogh’un en büyük çocuğu olan Vincent Willem Van Gogh’a kendisinden yaklaşık bir yıl önce ölü doğan abisinin ismi verilmiş, Van Gogh çifti yaşadığı trajedinin yükünü yeni doğan bebeklerinin omuzlarına yüklemiştir. Bu trajedi Van Gogh’un çocukluk döneminde kilisenin hizmetine girmek için babasının çalıştığı kiliseye doğru yürürken mezar taşında kendi adını görmesiyle birlikte travmaya dönüşmüştür. Ölüm kavramıyla algılayamayacağı bir gerçeklik vasıtasıyla yüzleşmesi ve ölü ağabeyinin yerini alması, hayatta kalmış olmaktan dolayı suçluluk hissetmesine neden olmuştur. Ölümle yaşam arasındaki sınırda defalarca kez yürüyen Van Gogh için ölümle yaşam arasındaki ayrımın muğlaklaştığını belirtmek gerekmektedir.
Van Gogh’u çocukluk döneminde derinden etkileyen ikinci gelişme ise ailesi tarafından eğitim alması için Zevenbergen’daki yatılı okula gönderilmesidir. Yuvayı güvenle özdeşleştiren ve evi “insan yuvası” olarak tanımlayan ressam 11 yaşında ilk yuvasından ayrılmak zorunda kalmıştır. 13 yaşında Tilburg’da lise eğitimine devam eden Van Gogh çizim yapmayı resim öğretmeni Constant Cornelis Huymans’tan 1866 – 1868 yılları arasında öğrenmiştir. 1867 yılına tarihlenen ve realizm etkisinin doğrudan gözlemlenebildiği “Küreğine Uzanan Adamın İki Eskizi” çalışması Van Gogh’un lise yıllarında tamamladığı çalışmalardan günümüze ulaşan tek örnektir. Bu noktada ailesi tarafından dindar bir birey olarak yetiştirilen Van Gogh’un 14 yaşında tamamladığı eskizin öznesinin işçi olduğu gözardı edilmemelidir. Resmettiği işçi gibi kendisinin de modern dünyadaki mücadelesi sanat taciri “Cent Amcasının” da ortağı olduğu Goupil ve Ortakları’nın galerisinde 16 yaşında işe girmesiyle birlikte başlamıştır.
Küreğine Uzanan Adamın İki Eskizi
1869 – 1876 yılları arasında amcası gibi sanat tacirliği yapan Van Gogh; Lahey, Londra ve Paris olmak üzere Goupil ve Ortakları’nın farklı şubelerinde çalışmıştır. Lahey’de çalıştığı 1869 – 1873 yılları arasında galeride satılan baskı resimler sayesinde bir çok başyapıtı tanımış, ilham aldığı Jean François Millet’nin temsilcisi olduğu Barbizon Okulu üyeleri de dahil olmak üzere farklı sanatçı grupları ve galerilerle temas kurma şansı yakalamıştır. Van Gogh’un kendi tercihi doğrultusunda veya zorunlu nedenlerden dolayı yaşadığı şehir, köy ve kasabalar hayatının yol haritasını belirlediği gibi duygusal deneyimleriyle de özdeşleşmiştir. Lahey’de çalıştığı dönemi tatsız olarak nitelendirmesine rağmen mektuplarında Lahey’de geçirdiği zamanları özlemle hatırladığını ve bu kenti ikinci evi olarak gördüğünü ifade etmiştir. Bunun temel nedeni 18 yıl süresince 600’ün üzerinde mektup yolladığı, iç dünyasını, kişisel bunalımlarını, sanata dair görüşlerini paylaştığı kardeşi Theo ile kurduğu dostluk ve sırdaşlık ilişkisinin filizlenmiş olmasıdır. 1881 yılında tekrar döneceği ikinci evinden 1873 yılında Londra’ya atanması nedeniyle ayrılmıştır. Ancak Van Gogh’un doğduğu dönemde var olan dünya ile 20’li yaşlarında var olan dünyanın aynı olmadığı ve mevcut krizlerin etkisini arttırarak hissettirdiği gözardı edilememektedir.
Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği ülkenin başkentine taşınan Van Gogh, 13 Haziran 1873 tarihinde kardeşine yolladığı mektupta Londra’da hayatın pahalı olduğundan, şehir merkezinde değil banliyöde yaşamak ve kasabada yemek zorunda olduğundan bahsetmektedir. Diğer yandan sanata beslediği tutku Van Gogh’un Ulusal Galeri (National Gallery), Victoria & Albert Müzesi ve kısa sürelerle görevlendirildiği Paris’te Louvre Müzesi gibi modern dünyanın yeni müzelerinde, yeniden organize edilmiş mekanlarında soluk almasını sağlamıştır. Londra’da hayatını zorlukla idame ettirirken sanata duyduğu ilgi nedeniyle deneyimlemekten keyif aldığı mekanları da sıklıkla ziyaret eden Van Gogh’un çelişkisi, modern insanın çelişkisinden bağımsız değildir. 1851 yılında 2.5 milyon nüfuslu Londra’da her beş kişiden birinin işçi olarak çalıştığı dönemde, modern mimarlığın ilk örneklerinden ve dönemin en görkemli yapılarından biri olan Crystal Palace inşa edilmiş ve Dünya Fuarı ilk kez bu mekanda düzenlenmiştir. 1851 ve 1862 yıllarında Londra, 1855 ve 1867 yılında Paris’te düzenlenen Dünya Fuarı toplumu ve büyük oranda işçi sınıfını içinde yaşadığı gerçeklikten kopararak bir illüzyon sunmuştur. Walter Benjamin’in “Dünya fuarları malın değiştirme değerini çarpıtır. Kullanım değerinin arka plana itildiği bir çerçeve yaratır, insanın zaman geçirmek için içerisine daldığı bir fantazmagori oluşturur.” ifadesi, Dünya fuarlarının oturduğu düzlemi ortaya koymaktadır. Ancak 19. yüzyılın fantazmagorisi sanat alanı ve dünya fuarları ile sınırlı değildir. Eski düzene özgü estetiği ve nitelikleriyle idealize edilmiş iç mekanlar, sergi salonları, pasajlar ve müzelerle işçi sınıfına ait olmayan bir gerçeklik onlara aitmiş gibi sunulmuştur.
Öte yandan 1860’lı yıllarda yükselen empresyonizm akımının temsilcileri olan, resimlerinde modern kentin gündelik yaşamını konu alan Edourd Manet, Edgar Degas ve Pissarro Renoir’nın 1870 yılında Fransa – Prusya savaşına katılmalarına rağmen savaşı konu alan bir çalışma yapmamış olmaları bu çelişkiye örnek olarak gösterilebilir. Tıpkı Van Gogh’un iç dünyasında ölüm ve yaşam kavramlarında olduğu gibi; rüya ve kabus, mutluluk ve hüzün, zevk ve ızdırap, aydınlanma ve sömürü kavramları modern dünyada iç içe geçmiştir. Elbette savaş, açlık ve yoksulluk gibi tiyatrolar, sergiler ve operalar da modern kenti ve modern hayatı oluşturan unsurlardır. Ancak belirtilmesi gereken husus Van Gogh’un da zıtlıkların bir arada barındığı dünyanın bir parçası ve bahsi geçen ikiliğin farkında olduğudur.
Van Gogh Lahey’deki işine kıyasla Londra’daki işinin yoğunluğunun az olması nedeniyle ziyaret ettiği müzeler dışında zamanını okuyarak, yürüyüşler yaparak ve mektup yazarak geçirmiştir. Ancak 1873 yılında kim olduğuna dair kesin kanıtlar olmamakla birlikte ilk aşkı Ursula Loyer veya kızı Eugenie Loyer tarafından evlenme teklifi reddedilmiş ve büyük hayal kırıklığına uğramıştır. Aynı yıl Theo Goupil ve Ortakları’nın Lahey şubesinde işe girmiş, Van Gogh kardeşi Theo’nun Londra’ya atanmasını ve birlikte çalışmak istediğini mektuplarında ifade etmiş fakat bu dileği gerçekleşmemiştir. Van Gogh sevgilinin tutkusundan, yakın bir dostun şevkatinden mahrum ve yalnızdır. Fakat sanılanın aksine hayata karşı umutsuz olmamış, çalışmaktan ve üretmekten vazgeçmemiştir. Hatta 13 Nisan 1875 tarihinde kardeşi Theo’ya yolladığı mektubun yanında yaptığı bir çizimi yollaması bu dönemde üretmekten vazgeçmediğini kanıtlar niteliktedir.
1875 yılının Mayıs ayında Goupil ve Ortakları’nın Paris şubesine atanan Van Gogh, 1876 yılının Mart ayında galeriden ayrılmış, İngiltere’ye geri dönmüş ve Ramsgate’te yatılı okulda öğretmen olarak işe girmiştir. Van Gogh’un Paris’te çalıştığı dönemde kilisenin hizmetine girdiği bilinmekte, buna bağlı olarak galeriden ayrılma nedeni din ile ilişkilendirilmektedir. Ancak galeriden ayrılacağı kesinleştiği süreçte dahi mektuplarında etkilendiği resimlerden bahsetmeyi bırakmadığı, işinin kilise ile olan bağı arasında bir engel oluşturmadığı göz önünde bulundurulduğunda sanatla iç içe olan işini din yüzünden bıraktığı önermesi mantıklı bir düzleme oturmamaktadır.
1876 yılında öğretmenlik ve vaizlik yapan, 1877 yılında Dordrecht’te kitapçıda çalışan, 1878 yılında teoloji eğitimi almak için Amsterdam’a giden ve eğitimini yarıda bırakan, 1878 – 1879 yılları arasında Borinage’da maden işçilerine vaizlik yapan Van Gogh, hayatta neyi iyi yapabildiğini ve neyi tutkuyla yapmak istediğini aramıştır. 3 Nisan 1878 tarihinde Theo’ya yazdığı mektupta yer alan “İçten, candan yaşayan, gerçek acılar ve hayal kırıklıklarıyla karşılaşıp da yıkılmayan adam, her işi rastgelen ve bir bakıma bolluk içinde ömür süren adamdan daha değerlidir.” ve “Güçlükler, dertler, her çeşitten engellerle karşılaşmamak güvenli olmak için bir neden değildir, kendimize kolay bir hayat düzenlemekten kaçınmalıyız.” ifadeleri Van Gogh’un mücadeleci ruhunu açıkça ortaya koymaktadır. Aynı mektubun devamındaki “Yoksulluğu seven, ona bağlı kalan insan büyük bir varlık taşır içinde, vicdanının sesini her zaman duyacaktır o.” ifadesi ise sanat tacirliğini neden bıraktığının ve nasıl ressam olmaya karar verdiğinin cevabı niteliğindedir. Van Gogh arayışının güvenli sularda sonlanmayacağını anlaması nedeniyle sanat tacirliğini bırakmış, sonuçlarından korkmamış ve istikrarsız geçen üç yılın ardından gerçek tutkusunun resim olduğunu kendisine itiraf etmiştir.
1880 yılında Anton Van Rappard’ın Brüksel’deki atölyesinde anatomi ve perspektif üzerine çalışan Van Gogh, İngiltere ve Belçika’da vaizlik yaptığı ve hayatlarına büyük ilgi duyduğu maden işçilerinin çizimlerini yapmaya başlamıştır. İlerleyen zaman zarfında Jean François Millet’nin “Tohum Eken Çiftçi”, “Başak Toplayanlar”, “Günün Saatleri” gibi çalışmalarını kopyalamıştır. 1881 yılında Etten’de bulunduğu dönemde kuzeni Kee Vos Stricker’ın evlenme teklifini reddetmesiyle kalbi bir darbe daha almış ve ikinci evi olan Lahey’e taşınmıştır. Lahey’de realizm akımının önemli temsilcilerinden biri olan Anton Mauve’nin atölyesinde kısa bir süre çalışmasının ardından dengesiz davranışlarından dolayı atölyeden kovulmuştur. Evlenme teklifi reddedilen ve Paris’te yaşayan kardeşi Theo’nun gönderdiği para ile geçimini sağlayan ve hayattaki mücadelesini yalnız başına veren Van Gogh’un depresyona girmesi şaşırtıcı değildir. Bu dönemde “Sien” olarak bilinen hayat kadını Clasina Maria Hoornik’i hamileyken beş yaşında çocuğu ile birlikte himayesine almış ve çizimlerini yapmıştır.
6 Nisan 1882 tarihinde Theo’ya yolladığı mektubun yanında Clasina Maria Hoornik’i çizdiği ve “The Great Lady” olarak adlandırdığı çalışmasını da yollamış, ilham kaynağını “İlişikte bulacağın desen daha karanlık bir ifadesi olan büyük bir etüdün krokisidir. Bir şiir var, Tom Hood’un sanırım, orada zengin bir kadının sözü geçer, kadın bir elbise satın almak için zayıf, solgun, veremden bitkin terzi kızların çalıştığı bir atölyeye gider, dönüşte de zenginliğinden vicdan azabı duyup uykusu kaçar. Kısacası karanlık gecede sıkıntıyla kıvranan ince bir figürdür bu.” ifadesiyle açıklamıştır. Çünkü Clasina Maria’nın mücadelesini maden işçilerinden, Millet’nin çalışmalarındaki köylülerden veya 14 yaşında çizdiği küreğine uzanan işçinin mücadelesinden farklı görmemiştir. Millet’nin ve Courbet’nin resimlerinde olduğu gibi Van Gogh’un da resmetmeye değer gördüğü unsur emek ve mücadeledir. Burjuva sınıfının şatafatlı hayatının sahteliğinin ve modern dünyada elde edilen zenginliğin yüzünü görmediği milyonlarca insana ödettiği bedelin farkındadır. Dolayısıyla çalışmaktan yıpranmış elleri gösterişli bir kadını resmetmeye, yoksulluğu ve köylü olarak anılmayı ise zenginliğin beraberinde getireceği suçluluk duygusuna tercih etmiş ve kararından dolayı yaşamının hiçbir döneminde pişmanlık duymamıştır. Fakat modern dünyanın yaşam mücadelesini tek başına veren bireylere acı ve ızdırap dışında sunacağı başka hiçbir şey yoktur. Bu yüzden Clasina Maria’yı resmettiği “Keder” çalışması oldukça manidardır.
The Great Lady—————————————–Kader
Keder çizimini Theo’ya yolladığı tarihsiz mektupta yer alan “Çoğu insanın gözünde neyim ben – değersizin biri ya da tuhaf, aykırı, hoşa gitmeyen bir adam – toplumda kendine yer bulamamış, yer bulamayacak bir yaratık, yani hiçten de aşağı bir şey. Haydi, diyelim ki bu böyledir, ben de inadına böyle değersiz, böyle aykırı bir adamın gönlünde neler bulunduğunu göstermek istiyorum eserimle.” ve “Çoğu zaman yoksulluk içindeysem de, içimde yine de bir uyum, rahat ve duru bir müzik vardır. En fakir evceğizde, en sefil köşecikte resimler, nakışlar görürüm. Ve gönlüm, dayanılmaz bir itişle o yöne doğru kayar” cümleleri, depresif bir adamın değil ait olduğu tarafı bilen, umudunu kaybetmememiş ve mücadele eden bir adamın cümleleridir. Keder çalışması da depresyonun değil modern yaşamın gerçekliğini görebilen bir ressamın şekillendirdiği bir çalışmadır.
Van Gogh Clasina Maria ile olan ilişkisini 1882 yılında ailesinin ve çevresinin uyguladığı baskıdan dolayı sonlandırmak zorunda kalmıştır. Bu ilişki nedeniyle sanat tacirliği yaptığı dönemde ustası olan Hermaus Tersteeg Theo’dan yaptığı para yardımını kesmesini istemiş, Anton Mauve Van Gogh’la iletişimini koparmış ve Theo ağabeyini ilişkisini sonlandırması için ikna etmiştir. Van Gogh’un mutluluğu bu kez çevresi tarafından sökülüp elinden alınmıştır. Yaşadığı duygusal çöküntü resim yapmasına engel olmamış, Lahey’de bulunduğu dönemde 30’u kurşun kalem, 60’ı suluboya olmak üzere yaklaşık 200 çalışma tamamlamış ancak resim yaparak geçimini sağlayamamıştır. Zorlukla hayatını sürdürmesi nedeniyle 1883 yılında ailesinin yaşadığı Nuenen kasabasına taşınma kararı almış ve yaşadığı evin çamaşır odasını atölyeye çevirmiştir. “Dokumacı”, “Balıkçı Kadın” ve en meşhur çalışmalarından biri olan “Patates Yiyenler” çalışmalarını Nuenen’da tamamlamış, çizimlerinde olduğu gibi resimlerinde de modern dünyada kenara atılmış insanlar Van Gogh’un çalışmalarının öznesi haline gelmiştir.
Patates Yiyenler ——————————–Dokumacı
Van Gogh’un sanat pratiğinin dışında Nuenen’de yaşadığı dönemde başından iki trajik olay geçmiş, 1884 yılında evlenme kararı aldıkları Margot Begemann intihara teşebbüs etmiş ve 1885 yılında babası Theodorus Van Gogh kalp krizinden hayatını kaybetmiştir. Hiç şüphesiz iki olay da Van Gogh’un ruh sağlığını kötü yönde etkilemiş, çocukluk döneminde alışılagelmişin dışında yüzleştiği ölüm kavramı sevdiği insanlar üzerinden kendini hatırlatmıştır. İlginç olan veriler ise Van Gogh’un bu olaylar karşısında verdiği tepkilerdir. Margot Begemann’ın arsenik içtiğini fark eden Van Gogh şok yaşamış ancak soğukkanlılığını koruyarak Begemann’ın hayatını kurtarmıştır. 16 Eylül 1884 tarihinde Theo’ya yolladığı mektuptaki “Şimdi bunu denedi ve başarılı olamadı. İkinci kez cesaret edemeyeceği hafif bir şok geçirdi. Başarısız bir intihar girişimi gelecekteki bir intihar için en iyi çaredir.” ifadesi 1890 yılında intihar eden Vincent Willem Van Gogh’a aittir ve intihara meyilli bir delinin ifadelerine benzememektedir. Babasının ölümünün ardından ise üzgün aile bireylerine destek olmuş, halası Elisabeth Huberta Van Gogh’u “ölmek zor ama yaşamak daha zor” ve kardeşi Theo’yu “Her birimizin unutamayacağı günler oldu ama mezar dışındaki izlenim o kadar da kötü değildi. Hayat hiçbirimiz için uzun değil ve soru – onunla bir şeyler yapabilmektir” sözleriyle teselli etmiştir. Van Gogh’un yaşadığı olaylar karşısında verdiği tepkiler herhangi bir insanın tepkileriyle kıyaslandığında olağandışı olarak tanımlanamamaktadır. Sevdiği kadının intihar teşebbüsüne rasyonel, babasının ölümünün ardından ailesine karşı sağduyulu yaklaşmış ve hayata tutunmuştur.
1885 yılında Nuenen’den ayrılan Van Gogh sanat akademisinde eğitim almak için Anvers’a gitmiş fakat 4 ay sonra eğitimini yarıda bırakarak Paris’te yaşayan kardeşi Theo’nun yanına taşınmıştır. Paris’e taşınmasından kısa bir süre sonra düzenlenen Sekizinci Empresyonist Sergisi’ni ziyaret eden Van Gogh; Claude Monet, Edgar Degas, Pissarro Renoir, Alfred Sisley gibi empresyonistlerin çalışmalarını ilk kez canlı görmüş ve etkilenmiştir. Resim yapma arzusu sönümlenmeyen sanatçı, genç ressamlara ev sahipliği yapan Fernand Cormon’un atölyesinde iş bulmuş, atölyede birlikte çalıştığı ressam François Gauzi “Model uyuduğu zaman resim yapmayı bırakmadı. Çalışmasının şiddeti tüm atölyeyi şaşırttı…” ifadesiyle Van Gogh’un yarattığı etkiyi tanımlamıştır. “The Moulin de la Galette”, “The Seine with Pont de la Grande”, “Vincent’ın Penceresinden Manzara (Lepic Sokağı)” gibi çalışmalarını Paris’te yaşadığı süre zarfında tamamlayan Van Gogh, farklı ressamların çalışmalarını da sergileyen Julien Tanguy’ın Paris’teki dükkanında resimlerini sergileme fırsatı bulmuş, bu dönemde Henri de Toulouse Lautrec ve Paul Gauguin’le arkadaş olmuştur.
The Seine with Pont de la Grande
Tarih sahnesinde Lautrec, Gauguin ve Van Gogh arasındaki arkadaşlık güzel bir tesadüf olarak değerlendirilebilir. Fakat aristokrat bir aileye mensup olan Lautrec’in ait olduğu sınıfı reddetmesi, çözümsüzlükten dolayı modern dünyada bohem hayatı yaşamak dışında bir çıkış bulamaması, alkolizm ve frengiden dolayı hayatını kaybetmesi veya yoksulluk içinde yaşayan Gauguin’in kızının ölümünün ardından intihara teşebbüs etmesi tesadüf değildir. Bu bağlamda Walter Benjamin’in “Modernizmin insanoğlunun doğal ve üretken temposunun önüne çıkardığı engeller, insanoğlunun güçleriyle orantılı değildir. Bu durumda insanın felce uğraması ve kurtuluşu ölümde araması, anlaşılır olmaktadır.” ifadesi üç ressamın hayatında da karşılık bulmakta ve Van Gogh’un bunalımının kaynağını işaret etmektedir.
1888 yılının Şubat ayında Van Gogh komün bir sanat kolonisi kurma amacıyla Fransa’nın güneyinde yer alan Arles kasabasına taşınmıştır. Van Gogh’un Arles’a taşınması modern kentten kaçışla ilişkilendirilmekte ancak bunun ötesinde kendi ekonomik geçimini sağlayamadığını ve yıllarca Theo’nun maddi desteğiyle hayatta kaldığını ve bu durumun kendisini yetersiz hissetmesine neden olduğunu vurgulamak gerekmektedir. 1880 – 1889 arasında Theo’ya yolladığı onlarca mektupta Theo’ya yardımlarından dolayı müteşekkir olduğunu, borcunu ödeyemediği için mahçup hissettiğini ve telafi etmek için elinden geleni yapacağını sayısız defa belirtmiştir. 29 Temmuz 1888 yılında Theo’ya yolladığı mektupta yer alan “Geleneksel resim aslında güçsüz, cansızdır, ne var ki yeni ressamlar gene de yalnız, yoksul kalıyor, deli muamelesi görüyor, bu muamele yüzünden de gerçekten deliriyorlar, toplumdaki tutum ve davranışları delice oluyor.” ve “Demek ki yalnız boyayla değil de kendini vererek, kendinden vazgeçerek resim yapıyorsa ve yüreği parçalanarak – senin de çalışmanın karşılığı ödenmiyor ve tıpkı bir ressam gibi sen de kişiliğinden vazgeçiyorsun, yarı isteğinle yarı rastlantıyla kendinden ödüyorsun.” ifadeleri Van Gogh’un yalnızlık, yoksulluk ve sömürü üçgeninin herkes gibi kendisini de sürüklediği dipsiz bataklığın farkında olduğunu göstermektedir.
Hayatının her döneminde olduğu gibi Arles’da yaşadığı dönemde de üretmekten vazgeçmeyen Van Gogh, yaşadığı Sarı Ev’de çalışmalarına devam etmiştir. Van Gogh’un 1888 yılında yazdığı tarihsiz bir mektupta yer alan “O (Gauguin) denizcilerin ağır bir yük taşımak veya kaldırmak zorunda olduklarında büyük bir efor sarfettiklerini ve birbirlerine güç vermek için birlikte şarkı söylediklerini söyler. Sanatçıların eksikliği budur!” ifadesinin öznesi olan Gauguin, arkadaşına destek olmak ve birlikte çalışmak için 1888 yılının Ekim ayında Arles’a gitmiştir. Söz konusu ifade her iki ressamın da örgütlülüğe ve dayanışmaya ihtiyaç duyduğunu kanıtlamaktadır. Buna karşın Van Gogh ile Gauguin’in birlikteliği kısa sürmüştür. Van Gogh geçirdiği sinir krizinin etkisiyle kulak memesini kesip bir hayat kadınına hediye etmiş, gerçekleşen olayın ardından Gauguin Arles’dan ayrılmış ve Van Gogh Gauguin’e yaşattığı şoktan dolayı yaşadığı üzüntüyü Theo’ya yolladığı mektuplarda kaleme almıştır. 5 Mayıs 1889 yılında Saint Remy vilayetinde kendi isteğiyle akıl hastahanesine yatan Van Gogh bir yıl tedavi görmüştür. “Saint Remy’de Manzara”, “Yıldızlı Gece”, “Tutuklular Çemberi” gibi çalışmalarını akıl hastanesinde kaldığı süre zarfında tamamlamıştır. 1885 – 1890 yılları arasında yaptığı resimlerde empresyonist ve post empresyonist teknikleri kullanmış olsa da kendisini empresyonist olarak tanımlamayan Van Gogh tarzını “Kesinlikle manzara ressamı değilim, manzara resmi yaptığım zaman içlerinde mutlaka figürler olacaktır.” ifadesiyle açıklamıştır.
Tutuklular Çemberi
24 Aralık 1889 tarihinde başka bir kriz geçiren Van Gogh intihara teşebbüs etmiş ancak kurtarılmıştır. Beş yıl önce evlenmek istediği kadının hayatını kurtaran, intiharı kendi gerçekliğinin dışında değerlendiren ressam için bu kez intihar bir seçeneğe dönüşmüştür. 1890 yılında Auvers-sur- Oise’ye taşınan Van Gogh, 20 Mayıs 1890’da amatör bir ressam ve doktor olan Paul Gachet’tan destek almaya başlamış fakat 27 Temmuz’da kendini göğsünden vurarak intihar etmiş ve hayatını kaybetmiştir. Ölmeden önce Theo’ya yazdığı son mektup Van Gogh’un göğsünde bulunmuştur. “Güzel mektubun ve içindeki elli frank için teşekkürler” cümlesiyle başlayan mektup, kardeşini basit bir sanat taciri olarak görmediğini ifade ederek devam etmekte ve “Ölmüş ressamları satanlarla yaşayan ressam ticareti yapanlar arasında durumun çok gergin olduğu bir anda. Böyle işte, ben, kendi çalışmalarım için yaşamımı tehlikeye atıyorum, bu çalışma uğruna yarı deli bir insan oldum -olsun, kabul – ama bildiğim kadarıyla insan ticareti ile uğraşanlardan biri değilsin sen ve hangi tarafı tutacağını, tam insanca davranarak seçebilirsin. Ama bilmem ki…” ifadeleriyle sonlanmaktadır.
Van Gogh mektubunun son cümlesinde emeği üretenler ile emeği sömürenler arasındaki taraflaşmada kardeşini vicdanının sesini dinleyerek doğru tarafta yer almaya çağırmıştır. Çünkü yaşamı süresince siyasi bir figür olmasa da kendisinin modern dünyada var olan kavgada taraf olduğunun farkındadır. Hayatı boyunca defalarca kez küllerinden doğan, karşılaştığı engel her ne olursa olsun başa çıkmanın bir yolunu bulan, mücadele etmekten korkmayan ve resim yapmaktan vazgeçmeyen Van Gogh’un çözemediği iki sorunu olduğunu söylemek mümkündür. Söz konusu iki sorun modern dünyanın çelişkilerini görmezden gelememesi ve sömürü düzeninden kaynaklı yoksulluğuna çözüm üretememesidir. Günümüze ulaşan verilerle sadece bu nedenlerden dolayı intihar ettiğini söylemek olanaksızdır ancak bu nedenlerin “delirmesinde” belirleyici olduğu Van Gogh’un beyanlarına dayanılarak ifade edilebilir. Van Gogh hayatının farklı dönemlerinde yaşadığı ruhsal çöküntüler, kulak memesini kesmesi ve intihar etmesi nedeniyle deli olarak tanımlanmaktadır. Ancak Van Gogh’u deli yapan unsurlar söz konusu unsurlar değil yaşamak istediği hayatı yaşamaktan korkmaması, inandığı değerlere göre yaşaması, emeği üretenlerin tarafında yer alması ve hayalindeki üretimi gerçekleştirebilmek için ölümü dahi göze almasıdır. Van Gogh’un deliliğin gölgesinde taşıdığı umudun arkasında köylü bir çocuğun ressam olma yolundaki mücadelesi yer almaktadır.
Açılımını bilmeseniz bile “GIF” kelimesine kesin rastlamışsınızdır. İnternetin ilk zamanlarında belirleyiciydi, şu ansa hiç olmadığı kadar popüler. Peki bu GIF nedir ve onları nasıl kullanabiliriz?
En basit anlamda; hareketli görseller toplamıdır, “gif” ya da “jiff” diye telaffuz edilir. GIF formatı, JPEG ya da PNG gibi sabit görüntüler oluşturmak için de kullanılabilir. Ama bunun kendine has bir özelliği de vardır, hareketli görüntülerin oluşturulmasında da kullanılır:
“Hareketli görseller” tabirini kullanıyoruz çünkü GIF’ler gerçek anlamda birer video değildir. Eğer bir şeye benzeteceksek bu “flipbook” (sayfaların hızla çevrilmesi ile hareket illüzyonu yaratan küçük kitap) olabilir. Mesela ses içermezler ki bunu zaten fark etmişsinizdir. GIF dosyaları birçok fotoğrafı içerir ve fotoğraflar “flipbook”ta olduğu gibi ard ardına aktığında bir video yanılsaması verir.
CompuServe şirketi GIF formatını 1987’de yayınladı ve son olarak 1989’da güncelledi. Başka bir deyişle; ABD nüfusunun %35’inden daha yaşlı ve World Wide Web’den 2 yıl önce ortaya çıktı. Erken dönem GeoCities web sitelerinin, MySpace sayfalarının ve e-mail zincirlerinin yapılandırılmasına yardımcı oldu, dans eden bebeği hatırlayın. Hala da internet kültüründe büyük yer kaplıyor. Aslında GIF formatı her zamankinden daha popüler bile denebilir.
Peki GIF’ler niye popülerite kazanıyor?
Çünkü tıpkı meme’ler (kültürel aktarım birimi, bulaşıcı fikir veya simge) gibi onlar da espri yapmada, duygu ve fikirleri aktarmada çok kullanışlı.
Buna ek olarak GIPHY ve Gyfcat gibi siteler GIF’lerin oluşturulmasını ve paylaşımını çok kolay hale getirdi.
Bu servisler Twitter, Facebook, Messenger gibi uygulamalar ve telefon klavyenizle entegre olarak çalışmakta, böylece onları kullanmak emojileri ya da “sticker”ları kullanmak kadar kolay.
Peki neden GIF dosya formatı? Neden onun yerini başka bir şey tutmuyor?
Dürüst olmak gerekirse GIF bir hayli çağdışı bir format. GIF dosyaları 8-bit, yani 256 renk sınırı vardır ve görüntü genelde berbattır. GIF’ler sıkıştırılmadığı için aynı uzunluktaki MP4 dosyasından daha fazla yer kaplarlar. İnsanlar GIF formatının yerine başka bir şey koymaya çalıştılarsa da hep başarısız oldular. Mozilla’nın APNG (animated PNG) formatı 10 yıl önce GIF’in yerini almak üzere piyasaya sürüldüyse de başarılı olamadı. GIF’in dolaşımda kalmasının birçok nedeni varsa da biz en büyük 3 tanesini konuşacağız:
–Tüm Sunucular Farklıdır: Sunucuların kendi özellikleri vardır ve bazen farklı birkaç bileşen bile sunucunun çalışmasına engel olabilir. Spesifik bir örnek mi lazım? Mozilla’nın APNG formatı 2008’de piyasaya sürüldü, ama Microsoft Edge sunucusu bu formatı desteklemeye daha bu sene başladı. Buna karşın GIF formatını tüm sunucular uzun yıllardan bu yana desteklemekte.
–HTML’nin Video Formatını Destekleme Problemi: HTML5 2014’te yayınlanmadan önce HTML standardı, videoyu desteklemiyordu. Bu da GIF paylaşmanın video paylaşmaktan daha kolay olduğu anlamına gelmekte, bir puan daha. Birçok web sitesi videolar için Adobe’nin Flash eklentisini kullanıyordu. Ama Flash iPhones gibi mobil araçlarda çalışmıyordu.
–GIF’lerin Oluşturması Kolay: GIF yapmak bu kadar kolayken neden başka bir formatla uğraşalım ki? GIF oluşturulan bir sürü site varken, birçok fotoğraf düzenleme sitesi gif oluşturabiliyorken hem de.
Merak etmeyin, işler daha da iyiye gidiyor.
Gfycat ve Imgur gibi siteler, GIF formatını daha da geliştirmek adına GIFV adlı bir HTML5 video uzantısı üzerinde çalıştılar. Bu da demek ki Gfycat ya da Imgur aracılığıyla oluşturulan/buralara yüklenen dosyalar birer GIF değil, MP4 ya da WebM videoları olacaklar. Yani sesleri olacak, 256’dan fazla renk seçenekleri olacak ve GIF’lerden daha az yer kaplayacaklar. Tabii bu sitedeki tüm GIF’lerin güzel görünmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Ama şu da kesin ki GIF’lerin kullanımı zamanla azalacak.
GIF’ler Nasıl Kullanılır?
GIF kullanmak biraz emoji kullanmaya benziyor. Durum için uygun olduğunu düşündüğünüz GIF’i seçip yollarsınız. Bir şey indirmeniz geremez, birçok sosyal medya platformu GIF sağlayan sitelerle ortak çalışmakta. Klavyenizde bile bununla ilgili bir sekme var hatta.
Şimdi de gelelim GIF aramanın ve kullanmanın en iyi yollarına:
-GIF Arama Fonksiyonları:
Çoğu sosyal medya sitesinde bir arama çubuğu bulunur. Twitter ve Facebook Messenger başlattı bu geleneği. Bu arama çubukları direkt olarak GIPHY ve Imgur gibi sitelerle çalışır, böylece GIF kullanımı emoji kullanımı kadar basit olur.
–Link’i Kopyalamak: GIPHY, Imgur ve Gifycat gibi sitelerde GIF’leri panelinize kopyalamanızı sağlayacak araçlar vardır. Sadece istediğiniz GIF’i bulun ve “kopyala” butonuna basın.
Sonra da linki, GIF’i kullanmak istediğiniz yere yapıştırın. Birçok sitede link otomatik olarak çalışacaktır.
–Gboard (Google Klavye) Kullanın: Android, iPhone ve iPad’deki Google Keyboard’da bir GIF fonksiyonu vardır, GIF’leri SMS’lerde bile kullanmanızı sağlar. Olur da GIF’leri telefonunuza ya da bilgisayarınıza kaydetmek isterseniz hem telefonunuz hem de bilgisayarınız için birçok uygulama mevcut.
Kendi GIF’lerimizi Nasıl Yapabiliriz?
Bir GIF’i nasıl oluşturacak olursanız olun işe bir video ile başlamanız gerek, fotoğraf fotoğraf bir araya getirmeyecekseniz tabii.
Bu ilk videonun çok uzun ya da kısa olması fark etmez. Çalıştığınız GIF yapma platformu size uygun uzunluğu bulmanız konusunda yardım edecektir. Sonrasında isterseniz metin ya da efekt bile ekleyebilirsiniz.
GIF oluşturmak için en iyi platformlar:
–GIF Oluşturmayı Sağlayan Web Siteleri: Böylesi bir sürü site vardır. Size Imgur, Gifycat ya da GIPHY gibi siteleri tavsiye ederiz. Hem kullanımları kolaydır hem de HTML5 videoları ürettikleri için teknik olarak daha kaliteli çıktı verirler. Siteye bir video yükleyin ya da YouTube veya Vimeo linki kopyalayın. Sonra site size kırpma ya da düzenleme seçenekleri verecektir.
–Bir Uygulama Kullanın: GIF yapmak için en popüler uygulamalar GIPHY CAM (iOS/Android) ve GIF Maker’dır (iOS/Android). Videonuzu uygulamaya sürükleyip ihtiyacınıza göre kırparsınız. (Android ve iOS’ta Google Gboard’da da aynı işlemi gerçekleştirebilirsiniz)
–Bir Dijital Sanat Yazılımı Aracılığıyla: GIF’lerinizi Photoshop, GIMP, Sketchbook gibi programlarda da yapabilirsiniz ama bu çok uğraş verici bir iş olur.
Bu programlar GIF’iniz üzerinde çok fazla düzenleme yapmak istiyorsanız önerilir sadece.
Başınızın ağrımaması için ve hayal kırıklığına uğramamanız adına sitelerden birini kullanmanızı öneririz. Bu siteler aracılığıyla bir linki kopyalayıp istediğiniz mecraya yollayabilirsiniz. Ama sakın giriş bilgilerinizi unutmayın. Tüm GIF’lerinizi kaybedebilirsiniz yoksa!
1 Mayıs’ın öncesinde değil sonrasında bir yazı kaleme
almayı düşünürdüm şartlar olağan olsaydı. Konser veren sanatçıları, meydanda
andıklarımızı, çekilen halayları, kol kola olmayı, katılımcıları, sendikaları,
yediğimiz gazları, gözaltına alınanları, fotoğrafta flaması yan yana gelen iki
partinin mecliste yarattığı tartışmaları, 1 Mayıs’a katılan en küçük bebeği…
Sanırım bunları yazardım.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Merkezi raporlarına göre
2019’da 1736 iş cinayeti işlendi.[1]
Bilirsiniz işçilerin nasıl can verdiğini. Ailesiyle tatile giderken trafik kazasında
ölen işçiler değil bu rapordaki işçiler. Kayak yapmaya gidip çığ altında kalan
işçiler değil. Karın tokluğuna kaçak çalıştırılan, sömürülen, göçmen işçiler…
Atölyelerde ciğeri solan işçiler… Yüksekten korkan ve 37. kattan iş güvenliği
olmadığı için düşüp bedeni parçalanan işçiler… Güneş görünce gözü sulanan, akan
suyla yüzünden kömür izi silinen işçiler… Bilirsiniz işçilerin nasıl can
verdiğini.
2019’da can verenlerden 67’si çocuk. Çocuk… Çocuk Ali’ler…
Salgın nedeniyle 20 yaş altı ve 65 yaş üstü yurttaşların
sokağa çıkması yasak. Ali 17 yaşında. İşe gidiyor. Mecbur. Polise denk geliyor.
Polis “Dur!” diyor. Ali maaşının birkaç katı cezayı ödeyemeyeceği için korkup
kaçıyor. Çocuk… Durmuyor. Polis kalbinden vurup katlediyor. Haberlere “Dur
ihtarına uymayan Suriyeli genç bacağından vuruldu” olarak yansıyor polisin
katliamı. Suriyeli oluşu özellikle belirtiliyor. Bir bakıyorsunuz haberi
paylaşanlara: “iyi olmuş, direkt kafasına sıksaymış, bunları beslediğimiz yetti”
vb. nefret söylemleri saymakla bitmiyor.
2020’nin ilk üç ayında kayıtlara geçen işçi ölümü 356…356 can…Bertolt Brecht Tahterevalli şiirinde anlatıyor ya:
“Ve şimdi görüyorsun açıkça; bu bir tahterevalli tahtası. Bütün düzen bir tahterevalli aslında. İki ucu birbirine bağımlı. Yukardakiler durabiliyorlar orada, sırf ötekiler durduğundan aşağıda.”
Saraylar, hanlar, hamamlar… Mezarlıkların üzerine
kuruldular. Yüksek bir katından genç kadınların atıldığı, intihar süslü
plazalar ölülerin cesedini ezip dikildiler.
Kapitalizm ölü istiyor. Yer yerinden oynamasın diye. Zeminin parçalanmasını önleyecek istiflenmiş insan eti istiyor kapitalizm. İşçiler el çekmiyorsa fabrikalardan, karnı tok en üsttekilerin. Hastanelerde tek bir odanın ışığı sönmüyorsa, Amerika’ya yardım göndermekle övünür başkanlar ve biz bilimin işçileri sayesinde nefes saymayıp, umut edebiliriz ancak. Evlatlarını bile göremeyen, yüzleri maske yarası emekçiler sayesinde…
Binlerce insan işten çıkarıldı. Yardım kolilerine muhtaç
edildi. Beş adet maskeye ulaşan zafer ilan ediyor. Canını korumak için alabileceği
tek önlem üfleyince uçan bir maske oluverdi çünkü. Tiyatrocular, müzisyenler
öngörülemeyen bu süreçte ayakta kalma mücadelesi veriyor; devlet memuru olmayan
birçok sektörün çalışanı gibi…
Karantinada 1 Mayıs
Meydanların boş olmasının burukluğu ile balkonlarımızdan, evlerimizin pencerelerinden selamlayacağız bu yıl belki de en çok sağlık emekçilerini ve elbette işe gitmek zorunda olup virüse yakalanıp can veren işçileri… Kaybettiğimiz doktorları, hemşireleri… Minnetle selamlayacağız.
Kadınların görünmeyen emeği mi? Onu unutacağız canım. İki
ay karantina olduysa ne olmuş? Siz bilirsiniz kadınların emeğini, değil mi?
Unutmak yüzyılın geleneği.
O halde hepimize bir hatırlama görevi: proleter şaire olarak anılan Yaşar Nezihe Bükülmez’in ilk Türkçe 1 Mayıs şiirinin son kısmını paylaşacağım. Belki tanımak istersiniz.
“…Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi. Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi. Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say… Bir gün bırakınca işi halk şaşkına döndü. Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü. Sayende saadetlere mazhar beşeriyet; Sen olmasan etmezdi teali medeniyet. Boynundan esaret bağını parçala, kes, at! Kuvvettedir hak, hakkını haksızlara anlat.”
Özlemle, hasretle, buruk… Her şeye rağmen dirençle ve umutla kutlu olsun 1 Mayıs!
Ülke, dünyanın vahşi kaplanlarının çoğuna ev sahipliği yapıyor ve yaban hayatından sorumlu yetkililer onları koruma adımlarını açıklıyor.
Nisan ayının başlarında Hindistan’ın merkezindeki Pench Ulusal Parkındaki bir kaplanla ilgili bir sorun vardı. Yaban hayatı yetkilileri 10 yaşındaki erkek bir kaplanın yakındaki bir gölete sık sık gittiğini gözlemlemişti ve bunun muhtemel sebebinin ise kaplanın vücut ısısının yükseldiğini tahmin ediyorlardı. Yetkililer kaplana antibiyotik vermesine rağmen kaplan eski sağlığına kavuşamadı ve göletin başında hayatını kaybetti. Gizemli bir solunum yolu hastalığı şüpheli ölüm nedeniydi.
Yetkililer bu olaydan iki gün sonra – ölüm sebebinin dev bir tüy yumağından etkilenmiş bir bağırsağın kaplanı öldürdüğünü belirlemeden önce – 50 adet vahşi kaplan için acil alarma geçti. Hindistan, dünyadaki toplam esir olmayan kaplan nüfusunun yaklaşık olarak dörtte üçü olan 2967 vahşi kaplana ev sahipliği yapıyor. Ve kaplanların Rinotrasheitis (Üst solunum yolu rahatsızlığı) gibi solunum rahatsızlıklarından muzdarip olduğu bilinmektedir. Ancak New York Bronx Hayvanat Bahçesi’nde 4 yaşındaki bir kaplanda ilk doğrulanmış koronavirüs testinin olduğu duyurusu endişeleri daha da arttırdı.
Hindistan’ın büyük kedilerini korumakla görevli hükümet kurumu Ulusal Kaplan Koruma Kurumu’ndan Anup Kumar Nayak, “Bu koronavirüs çok tehlikeli olabilir” dedi. “Gelecekte ne olacağını elbette bilmiyoruz ancak her türlü tedbiri almak zorundayız. Onlarla yakından ilgilenmek zorundayız”.
Dr. Nayak’ın ajansı ve Hindistan Çevre, Orman ve İklim Değişikliği Bakanlığı, tüm eyaletlerdeki yaban hayatı yetkililerine, insanların milli parklara ve mabetlere ziyaretleri sınırlandırmalarını tavsiye etti. Yetkililer, kaplanların burun akıntısı, öksürük veya zorla nefes almak gibi solunum semptomları için de ayrıca gözlemlenmesi gerektiğini söyledi. İnsanlarla etkileşimde olan ve hayvanların yerlerini değiştiren personelin, hayvanlarla herhangi bir etkileşimden önce koronavirüs için teste tabi tutulması gerekir.
Pench Ulusal Parkında hayatını kaybeden kaplanın ölümü sırasında, ajans koronavirüs testi ile ilgili herhangi bir protokol oluşturmamıştı. İlerleyen dönemlerde, otopsi sonrası araştırma yapan veteriner hekimlerin ulusal laboratuvarlara numune alımları ve numunelerin gönderilmesi gerekecektir. Önerilerin yayınlanmasından sonraki iki hafta içerisinde, Dr. Nayak yaban hayatı yetkililerinin kaplanlardan herhangi birinin enfekte olduğunu gösteren davranışsal değişiklikler olmadığını bildirdiklerini söyledi. Ancak onlar daha hasta kaplanları aramaya devam ediyorlar.
Hindistan 24 Mart’ta ülke çapında bir sınırlamaya gitti, ancak birçok yaban hayatı yetkilisi çalışmaya devam etti. Madhya Pradesh’in merkezi eyaletindeki Kanha Kaplan Barınağı’nda çalışan yüzlerce korucu, orada yaşadığı tahmin edilen 90 adet tehlike altındaki kaplanı korumak için 362 mil karelik alanda devriye geziyor. “Kanhada kendi veterinerlerimiz ve veteriner hastanemiz bulunmaktadır, bu yüzden iyi hazırlandık. Her yer için endişeli olmamıza rağmen çok dikkatliyiz.” dedi Direktör L. Krishnamoorthy.
Araştırmacılar, Çin’in Harbin Veteriner Araştırma Enstitüsü’nde yapılan bir dizi laboratuvar deneyinde, virüsün evcil kedilerde “etkin” olarak çoğaldığını ve hayvanlar arasındaki solunum damlacıklarıyla bulaşabileceğini belirtti. Sonuçlar geçen ay bir ön baskı olarak web sitesine yüklendi fakat henüz bir akran değerlendirmesine tabi tutulmadı.
Bilim insanları, koronavirüsün vahşi doğadaki büyük kedileri nasıl etkileyebileceğinden henüz emin değiller. Laboratuvar veya hayvanat bahçesi gibi kontrollü veya değiştirilmiş bir ortam, türlerin bir ekosistem içerisinde nasıl etkileşim içinde bulunduklarına dair doğru bir model sunmaz. New York’taki Vahşi Hayatı Koruma Derneği Sağlık Direktörü Chris Walzer, kafeslerin virüsü buharlaştıran başınçlı yıkayıcıyla yıkanması virüsün Bronx Hayvanat Bahçesi Malaya kaplanı Nadia’ya bulaşmış olabileceğini öne sürdü. Ayrıca hayvanat bahçesindeki diğer altı büyük kedi de görüldüğü gibi sadece hafif semptomları -öksürük ve iştah azalması- olduğunu ifade etti.
Kaplanların kuduz, şarbon ve köpek distemperine karşına savunmasız oldukları bilinmektedir ve bu da genellikle sokak köpekleri tarafından yayılan ölümcül bir hastalık olan morbillivirüstür. Kediler ayrıca gastrointestinal sistemi etkileyen başka bir koronavirüs suşunun neden olduğu bir hastalık olan enfeksiyöz peritonitin kurbanı olabilir. Hindistan, muhtemelen ülkedeki kaplanların hassas statüsü nedeniyle bu duruma çok fazla dikkat ediyor. Bazı eleştirmenler ise yetkililerin yanlış soruna odaklandığını belirtiyor.
Hindistan’daki Vahşi Yaşam Araştırmaları Merkezi Müdürü Ullas Karanth, virüs hakkındaki korkuların yanlış yönlendirildiğini düşünüyor. Vahşi kaplanların yerliler tarafından avlanması, kaplanlar için hastalığın kendisinden daha büyük bir tehdit oluşturuyor. Yakın bir zamanda Bandipur Kaplan Barınağı’nda yedi kaçak avcı ölü bir geyikle tutuklandı. “Bu tür avlanmalarda belirgin bir artış var,” dedi Dr. Ullas Karanth.
Diğer doğa koruyucuları sınırlandırmalar sebebiyle, korunan alanlarda ve yakınında yaşayan yoksul halkın yakacak odun ve yiyecek gibi geçim malzemelerini toplayamayacakları konusunda uyarıyorlar. Hintli bir yaban hayatı biyoloğu olan Ravi Chellam ve diğer yetkililer Çevre Bakanlığı’na yazmış oldukları bir mektupta, köylüleri korunan alanlardan tahliye etmemeye çağırdı. Chellam, Hint yaban hayatı, habitat parçalanması, bozulma, yıkım, iklim değişikliği, kaçak avlanma ve potansiyel olarak Covid-19 gibi birçok tehdit dışında çok daha büyük tehditlerle karşı karşıya olduklarını belirtti.
Kaynakça
Dickie, G. (2020, April 22). India Sees Coronavirus Threat to Fragile Populations: Tigers. NewYork Times.
Bellek, öğrenme, motivasyon, duygular, rüyalar ve irrasyonel davranışlar gibi insan doğası hakkındaki sorular, MÖ. 4. ve 5. yüzyıllara dayanan bir geçmişe sahip olsa da psikolojinin bilim dalı olarak sayılması, Wilhelm Wundt’un 1879 yılında ilk psikoloji laboratuvarını kurup felsefeden ayrı bir disiplin olduğunu ilan etmesine dayanır. Öyle ki psikolojiyi felsefeden ayıran temel unsurlar; insan doğasına ait özelliklerin incelenmesinde kabul edilen yaklaşımlar, kullanılan ölçüm araçları ve tekniklerdir. Psikolojinin bilim dalı haline gelmesiyle birlikte, insan doğasının hangi açıdan ve hangi yöntemle ele alınması gerektiğine yönelik olan ve her biri bir sonrakini etkileyen psikoloji ekolleri ortaya çıkmıştır.
Psikoloji ekollerinden ilki olan yapısalcılık, zihni oluşturan elemanlar; işlevselcilik ise zihnin ne şekilde çalıştığı üzerinde dururken davranışçılık, tüm ruhsal kavram ve terimleri reddederek sadece gözlemlenebilir davranışları ele alarak insan doğasını anlamaya çalışmıştır. Diğer yandan Gestalt psikolojisi, özellikle algısal organizasyon ve düşünmeye; psikanaliz, bilinç dışı süreçlere; hümanistik psikoloji, bilinç ve insan doğasına ait olduğu varsayılan tüm faktörlere; bilişsel psikoloji ise yapısalcılığın, işlevselciliğin ve davranışçılığın ilkelerini sentezleyerek beynin bilgi işleme süreçlerine odaklanmıştır.
Günümüzde psikoloji, benzersiz bakış açılarına sahip olan ve çeşitli alt alanlardan oluşan bir disiplindir. Biyolojik psikoloji, insan ve hayvan davranışlarının biyolojik temellerini; evrimsel psikoloji ise bu davranışları sergilememize neden olan kalıtımsal biyolojik mekanizmaları inceler. Bilişsel psikoloji; insanın algı, bellek, dil, düşünme gibi zihinsel süreçleriyle ilgilenirken deneysel psikoloji, hem insanın hem de diğer canlıların zihinsel süreçlerinin yanı sıra öğrenmeyi (koşullama) de ele alır. Gelişim psikolojisi, bireyin yaşamı boyunca süren psikolojik gelişimini ve değişimini gelişim dönemlerine göre incelerken kişilik psikolojisi; bireylerin kendine özgü davranış, düşünce ve duygu kalıplarına odaklanır. Sağlık psikolojisi; sağlık ve hastalığı etkileyen biyolojik, psikolojik ve sosyal faktörleri araştırırken klinik psikoloji, psikolojik bozuklukların ve diğer sorunlu davranış kalıplarının tanı ve tedavileriyle ilgilenir. Spor psikolojisi; spor aktivitelerinde düşünce, duygu ve fiziksel performans arasındaki etkileşimleri inceler. Adli psikoloji, psikopatoloji ve suç psikolojisinin kesişim noktasında yer alırken endüstriyel ve örgütsel psikoloji, üretkenliği ve çalışma hayatının kalitesini iyileştirmek amacıyla iş ortamlarını inceler. Psikoloji bölümlerinde, lisans düzeyindeki öğrencilere bu alt alanlar hakkında genel bilgiler verilir. Bu alt alanlardan herhangi birinde uzmanlaşmak içinse bu alanların ana bilim dalının olduğu üniversitelerde lisansüstü düzeyde eğitim alınması gerekir.
Bu liste, bir yanıyla psikolojinin birçok alt alanını tanıtırken bir yandan da bu alt alanlarda uzmanlaşmış bilim insanlarının hangi konularla ilgili çalışmalar yaptığına ilişkin örnekler içeriyor. Ülkemizde psikolojinin bu alt alanların ana bilim dalları -klinik psikoloji haricindekiler-, sadece belirli başlı üniversitelerde bulunuyor. Nitekim psikopatolojiyi ayırt edebilmek için psikonormalin, anormal davranışı ayırt edebilmek için normal davranışın araştırılıp bilinmesi gerekmektedir. Bunun için de psikoloji alanında, insanı çeşitli yönleriyle (örn. bilişsel, evrimsel, sosyal…) inceleyen alt alanların ana bilim dallarının tüm üniversitelerimizde olacak şekilde yaygınlaştırılmasına ve nihayetinde bu alt alanlarda yetiştireceğimiz uzman psikologlara ihtiyacımız bulunmaktadır.
AcademicInfluence.com adresindeki bilgilere dayanarak hazırlanan bu listedeki sıralama, bilim insanlarının soyadlarına göre alfabetik olarak yapılmış. Elbette, bu listede yer almayan ve çalışmalarıyla psikoloji literatürüne katkı sağlamaya devam eden bilim insanları mevcuttur; ancak burada sadece 50 tanesi yer almaktadır. Orijinal metne buradan ulaşabilirsiniz. https://thebestschools.org/features/most-influential-psychologists-world/ Geleceğin herkes için her zamankinden biraz daha fazla belirsiz olduğu bu günlerde bu yazı, sizlere biraz da olsa iyi gelir dilerim.
Notlar:
Lisansı psikoloji alanı dışında olan bilim insanları da ürettikleri bilgi ve yöntemlerle psikoloji literatürüne katkı sağladığından listeye alınmış.
Liste hazırlanırken vefat eden bir bilim insanı, psikoloji literatürüne olan önemli katkısından dolayı listede bırakılmış.
Listedeki bilim insanlarının çalışmalarına bizzat ulaşıp metnin birçok yerinde yeniden düzenlemeler yaparak birebir çevirinin dışına çıkmış oldum.
Listede yer alan her bir bilim insanının aldığı ödülleri ve yazdığı kitapların listesini yazmak yerine, araştırma konularıyla ve deneyleriyle ilgili olan videoları ekledim -2’si hariç-.
Bu çeviriyi son hâline getirmemdeki katkısı için Uzm. Psikolog Işıl ÖZÜAK ve tüm fotoğrafları düzenleyen Soner TUNCA’ya teşekkür ve sevgilerimle…
1. John R. Anderson | Bilişsel Psikoloji, Bilişsel Nörobilim, Bilişsel Bilim, Hesapsal Öğrenme Bilimi
Doğum Yılı ve Yeri : 1947, Vancouver, Britanya Kolumbiyası, Kanada Lisans Derecesi : Psikoloji, Britanya Kolumbiyası Üniversitesi, 1968 Doktora Derecesi : Psikoloji, Stanford Üniversitesi, 1972
Anderson hâlen Carnegie Mellon Üniversitesinde Psikoloji ve Bilgisayar Bilimi Profesörüdür. Rasyonel analiz yaklaşımı olarak bilinen insan zihin yapısının bilgisayarlar aracılığıyla modellenmesi çalışmalarının öncüsüdür. Anderson’un en iyi bilinen çalışması olan ACT-R (Adaptive Control of Thought-Rational/Düşüncenin Adaptif Kontrolü-Rasyonel); düşünme, bellek, dil gibi alanlarda bilişin nasıl çalıştığını, insanların bilgiyi nasıl organize ettiğini ve zeki davranışları nasıl ürettiğini anlamak için geliştirdiği bir bilişsel yapıdır (cognitive architecture). İnsan bağlantısal bellek modeline (HAM: Human Associative Memory) dayanan ACT-R özellikle bellek süreçlerine odaklanarak insan genel bilişinin altında yatan zihinsel işlevlerin modellenmesini sağlamaktadır.
Anderson’un bu teorik modelini test etmek için yürüttüğü deneysel çalışmalarının sonuçları özellikle problem çözme teorisi -kodlama, planlama ve tepki aşamaları- ve öğrenmenin bileşenlere ayrılması teorisine -problemin daha yönetilebilir parçalara ayrılması- önemli katkı sağlamıştır. Yapay zekâ, bilgi işleme, düşünme (örn. karar verme, problem çözme), organizasyon teorisi ve karmaşık sistemler gibi çalışmaların öncülerinden olan Herbert A. Simon ile birlikte ortak çalışmalar yürüten Anderson, son yıllarda zekâ eğitim sistemlerinin geliştirilmesi üzerine çalışmaktadır.
Doğum Yılı ve Yeri : 1967, New York, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Tel Aviv Üniversitesi, 1991 Y. Lisans Derecesi : Bilişsel Psikoloji, North Carolina Üniversitesi, 1994 Doktora Derecesi : Bilişsel Psikoloji, North Carolina Üniversitesi, 1996 İşletme, Duke Üniversitesi, 1998
Hâlen Duke Üniversitesinde Psikoloji ve Davranışsal Ekonomi Profesörüdür. Ariely’nin çalışmaları, bir yandan biyolojik ve bilişsel psikolojiye diğer yanda da davranışsal ekonomi alanına katkı sağlamıştır. Davranışsal ekonomi, -ekonomi ile örneğin kıtlık koşulları altında seçim ve karar alma gibi benzer konuları incelemekle birlikte- ana akım iktisadın insanların kendi çıkarlarına göre hareket eden rasyonel failler olduğu varsayımını gevşetmiştir. Ariely ve diğer davranışsal iktisatçılar, (aşağıdaki Daniel Kahneman’a bakınız) bu aşırı derecede basitleştirilmiş varsayımın yerine insanların gerçek dünyada karar vermesinde etkili olan daha fazla faktörü hesaba katarak insan motivasyonunun daha gerçekçi bir analizini ortaya koymuştur.
Ariely, özellikle insanların bilişsel illüzyonlara eğilimli olduğunu belirtmiş ve bu tür illüzyonlardan kaynaklanan düşünce ve davranış hataların hayatlarımızı nasıl etkilediğini incelemiştir. Ariely’e göre tıpkı binaların ve araçların materyal dünyasını zihnimizin fiziksel sınırlılıklarıyla inşa ettiğimiz gibi eğitim, finans, hukuk ve siyasi kurumlarımız gibi sosyal dünyamızı da zihnimizin bilişsel sınırlılıklarıyla inşa etmekteyiz.
3. Elliot Aronson | Sosyal Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1932, Chelsea, Boston, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Brandeis Üniversitesi, 1954 Doktora Derecesi : Psikoloji, Stanford Üniversitesi, 1959
Hâlen California Üniversitesinde Psikoloji Profesörüdür. Aronson’ın çalışmaları, ön yargı ve saldırganlığın yapısal nedenleri gibi insan motivasyon sistemlerinin sosyal boyutunun yanı sıra bilişsel çelişki (cognitive dissonance) -insanın kendi temel inançlarıyla çelişen bir durumla karşılaştığında hissettiği rahatsızlık- gibi daha bilişsel yönelimli konulara odaklanmıştır. Aronson, 1972’de yayımlanan Sosyal Hayvan adlı kitabıyla sosyal psikoloji alanının en ünlü psikologlardan biri haline gelmiştir. Görünüşte mantıksız olan bir davranışın genellikle rasyonel bir açıklamaya sahip olduğuna inanan Aronson, ilk yasa olarak adlandırdığı fikriyle de bilinir -yani çılgınca şeyler yapan insanlar mutlaka deli değildir-.
Ayrıca öğrencileri sınıflandırmada kişiler arası ve etnik gruplar arası rekabetten kaynaklanan gerilimleri etkisiz hâle getirme tekniği olan yapboz sınıfı fikri ile kişiler arası ve etnik gruplar arası çatışmanın anlaşılmasına ve azaltılmasına yaptığı katkılarla da ünlüdür. Her biri genel görevin bir parçasından sorumlu olan çeşitli alt ekipler oluşturularak yapılan bu tekniğin, sorunlu okul ortamlarında karşılıklı güven ve takım ruhu duygusunun geliştirilmesinde etkili olduğu gözlenmiştir.
4. Alan David Baddeley | Deneysel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1934, Leeds, İngiltere Lisans Derecesi : Psikoloji, Londra Üniversitesi, 1956 Y. Lisans Derecesi : Psikoloji, Princeton Üniversitesi, 1957 Doktora Derecesi : Uygulamalı Psikoloji, Cambridge Üniversitesi, 1962
Hâlen York Üniversitesinde Psikoloji Profesörü olarak görev yapmaktadır. Baddeley’in çalışmaları çalışma belleği, epizodik bellek, uzun süreli bellek gibi bellek yapıları ve bunların sinirsel bağıntıları üzerine odaklanmıştır. 1974 yılında, Atkinson ve Shiffrin’in 1968 yılında öne sürmüş olduğu çoklu bellek modelinde yer alan (duyusal bellek, kısa süreli bellek ve uzun süreli bellek) kısa süreli bellek bileşeninin de alt bileşenleri olduğunu yaptığı deneylerle göstermiştir. Çalışma belleği denilen bu bellek; bir merkezi yöneticinin kontrolünde fonolojik (sessel) döngü, görsel mekânsal kopyalama ve epizodik tampon bileşenlerinden oluşmaktadır. Ayrıca Çocukların Sözel Olmayan Tekrarlama Testi (CN REP), Dil İşleme Testinin Hızı ve Kapasitesi (SCOLP) ve Rivermead Davranışsal Bellek Testi (RBMT) dâhil olmak üzere yaygın olarak kullanılan bir dizi testin tasarlanmasında etkili olmuştur.
Doğum Yılı ve Yeri : 1925, Mundare, Alberta, Kanada Lisans Derecesi : Psikoloji, British Columbia Üniversitesi, 1949 Y. Lisans Derecesi : Psikoloji, Iowa Üniversitesi, 1951 Doktora Derecesi : Klinik Psikoloji, Iowa Üniversitesi, 1952
Hâlen Stanford Üniversitesi Sosyal Bilimler-Psikoloji Emeritus Profesörüdür. Bandura’nın çalışmaları öncelikli olarak sosyal psikoloji alanına yönelik olsa da incelediği konularla kendisini psikolojinin sosyal, bilişsel, kişilik ve klinik alt alanlarının kesişim noktasına yerleştirmiştir. O zamanlar hüküm süren ve zihnin davranışa aracılık ettiği görüşünü yok sayan davranışçılık ekolüne karşı çıkarak sosyal öğrenme teorisini ortaya atmıştır. Davranışçılığın savunduğu, öğrenmenin uyaran tepki bağları düzeyinde gerçekleştiği fikrine karşı çıkmış ve insanların, başkalarının davranışlarını gözleyip bunlardan bir sonuç çıkararak da öğrenebileceklerini iddia etmiştir. Bandura, özellikle küçük çocukların agresif davranışları yetişkinlerden nasıl öğrenebildiklerini göstermek için 1961 yılında tasarladığı ünlü ve tartışmalı Bobo Doll (Bobo Bebek) deneyi ile tanınmıştır.
Öğrenme ve davranışın nedenlerinin dışsal uyaran ve etkenlere bağlandığı teorileri terk ederek bunları, daha çok içsel ve kendi kendini organize eden özgün unsurlar olarak tanımlamıştır. Bu yaklaşımıyla, öz düzenlemeli öğrenme teorisi ile eğitime; öz yeterlilik teorisi ile ise klinik psikoloji alanına katkı sağlamıştır. Bandura’nın öz-yeterlilik teorisi, günümüzün popüler terapi tekniklerinden biri olan bilişsel davranışçı terapinin (BDT) çıkış kaynağı olarak kabul edilmektedir.
Doğum Yılı ve Yeri : 1963, Toronto, Kanada Lisans Derecesi : Psikoloji, Toronto Üniversitesi, 1986 Doktora Derecesi : Klinik Psikoloji, Waterloo Üniversitesi, 1992
Hâlen Northeastern Üniversitesinde Klinik Psikoloji Profesörü ve Disiplinlerarası Afektif Bilim Laboratuvarı (IASL) Direktörüdür. Profesyonel çalışmaları öncelikle biyolojik ve bilişsel bakış açısıyla incelediği emosyonlara odaklanmıştır. İnsan doğasını birçok yönüyle ele almada disiplinler arası çalışmanın önemini anlamış bu listedeki diğer birçok bilim insanı gibi Barrett de zihni incelemek için sosyal psikoloji, psikofizyoloji, bilişsel bilim, psiko-dilbilim ve nörobilim alanlarında disiplinler arası çalışmalar yürütmektedir. Aynı zamanda duyguları incelemek için yeni yöntemlerin, özellikle de günlük yaşam kalitesini ölçmeyi amaçlayan deneyim örnekleme yönteminin geliştirilmesine katkı sağlamıştır. Afekt; hislenme, mood ve emosyonları içerirken emosyonlar; öfke, üzüntü, mutluluk gibi duygulanımları içermektedir. Barret, 2006 yılında yayımladığı makalesinde bireylerin belirli bir emosyonu (örn. mutluluk) deneyimlediklerini söyleseler de buna ilişkin herhangi bir fizyolojik ve nörobilimsel bir bilimsel kanıt olmadığını belirterek bu durumu emosyon paradoksu olarak tanımlamıştır. Diğer bir deyişle aslında belirli bir emosyona özgü nöral aktivasyon gösteren bir beyin bölgesi bulunmamaktadır.
Barret, emosyon paradoksunu açıklamak için öne sürdüğü yapılandırılmış emosyon teorisinde (theory of constructed emotion); bir duyguyu, o duyguya ilişkin geçmiş bilgimize dayanarak kategorize edip deneyimlediğimizi belirmiştir. Buna göre bir olay yaşadığımızda beynimiz temelde sadece afekte, pozitif ya da negatif bir durum olarak tepki verirken eğer bu pozitif bir durumsa biz sonrasında bunu mutluluk olarak kategorize ederek mutluluğu deneyimliyoruz.
7. Aaron Temkin Beck | Psikiyatri, Kişilik Psikolojisi
Doğum Yılı ve Yeri : 1921, Providence, Rhode Island, ABD Lisans Derecesi : Tıp, Brown Üniversitesi, 1942 Doktora Derecesi : Psikiyatri, Yale Üniversitesi, 1946
Hâlen Pennsylvania Üniversitesi Perelman Tıp Fakültesinde Psikiyatri Emeritus Profesörü ve Beck Bilişsel Davranış Terapisi Enstitüsü Emeritus Başkanıdır. Beck’in çalışmaları depresyon ve anksiyete bozukluklarının tanı ve tedavisine odaklanmıştır. Çalışmalarında depresyonun klinik tedavisine bilişsel odaklı yaklaşarak bilişsel-davranışçı terapilerin (BDT) geliştirilmesinde öncü rol oynamıştır. Günümüzde Freud’un nevrozun kökeninin bastırılan cinsel dürtülere dayandığı görüşünün hâlen hâkim görüş olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Beck’in 1950’lerin sonlarında benimsediği bilişsel yaklaşımın psikoloji alanında ne kadar radikal bir kırılma yarattığını tahmin edebilirsiniz.
Beck, hastalarıyla çalışırken onların psikolojik acılarının kökeninin ‘gerçekliği’ çarpıtılmış bir şekilde görmelerine -belirli durumlarla karşılaştıklarında objektif bir şekilde neden sonuç ilişkilerini anlayamamaları- dayandığını ifade etmiştir. Öğrenilmiş çaresizlik teorisine önemli bir katkıda bulunan Beck, aynı zamanda depresyonun şiddetini ölçmek için yaygın olarak kullanılan öz bildirimsel bir ölçek olan Beck Depresyon Envanterini (BDE) geliştirmiştir.
8. Kent C. Berridge | Biyolojik Psikoloji
Doğum Yılı : 1957 Lisans Derecesi : Psikoloji, California Üniversitesi, 1979 Y. Lisans Derecesi : Psikoloji, Pennsylvania Üniversitesi, 1980 Doktora Derecesi : Psikoloji, Pennsylvania Üniversitesi, 1983
Hâlen Michigan Üniversitesinde Psikoloji ve Nörobilim Profesörü ve Afektif Nörobilim ve Biyopsikoloji Laboratuvarı Direktörü olarak görev yapmaktadır. Berridge’in çalışmaları nörobilim alanında olup zevk, acı, sevinç, üzüntü, depresyon gibi insana dair bilinçli duygusal durumların beyindeki nöral bağlantılarına odaklanmıştır. Ayrıca öğrenme, karar verme, bağımlılık davranışı vb. konular üzerine de çalışmalar yürütmektedir. Laboratuvarında cevabını aradığı ana sorulardan biri; zevk, arzu, şehvet gibi duyguların afektif spektrumda -afektif durumların olumludan olumsuz değerlere öznel olarak değerlendirilmesi- zihinsel olarak nasıl meydana geldiğidir. Berridge; ayrıca öğrenmenin nöral temelleri, bağımlılığın nedenleri, arzu ile korku, bilinç ile duygu arasındaki nörobiyolojik ilişki gibi daha karmaşık konuları da incelemektedir.
9. Paul Bloom | Psikodilbilim, Gelişim Psikolojisi
Doğum Yılı ve Yeri : 1963, Montreal, Quebec, Kanada Lisans Derecesi : Psikoloji, McGill Üniversitesi, 1985 Doktora Derecesi : Bilişsel Psikoloji, MIT, 1990
Hâlen Yale Üniversitesinde Psikoloji ve Bilişsel Bilimler Profesörüdür. Bloom’un ilk çalışmaları öncelikle bebeklerin ve küçük çocukların konuşma üretme yeteneğini edinme ve insan konuşmalarını anlama sürecine odaklanan dil kazanımı alanındadır. Zamanla kendimiz ve diğer insanlar hakkındaki sağduyulu anlayışımızın gelişimi ve doğası ile ilgilenmeye de başlayan Bloom, Yale Üniversitesinde kurduğu Zihin ve Gelişim Laboratuvarında yürüttüğü ahlâki psikoloji alanındaki çalışmalarıyla; bebeklerde ahlâk kavramını, ahlâki sorumlulukla ilgili gelişen sezgilerimizi, öfke, iğrenme ve empatinin ahlâki yaşamlarımızda oynadığı rolü incelemektedir. Ayrıca ateistlerin psikolojisi, sağduyu düalizmi ve haz -özellikle de kurgudan aldığımız haz- konularında disiplinler arası çalışmalar yürütmektedir.
10. David M. Buss | Evrimsel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : Indianapolis, Indiana, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Texas Üniversitesi, 1976 Doktora Derecesi : Psikoloji, California Üniversitesi, 1981
Hâlen Texas Üniversitesinde Psikoloji Profesörüdür. Buss, kökeni sosyobiyolojiye kadar uzanan ve artık evrimsel psikoloji olarak bilinen alanda çalışmalar yapmaktadır. Edward O. Wilson tarafından 1975’te ortaya atılan ve bireyin, grubun iyiliği için kendinden düzenli olarak fedakârlık ettiği güçlü işbirlikçi toplumları ele alan eusosyalitenin evrimi ile ilgilenmiştir. Evrimsel psikologlar; genel ve kökleşmiş insan davranışlarını, çevre bağlamında seçilim baskısıyla ortaya çıkan evrimsel adaptasyon açısından açıklamaya çalışırlar.
Buss, insan cinselliğinin bilinen özelliklerini açıklamak için bir cinsel rekabet ve seçilim teorisi öne sürerek bu alana katkı sağlamıştır. Teorinin temel fikri; seçim baskısı nedeniyle ortaya çıkan stereotipik erkek ve dişi çiftleşme stratejilerinin, insanın evrimsel adaptasyonunda önemli bir rol oynadığıdır. Buna göre erkekler, sağlık ve doğurganlığın belirteci olarak gördükleri, dış görünüşe dayanarak; kadınlar ise sosyal statüye -kaynakların kendisine ve yavrularına tedarik edileceğinin belirteci olarak görüp- dayanarak eşlerini seçmektedir. Bununla birlikte erkekler, rastgele ilişki kurmaya -gamet hücrelerini harcamanın fizyolojik bedeli düşük olduğu için- ve yoğun kıskançlığa -kaynaklarını kendisine ait olmayan yavruya aktarmaktan kaçınmak için-; kadınlar ise sadık olduğu görünümünü vermeye yatkındır. Son dönemdeki çalışmalarını ise insanın öldürücü şiddet eğilimini teorileştirmeye doğru yönlendirmiştir.
11. Leda Cosmides | Evrimsel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1957, Philadelphia, Pennsylvania, ABD Lisans Derecesi : Biyoloji, Radcliffe Üniversitesi, 1979 Doktora Derecesi : Bilişsel Psikoloji, Harvard Üniversitesi, 1985
Hâlen California Üniversitesinde Psikoloji ve Beyin Bilimleri Profesörüdür. Kariyeri boyunca antropolog olan eşi John Tooby ile birlikte çalışan Cosmides, evrimsel psikolojinin kurucularından biridir. İşbirliği, ortak yönetim, arkadaşlık oluşumu, ensest, kaçınma, otizm, tehdit anlamlandırma, avcı-av ilişkileri, görsel dikkat, istatistiksel akıl yürütme ve çoklu bellek sistemleri gibi konuları evrimsel bakış açısıyla yürüttüğü çalışmalarıyla incelemiştir. Kendisinin de belirttiği gibi: “Evrimsel psikoloji; insan zihnini anlama ve haritalama çabasında bilişsel bilimi, insan evrimini, avcı toplayıcı çalışmalarını, nörobilimi, psikolojiyi ve evrimsel biyolojiyi birleştirir.”
Doğum Yılı ve Yeri : 1934, Fiume, Hırvatistan Lisans Derecesi : Psikoloji, Chicago Üniversitesi, 1960 Doktora Derecesi : Psikoloji, Chicago Üniversitesi, 1965
Hâlen Claremont Graduate Üniversitesinde Psikoloji ve Yönetim Profesörüdür. Csikszentmihályi; özellikle zevk, mutluluk, sevinç, sevgi ve yaratıcılık gibi olumlu duygusal durumların ele alındığı bir alan olan pozitif psikoloji alanında çalışmış ve akış kavramı ile ilgilenmiştir. Akış, Csikszentmihályi’nin, bir görevin tamamen içine dalma deneyimiyle ilişkili olumlu duygular için kullandığı bir terimdir. Akış yaratan görevleri ise bireyin bir görevi, sadece belirli bir sonuca varmak için araç olarak kullanmasının aksine bireyin bir görevi, kendi iyiliği için ödüllendirici olarak gördüğü görevler olarak tanımlamaktadır. Csikszentmihályi, mutlu insanların düzenli olarak akış kapasitelerinden yararlandıklarını öne sürerek bu deneyimi şöyle açıklamıştır: “Birey, kendi iyiliği için bir faaliyete tamamen dâhil olduğunda, ego düşer ve zaman uçar. Her eylem, hareket ve düşünce, caz çalmak gibi bir öncekini kaçınılmaz olarak takip eder. Tüm varlığınız işin içerisindedir ve yeteneklerinizi en üst düzeyde kullanıyorsunuzdur.”
Csikszentmihályi, 1990 yılında yayımlanan kitabı Akış: Optimum Deneyimin Psikolojisi (Flow: The Psychology of Optimal Experience) ile popüler hâle getirmiştir. Düşünceleri kişilik psikolojisine ek olarak işletme yönetimi ve eğitim alanlarında da etkili olmuştur. Csikszentmihályi, ‘iş yönelimi’ olarak adlandırdığı ve temelde işi kendi iyiliği için ödüllendirici olarak deneyimleme kapasitesiyle ilgili bir kavram da önermiştir.
13. William Damon | Gelişim Psikolojisi
Doğum Yılı ve Yeri : 1944, Brockton, Massachusetts, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Harvard College, 1967 Doktora Derecesi : Gelişim Psikolojisi, California Üniversitesi, 1973
Hâlen Stanford Üniversitesi Eğitim Enstitüsünde Eğitim Profesörü, Stanford Ergenlik Merkezi Direktörü ve Hoover Enstitüsünde Kıdemli Araştırmacı olarak görev yapmaktadır. Gelişim psikoloğu olan Damon, ahlâk gelişimi alanında özellikle çocukların, ergenlerin ve genç yetişkinlerin entelektüel ve sosyal gelişimleri üzerine araştırmalar yapmakla birlikte bireylerin yaşam boyu psikolojik gelişimlerini de incelemektedir. Çalışmalarının sonuçları; büyüyen çocukların, -ilerleyen yıllarda hayatlarında başarılı ve mutlu olmaları için- kültürel normlar kazandırılarak sosyalleşmelerinin sağlanmasında sosyal çevrenin önemini vurgulamaktadır.
Damon, son birkaç nesil boyunca Amerikan toplumunda çocuk yetiştirme ile ilgili geleneksel bilgelikteki değişiklikleri de eleştirmiştir. Gençlerin son yıllardaki beceri ve davranışlarının tüm ölçümlerindeki ciddi düşüşe işaret ederek bu düşüşün, yüzyıllar boyunca hâkim olan sağduyulu tutum ve uygulamaları bilinçli bir şekilde dışlamış olan ebeveynlerin, okulların ve diğer unsurların çok daha izin verici olmalarından kaynaklandığını öne sürmüştür. Damon’a göre durmaksızın benlik saygısı, sözde çocuk merkezli sınıflar ve çocuk yetiştirme uygulamaları üzerine odaklanmak sadece çocukların gerçek ihtiyaçlarının teorik olarak yanlış anlaşıldığını göstermekle kalmayıp aynı zamanda uygulamada felâketlere yol açmıştır. Kendisi konuyu şöyle özetlemektedir: “Gençlerden daha az beklendiğinde, onlardan da daha azı alınır.”
14. Richard J. Davidson | Kişilik Psikolojisi, Biyolojik Psikoloji, Bilişsel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1951, New York, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, New York Üniversitesi, 1972 Doktora Derecesi : Psikoloji-Kişilik, Psikopatoloji & Psikofizyoloji, Harvard Üniversitesi, 1976 ve Psikoloji- Davranışsal Nöroloji & Nöroanotomi, Harvard Üniversitesi, 1976
Hâlen Wisconsin-Madison Üniversitesinde Psikoloji ve Psikiyatri Profesörü ve Sağlıklı Zihinler Merkezinin Kurucu Başkanıdır. Davidson, Budist geleneklerine ait bilinçli farkındalığın (mindfulness) ve meditasyonun bilimsel olarak incelenmesine ve içsel barış ile birlikte ruhsal büyümenin sağlanması için kullanılan tekniklerin geliştirilmesine yönelik çalışmalarıyla ünlüdür. Davidson, Budist meditasyon uygulamalarının zihin eğitiminde uygulanması iddialarının geçerliliğinin tartışılması nedeniyle meditasyonun faydalı etkilerini deneysel olarak kanıtlamak için Tibet rahipleri üzerinde çalışmalar yapmıştır. Tibet rahiplerinin meditasyon yaparken beynindeki aktiviteleri görüntülemek için yaptığı EEG ve fMRI çalışmaları ile beynin plastisitesi sayesinde zihnin eğitilerek daha olumlu duygu durumlarına ulaşılabildiğini göstermiştir. Buna göre örneğin; mutluluk, bir spor ya da müzik aleti çalmak gibi bir beceridir ve öğrenilebilir. Davidson, 14. Dalai Lama’nın yakın arkadaşıdır ve kendisi düzenli olarak meditasyon yapmaktadır.
15. Edward F. Diener | Kişilik Psikolojisi
Doğum Yılı ve Yeri : 1946, California, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, California Eyalet Üniversitesi, 1968 Doktora Derecesi : Psikoloji, Washington Üniversitesi, 1974
Hâlen Virginia Üniversitesi ve Utah Üniversitesinde Psikoloji Profesörü, Illinois-Champaign/Urbana Üniversitesinde Psikoloji Emeritus Profesörü ve Gallup Örgütünün üyesidir. Diener’in araştırmaları, bireylerin kendilerine atfettiği iyi oluş (mutluluk) derecesi olan öznel iyi oluş alanına odaklanmıştır. Çalışmalarının ana bulgusu, insan yaşamındaki sosyal bağlar ve öznel iyi oluş arasındaki güçlü ilişkinin, mutluluğun nesnel bir göstergesi olduğudur. Diener; bireylerin eğitim, medeni durum, mali durum vb. sosyo-demografik özelliklerini eşitleyerek yaptığı çalışmasıyla en çok mutlu olduğunu bildiren bireylerin en güçlü kişiler arası bağlara ve sosyal destek ağlarına sahip olanlar olduğunu göstermiştir.
Diener, diğer bir çalışmasında ise öznel iyi oluşun sağlık ve uzun ömür üzerinde yordanabilir olumlu etkileri olduğunu bulmuştur. Diener’in çalışmaları ayrıca çoğu insanın önceden belirlenmiş bir öznel iyi oluş seviyesinin olduğuna ve bu seviyenin eşin ölümü veya iş kaybı gibi olumsuz yaşam olaylarıyla dahi çok az değiştiğine yönelik inancın sorgulanmasını sağlamıştır. Bu inancın aksine birçok insanın yıkıcı yaşam olaylarından sonra asla önceki öznel iyi oluş seviyelerine geri dönmediğini bulmuştur. Yine de iyi haber şu ki önceden sabit olduğuna inanılan öznel iyi oluş seviyesinin aslında değişebilir olduğunun tespit edilmesi, terapötik müdahalenin iyi oluş seviyesinin yükseltilmesinde etkili olabileceği anlamına gelmektedir. Diener, son dönemde Martin Seligman (42. Sırada yer alıyor) ile birlikte Paranın Ötesinde: İyi Oluşun Ekonomisi Üzerine adlı makaleyi yayımlamıştır.
16. Paul Ekman | Sosyal Psikoloji, Biyolojik Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1934, Washington DC, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, New York Üniversitesi, 1954 Doktora Derecesi : Klinik Psikoloji, Adelphi Üniversitesi, 1958
Hâlen California Üniversitesinde Psikoloji Emeritus Profesörüdür. Ekman’ın uzmanlık alanı, insanlarda sözsüz iletişim ve özellikle emosyonların yüz ifadeleri yoluyla iletişimdeki rolüdür. 10.000’den fazla ayırt edilebilir yüz ifadesine bağlı son derece ayrıntılı bir duygu atlası geliştirmiştir. Ekman’ın bu alandaki özenli araştırmaları, afektif nörobilim alanının son zamanlardaki gelişimine zemin hazırlamıştır. Çalışmaları, alanda oldukça etkili olmakla birlikte aynı zamanda çokça tartışılmıştır. Çeşitli yüz ifadelerinin duygusal anlamlarının büyük ölçüde evrensel, diğer bir deyişle mevcut zaman veya kültürden bağımsız olduğunu ve bu ifadelerin, ortak insan biyolojimizde yer aldığını iddia etmiştir. Bu iddiası, yüz ifadelerinin duygusal anlamlarının göreceli ve kültüre özgü olduğunu belirten kültürel antropoloji alanında oldukça tartışma yaratmıştır.
Ekman, ayrıca yüz ifadelerine göre kendiliğinden ortaya çıkan gerçek ve simüle edilmiş aldatıcı duygular arasındaki farkların tespit edilmesi üzerine kapsamlı çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmalar, birçok açıdan eleştirilse de yalan tespit etme teknolojisinin gelişmesini sağlamıştır. • ‘Lie to me’ adlı dizinin yapımında Paul Ekman’ın çalışmalarından esinlenilmiştir.
17. Jochen Fahrenberg | Kişilik Psikolojisi, Biyolojik Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1937, Berlin, Almanya Lisans Derecesi : – Y. Lisans Derecesi : – Doktora Derecesi : Psikoloji, Freiburg Üniversitesi, 1966
Hâlen Freiburg Üniversitesinde Psikoloji Emeritus Profesörüdür. Fahrenberg, 1970’te Freiburg Üniversitesinde Psikofizyoloji Araştırma Grubunu kurdu. 1973 yılından 2002 yılında emekli olana kadar Psikoloji Bölüm Başkanı olarak görev aldı. Fahrenberg; kişiliğin nöral bağlantıları, kişilik ve hastalık arasındaki ilişki, kardiyovasküler rehabilitasyon ve yaşam doyumu gibi bir dizi alanda öncü araştırma yapmıştır. Kurduğu Psikofizyoloji Araştırma Grubu ile günlük durumlardaki davranışları konu alan araştırmaları kolaylaştırmak için katılımcıların fizyolojik açıdan ayaktan izlenmesi veya ayaktan değerlendirilmesine ilişkin yeni yöntemler geliştirmiştir. Ayaktan izleme, araştırmacıların özellikle bireylerin iş ve eğlence gibi anlık eylemlerinde gerçek zamanlı fizyolojik değişimlerini incelemesine izin vermektedir.
Buna ek olarak özellikle Amerikan kültüründe geliştirilmiş 16F Kişilik Testi ile karşılaştırılabilir ve Alman kültürüne uygun olan Freiburg Kişilik Envanterini geliştirmiştir. Fahrenberg, bireylerin inanç sistemlerinin, tutumlarının ve insan doğası hakkındaki varsayımlarının kişilik unsurlarıyla etkileşime girme biçiminin yanı sıra felsefi varsayımların ve kavramların psikoloji profesyonellerinin düşünce ve pratiklerini nasıl etkilediğini de incelemiştir.
18. Howard Gardner | Gelişim Psikolojisi, Eğitim Psikolojisi
Doğum Yılı ve Yeri : 1943, Scranton, Pennsylvania, ABD Lisans Derecesi : Sosyal İlişkiler, Harvard College, 1965 Doktora Derecesi : Gelişim Psikolojisi, Harvard Üniversitesi, 1971
Hâlen Harvard Üniversitesi Eğitim Enstitüsünde Biliş ve Eğitim Profesörüdür. Gardner, çalışmalarını çocuk gelişimi ve eğitim psikolojisi üzerine odaklamış bir gelişim psikoloğudur. 1983 yılında yayımlanan Zihnin Çerçeveleri: Çoklu Zekâ Teorisi (Frames of Mind: The Theory of Multiple Intelligences) adlı kitabında standart IQ testleriyle ölçülen zekâ türünün, insanların etrafındaki dünyayla olan etkileşimleriyle ortaya çıkan çeşitli zekâ türlerinden sadece bir tanesi olduğu fikrini öne sürmüş ve zekâyı farklı boyutlarıyla değerlendirmemiz gerektiğini belirtmiştir.
Çoklu zekâ teorisinde yer alan zekâ türleri: dilbilimsel zekâ (örn. sözel akıcılık), logico-matematiksel zekâ (örn. aritmetik beceriler), mekânsal-uzamsal zekâ (örn. 2 ve 3 boyutlu şekilleri manipüle etme becerisi), kinestetik zekâ (örn. ince motor beceriler), sosyal zekâ (örn. sosyal/duygusal beceriler), içsel zekâ (örn. kişisel farkındalık/ötekini tanıma becerisi), estetik zekâ (örn. sanatsal/müzikal vb.) ve doğasal zekâ (örn. doğanın bütünlüğü ve canlılığını kavrama becerisi).
Doğum Yılı ve Yeri : 1934, Rochester, New York, ABD Lisans Derecesi : Yale Üniversitesi, 1957 Doktora Derecesi : Duke Üniversitesi, 1962
Hâlen Swarthmore College Kıdemli Araştırma Profesörü, Hollanda’daki Tilburg Üniversitesinde Yardımcı Profesör ve TAOS Enstitüsü Yönetim Kurulu Başkanıdır. Gergen, kariyerine benlik uyuşmazlığı ve alturistik eylemlerin muhatapları üzerindeki olumsuz etkisi gibi soruları araştırarak başlamıştır. Sonrasında ise dilbilim (Edward Sapir, Benjamin Whorf), sosyoloji (Alfred Schütz, Peter Berger), antropoloji (Franz Boas, Alfred Kroeber, Clifford Geertz) ve felsefe (Thomas Kuhn, Nelson Goodman, Michel Foucault) gibi alanlardan ilham alarak oluşturduğu sosyal inşa teorisini, sosyal psikolojiye kazandırmıştır. Sosyal inşa teorisinin arkasındaki fikir; gerçekliğin, fiziksel dünya ya da bireylerin zihni tarafından değil, belirli bir toplum ya da kültür tarafından kolektif olarak inşa edildiğidir. Gergen’in ilişkisel benlik görüşüne göre ise benlik algımız tamamen toplumdaki yerimizin bize sağladığı sosyal eylemlerin kapsamına bağlıdır.
20. Daniel T. Gilbert | Social Psychology, Cognitive Psychology
Doğum Yılı ve Yeri : 1957, Ithaca, New York, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Colorado Üniversitesi, 1981 Doktora Derecesi : Sosyal Psikoloji, Princeton Üniversitesi, 1985
Hâlen Harvard Üniversitesinde Psikoloji Profesörüdür. Gilbert, -sosyal psikoloji ve bilişsel psikoloji alanlarının kesişiminde- bilişsel yanlılıkların, (cognitive biases) bireysel seçimlerimizdeki afektif tahminlerimiz (affective forecasting) üzerindeki etkisinin, toplumsal ve politik uygulamaların sonucu olabileceğini belirtmektedir. Afektif tahmin, gelecekte yaşayacağımız bir olaya yönelik vereceğimiz kendi duygusal tepkilerimize ilişkin tahminlerimizdir. Diğer bir ifadeyle, hepimizin her zaman bilinçli veya bilinç dışı olarak herhangi bir kararla karşı karşıya kaldığımızda ne hissedeceğimize dair yaptığımız ön hesaplamalarımızdır. Bu durumlarda genellikle mutluluğumuzda en büyük artışa yol açacağına inandığımız seçeneği seçiyoruz; ancak sorun şu ki bu tahminlerimiz, bilişsel yanlılıklarımız -bu listedeki Dan Ariely ve Daniel Kahneman’ın da çalıştığı- nedeniyle pek de isabetli olamıyor.
Gilbert, bir diğer çalışmasında ise belirli bir seviyenin üzerinde servet edinmenin mutluluğa ek bir katkı sağlamadığını güvenilir bir şekilde göstermiştir. Bu nedenle de eğer mutlu olmak istiyorsak enerjimizi aile ve arkadaşlarımızla olağan, günlük deneyimlere yönlendirmemizi önermiştir.
21. Carol Gilligan | Gelişim Psikolojisi, Sosyal Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1936, New York City, NY, ABD Lisans Derecesi : İngiliz Dili ve Edebiyatı, Swarthmore College, 1958 Y. Lisans Derecesi : Klinik Psikoloji, Radcliffe College, 1961 Doktora Derecesi : Sosyal Psikoloji, Harvard Üniversitesi, 1964
Hâlen New York Üniversitesi-Steinhardt Psikoloji Bölümünde Beşeri Bilimler ve Uygulamalı Psikoloji Profesörü ve NYU Hukuk Fakültesinde Üniversite Profesörüdür. Harvard Üniversitesinde doçent iken gelişim psikologları Erik Erikson (Psikososyal Gelişim Kuramının teorisyenlerinden) ve Lawrence Kohlberg (Ahlâk Gelişimi Kuramının teorisyenlerinden) ile çalışmıştır. Kısa bir süre sonra Kohlberg’in, öncelikle erkek denekler üzerinde yapılan araştırmalara dayanan ahlâki gelişim aşamaları teorisine -özellikle başkalarına bakım verme noktasında kadın ve erkek arasındaki farklılıklar nedeniyle- eleştirel biçimde yaklaşmıştır. Gilligan, kadınların ahlâki olgunluğa farklı bir yoldan eriştiklerini ve ahlâki kararlar alma biçimlerinin erkeklerinkinden farklı olduğunu ileri sürmüştür. Erkek ahlâkını, öncelikli olarak kural temelli, hak-görevlerin birincil taşıyıcısı ve ahlâki karar merkezi olarak tanımlamıştır. Kadınların ise empati ve şefkatle ilgili ihtiyaçlara, ilişki kurmaya ve grup çıkarlarına odaklanan bir bakım alma-sağlama perspektifiyle ahlâki olarak akıl yürüttüklerini öne sürmüştür.
Gilligan’ın çalışmaları, Farklı Bir Sesle: Psikolojik Teori ve Kadının Gelişimi (In a Different Voice: Psychological Theory and Women’s Development) adıyla kitaplaştırılarak ilk kez 1982’de yayımlanmıştır. Nel Noddings, Virginia Held ve Sara Ruddick gibi filozoflarla ‘Bakım Etiği’ olarak bilinen ahlâk felsefesinin yeni bir dalını geliştirmiştir. Çalışmaları, yeterli deneysel kanıta sahip olmadığı yönünde eleştirilse de bakım etiği, geleneksel ve erkek odaklı adalet etiğinin tamamlayıcısı olarak görmektedir.
Doğum Yılı ve Yeri : 1946, Stockton, California, ABD Lisans Derecesi : Antropoloji, Amherst College Doktora Derecesi : Klinik Psikoloji, Harvard Üniversitesi
Harvard Üniversitesinden mezun olduktan sonra bir süre burada ders verdi. Ardından Yale Üniversitesinin Çocuk Araştırmaları Merkezinde Akademik, Sosyal ve Duygusal Öğrenme için Ortak Çalışma Birimini kurdu. ‘Psychology Today’ adlı derginin baş editörlüğünü yaptı. Sonrasında öncelikle edebiyat gazetecisi ve serbest yazar olarak çalıştı. Hâlen Rutgers Üniversitesi sponsorluğunda Örgütlerde Duygusal Zekâ Araştırmaları Konsorsiyumu Eş Başkanı ve Zihin ve Yaşam Enstitüsü Emeritus Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev almaktadır. Asya meditasyon geleneklerine ilgisi olan Goleman, akademik kariyerinin başlarında Hindistan ve Sri Lanka’da bulunmuştur. 1977’de buralarda bulunan farklı meditatif teknik türleri hakkında yazdığı ilk kitabı yayımlanmıştır. Akademisyenlik kariyerini gazetecilik ve yazarlık kariyeri için terk ettikten sonraki 12 yıl süresince (1984-1996) New York Times’ın bilim köşesine, özellikle beyinin biyolojik yapısı ile ilgili yazdığı yazılarla, katkılarda bulunmuştur. Böylelikle eski meditatif pratikler ile modern nörobilimin bir araya gelmesinde rol oynamıştır.
1995 yılında, en çok satan kitaplar arasına giren Duygusal Zekâ (Emotional Intelligence) adlı kitabını yayımlamıştır. Duyguları; biyolojik, evrimsel, psikolojik, felsefi ve sağduyu perspektifinden inceleyen Goleman, duyguların, sadece afektif yaşamımızda değil, insan bilişinin ve eyleminin tüm yönlerinde merkezi rol oynadığını belirtmiştir. Duygusal zekâyı, kişinin ve diğer insanların duygusal durumlarını herhangi bir koşulda anlama yeteneği, olarak tanımlamıştır. Ayrıca duygusal zekânın, sadece kişinin kişiler arası ilişkilerinde değil, akademik ve profesyonel bağlamda da başarı ve mutluluğun bir öngörücüsü -en az IQ kadar önemli- olduğunu belirtmiştir. Goleman, 1995’ten beri yaptığı çalışmalarla, eğitim ve iş dünyasına ve de daha genel olarak davranış bilimlerine önemli etkileri olan, öğrenilebilir ve öğretilebilir bir beceri olarak duygusal zekânın geliştirilmesine odaklanmıştır.
Doğum Yılı ve Yeri : 1955, Philadelphia, Pennsylvania, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Felsefe, McGill Üniversitesi, 1975 Doktora Derecesi : Deneysel Psikoloji, Oxford Üniversitesi, 1980
Hâlen California Üniversitesinde Psikoloji Profesörüdür. Gopnik, gelişim psikolojisi ile bilişsel bilim alanında çalışmalar yürütmüştür. Kariyerinin başlarında, bebeklerin, çevrelerindeki dünyayla başarılı bir şekilde etkileşime girmeyi öğrenme şeklini temsil etmek için -Bayes ağlara benzer- matematiksel modeller geliştirmiştir. Bu modeller ile hem bebeklerin tahminimizden çok daha karmaşık keşif yöntemleri kullanabildiklerini hem de Bayes ağlarının akıl yürütmenin incelenmesi konusunda önemli bir yöntem olduğunu deneysel olarak göstermiştir. Kariyeri boyunca felsefi meselelerle ilgilenen Gopnik, bu keşfiyle insan bilgisinin kökenlerine ilişkin yöneltilen tartışmalı iki açıklamadan biri olan rasyonel görüşü (doğa) deneyimsellik görüşünden (yetiştirme) daha fazla desteklemiştir.
Özetle, doğumdaki insan zihninin boş bir levhaya benzetildiği ve insan akıl yürütme becerisinin yetiştirilmeyle sonradan kazanıldığı fikri Gopnik’in bulguları ışığında artık savunulamaz. Gopnik, bu ve diğer birçok araştırma bulgusunu 2009’da yayımladığı Felsefi Bebek adlı kitabında bildirmiştir.
24. Jonathan D. Haidt | Sosyal Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1963, New York City, NY, ABD Lisans Derecesi : Felsefe, Yale Üniversitesi, 1985 Doktora Derecesi : Psikoloji, Pennsylvania Üniversitesi, 1992
Hâlen New York Üniversitesi Stern İşletme Fakültesinde Etik Liderlik Profesörüdür. Haidt’in çalışmaları, ahlâki yargının ve bilinç dışı karar vermenin çeşitli yönlerinin sosyal ortamdaki etkilerine odaklanmıştır. 2001’de yayımlanan Duygusal Köpek ve Onun Akılcı Kuyruğu başlıklı makalesinde, çoğunlukla sezgisel olarak ahlâki yargılarda bulunduğumuzu ve hâlihazırda vermiş olduğumuz kararları meşrulaştırırken ahlâki akıl yürütmeyi sonraya bıraktığımızı belirtmektedir. Diğer bir ifadeyle, ilk önce sezgisel olarak karar veriyor sonrasında bu kararı neden verdiğimize ilişkin akıl yürüterek bu kararımızı anlamlandırıyoruz.
Haidt, ilk olarak pozitif psikoloji alanındaki çalışmalarını derlediği ve 2005’te yayımlanan kitabı Mutluluk Hipotezi (The Happiness Hypothesis) ile tanınmıştır. Bu kitapta, kültürel antropolojideki çalışmalardan yoğun bir şekilde yararlanan Haidt, bazı insanların sahip olduğu bazı karakter özellikleri gereği kendi içlerinde bilgeliği barındırdıkları için mutlu olduğunu belirtmiştir. Mutlu olmak için sosyal ahlâki sezgilerin geliştirilmesini önermiştir. Bunun için ise karşılıklı ilişki kurmak adına uygun durumların farkında olma, birinin fikrini değiştirme yeteneğimizi geliştirme, alçak gönüllü olma, farklı sevgi türlerini ayırt edebilme, zorlukları avantaja çevirme, erdem arayışında olma ve ilahi bir his hissedebilme gibi özelliklerimizi geliştirmemizi önermektedir.
Haidt, daha sonra ahlâki temeller teorisi ile ahlâki duyguların deneysel temelli bir tipolojisini geliştirmiştir. Ahlâki temeller teorisinde 5 kategori bulunmaktadır: umursama (caring), insaflılık/eşitlik (fairness), grup sadakati (group loyalty), otoriteye saygı (respect for authority) ve ruh saflığı/kutsallık (purty/sanctity). Haidt, Dürüst Zihin (The Righteous Mind) adlı son kitabında ise siyasi sol görüşün bu ahlâki ilkelerin yalnızca ilk ikisine; siyasi sağ görüşün ise beşine de sahip olduğunu ve bu görüşler arasındaki ayrımı daraltmanın tek yolunun, her iki tarafın da bir diğer tarafın sahip olduğu ahlâki kategoriler hakkında daha bilinçli olması olduğunu iddia etmiştir.
25. Jerome Kagan | Developmental Psychology, Personal Psychology
Doğum Yılı ve Yeri : 1929, Newark, New Jersey, ABD Lisans Derecesi : Felsefe, Rutgers Üniversitesi, 1950 Doktora Derecesi : Psikoloji, Yale Üniversitesi, 1954
Hâlen Harvard Üniversitesinde Psikoloji Araştırma ve Emeritus Profesörüdür. Ayrıca New England Karmaşık Sistemler Enstitüsünde görev yapmaktadır. Kagan, erken çocukluk deneyimlerinin kişiliğin gelişimi üzerinde kalıcı etkileri olup olmadığını ortaya koymak için tasarladığı boylamsal çalışmalar yürütmüştür. Karakter özelliklerinin, nispeten erken travmatik deneyimlerden etkilendiğini ve bu etkilerin aslında yaşam döngüsü boyunca oldukça kararlı (kalıcı) olduğunu bulmuştur. Bilişsel gelişimin, çocuğun ortamındaki birçok faktörle ilişkili olduğunu ve erken dönemdeki gelişimsel gecikmelerin, çocuğun normal gelişimine engel olan durumlar ortadan kaldırıldıktan sonra, güvenilir bir şekilde telafi edilebileceğini göstermiştir.
Kagan, sonrasında dikkatini nispeten istikrarlı kişilik tiplerine, mizaca çevirmiştir. ‘Bastırılmış’ (inhibited); utangaç, çekingen, içe dönük ve ‘bastırılmamış’ (uninhibited); cesur ve dışa dönük olmak üzere iki temel mizaç tanımlamıştır. Her iki mizaç tipinin de genler ve çevre arasındaki karmaşık bir etkileşimden kaynaklandığını ve kontrolümüzün ötesinde var olduğunu, bu yüzden de mizaçla ilgili terapötik çalışmaların faydasının sınırlı olduğunu ileriye sürmüştür.
Kagan, son yıllarda psikoloji alanında yapılan çalışmalarda bulunan bir dizi soruna, örneğin; teori ve uygulamaların çok boyutlu ölçümlerden ziyade tek ölçümlere dayandırıldığına ve ruhsal hastalıkların etiyolojiye bakılmaksızın semptomlar temelinde tanımlandığına dikkat çekmiştir.
26. Daniel Kahneman | Bilişsel Psikoloji, Davranışsal Ekonomi
Doğum Yılı ve Yeri : 1934, Tel Aviv, İsrail Lisans Derecesi : Psikoloji ve Matematik, Kudüs İbrani Üniversitesi, 1954 Doktora Derecesi : Psikoloji, California Üniversitesi, 1961
Hâlen Princeton Üniversitesinde Psikoloji ve Halkla İlişkiler Profesörüdür. 2002 yılında Ekonomi Bilimleri alanında Nobel ödülü alan Kahneman, esas olarak 1996’da aramızdan ayrılan Amos Tversky ile birlikte kurduğu davranışsal ekonomi alanındaki çalışmalarıyla bilinmektedir. Geleneksel iktisat teorilerinden rasyonel seçim teorisi -veya beklenen fayda teorisi-, bireylerin her zaman rasyonel aktörler olduğunu varsaymaktadır. Bu varsayım, bireylerin kendi algılarına güvenerek kendi çıkarları doğrultusunda hareket edebildikleri anlamına gelmektedir; ancak Kahneman ve Tversky, rasyonel seçim teorisinin gerçekçi olmadığını belirterek sınırlı rasyonellik varsayımını öne sürmüştür. Sınırlı rasyonalite varsayımı; bireylerin, rasyonel düşünme becerilerinin irrasyonel düşünce ve ön yargılar gibi faktörlerle kısıtlandığını ve bireylerin, özellikle olasılık hesaplamayı gerektiren durumlarda doğru bir şekilde akıl yürütmede çok iyi olmadıklarını öne sürmektedir.
Kahneman ve Tversky, irrasyonel yanlılık olarak adlandırdıkları ve bir şeyi kaybetmekten kaçınmanın, aynı şeyi kazanmaktan daha iyi olduğu duygusu olarak tanımladıkları kayıptan kaçınma üzerine özel bir çalışma yapmışlardır. Kahneman, daha sonraki çalışmalarına evrim teorisini daha açık bir şekilde dâhil etmeye başlamış ve düşünmede ikili süreçler teorisi olarak bilinen ‘hızlı ve yavaş’ olmak üzere iki sistemli bir insan düşünme modeli geliştirmiştir. Bu teoriye göre hızlı sistemle; otomatik, hazırda bulunan bilgi ve sezgisel eğilimlere dayanarak tepkiler verirken; yavaş sistem ile işlemesi zaman gerektiren akıl yürütme, planlama gibi üst düzey bilişsel süreçleri kullanarak tepkiler vermekteyiz.
27. Robert Kurzban | Evrimsel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1969, Poughkeepsie, New York, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Cornell Üniversitesi, 1991 Doktora Derecesi : Psikoloji, California Üniversitesi, 1998
Hâlen Pennsylvania Üniversitesinde Psikoloji Profesörüdür. Pennsylvania Üniversitesinde 2003 yılında kurduğu Deneysel Evrimsel Psikoloji Laboratuvarında Direktör olarak görev yapmaktadır. Cosmides’in öğrencisi olan Kurzban, ikinci nesil evrim psikologlarındandır. Kurzban, evrim teorisine ek olarak sosyal psikoloji, bilişsel psikoloji ve deneysel iktisat alanında da çalışmalar yürütmektedir. Kurzban’ın evrimsel adaptasyon ortamımız bağlamında belirli sosyal davranış özelliklerinin seçici avantajını belirlemeye yönelik çalışmaları bulunmaktadır.
İnsanın insan hâline (hominizasyon) gelişinin gerçekleştiği avcı-toplayıcı grupların sosyal bağlamı nedeniyle insanların kendilerinden farklı yüz ve diğer morfolojik özelliklerini fark etmelerinin doğuştan gelen bir eğilime sahip olduğunu savunmaktadır. Kurzban; işbirliği, ahlak ve eş seçimi gibi konulara ek olarak, evrimsel psikolojinin varsayımlarından olan beyin fonksiyonlarının modülerliği konusundaki tartışmalarda da kilit isim olmuştur.
28. David Lewis | Kişilik Psikolojisi, Klinik Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1942, Fransa Lisans Derecesi : Westminster Üniversitesi Doktora Derecesi : Deneysel Psikoloji, Sussex Üniversitesi
Hâlen Sussex Üniversitesinde Psikoloji Profesörüdür. Doktora çalışmasının odak noktası fobiler ve genel kaygı durumlarının tedavisi olmuştur. Tıp Fakültesinde geçirdiği süre boyunca yazarlık yapan Lewis, Tıp Fakültesini bıraktıktan sonraki 10 yıl boyunca serbest gazeteci, fotoğrafçı ve yazar olarak çalıştı. Bu süre zarfında özellikle BBC’nin radyo ve televizyon kanallarında sunucu olarak görev yapmış sonrasında ise psikoloji yüksek öğrenimine dönmüştür. Doktora derecesini aldıktan sonra nörofeedback adı verilen yeni bir terapi türüne öncülük etmiştir. Nörofeedback ile hastaların, çeşitli olumlu ve olumsuz uyaranlara yanıt olarak verdikleri zihinsel tepkileri gerçek zamanlı biçimde izleyerek, duyguları üzerindeki kontrollerini geliştirmelerini sağlamayı amaçlamıştır.
Lewis; ayrıca anksiyeteyi, fobik tepkileri ve panik atakları kontrol etmek için nefes alma ile duygu arasındaki etkileşimler üzerine çalışmalar yapmış ve yeni bir nefes kontrol terapisi (Bo-tau) geliştirmiştir. Zihnin ve bedenin birlikte nasıl çalıştığı konusundaki bulgularını, spor gibi çaba gerektiren alanlarda eğitim programları geliştirmede kullanmıştır. Ayrıca potansiyel tüketicilerin, reklamlara ve pazarlamaya ilişkin uyaranlara nasıl tepki verdiğini incelemek için fMRI gibi aletleri kullanan bir disiplin olan nöropazarlamanın öncüsü olarak kabul edilmektedir.
29. Marsha M. Linehan | Kişilik Psikolojisi, Klinik Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1943, Tulsa, Oklahoma, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Loyola Üniversitesi, 1968 Doktora Derecesi : Deneysel Kişilik Psikolojisi, Loyola Üniversitesi, 1971
Hâlen Washington Üniversitesinde Psikoloji Profesörü, Psikiyatri ve Davranış Bilimleri Profesörü ve Davranışsal Araştırma ve Terapi Klinikleri Direktörü olarak görev yapmaktadır. Linehan’ın öncelikli araştırma alanı, borderline kişilik bozukluğu (BKB) olmuştur. Genel anlamada BKB’den muzdarip bireylerin şizofren olarak tanımlanamayacağı; ancak son derece değişken duygulara, tutarsız düşünme biçimine ve içeriğine sahip oldukları için bu bireylerin, nevroz ve psikoz arasında bir sınırda oldukları düşünülmektedir. BKB’ye çoğu zaman kinik depresyon, bipolar bozukluk, madde kullanım bozukluğu gibi bozukluklar ile kendine zarar verme, intihar düşünceleri-girişimi gibi davranışlar eşlik etmektedir. Ergenlik döneminin sıkıntılı geçtiğini dile getiren ve kendisi de BKB tanısı alarak 2 yıl hastanede yatılı olarak tedavi gören Linehan, tedavisi sonrasında kendi durumunu bilimsel olarak incelemeye karar vermiştir.
“Cehennemdeydim… Yemin ettim: dışarı çıktığımda geri döneceğim ve diğerlerini buradan çıkaracağım.”
Linehan, başlangıçta bilişsel-davranışçı terapiyle (BDT) hastaların çatışmalarını daha gerçekçi bir şekilde yeniden çerçevelemelerine yardımcı olarak duygularını kontrol almalarına yönelik çalışmalar yapmıştır. Kısa süre sonra tedavi için başka bir bileşene ihtiyaç duyulduğunu düşünen Linehan, dini inancının kendi nihai iyileşmesinde önemli bir rol oynadığını dile getirmiştir. Ardından Hristiyan dualarıyla birçok özelliği paylaştığını gördüğü Zen Budizminin meditatif uygulamaları üzerine yaptığı çalışmayla diyalektik davranışsal terapi olarak adlandırdığı özel bir yaklaşım geliştirmiştir. Diyalektik davranışsal terapi, bireyin kendisinin ve şu andaki gerçekliğinin radikal kabulü ve her geçen anın farkındalığı olmak üzere iki önemli unsur içermektedir. Bu iki özellik birlikte var olarak kişinin değişken duygularını, bu duygular üzerinde gelip giderken kendilerini gözlemlemelerinin bir yolunu oluşturmaktadır. Diyalektik teriminin kaynağı olan diğer bir unsur ise çarpık düşünceleri ve zararlı duyguları taban tabana zıt düşünme ve hareket etme biçimleriyle dengelemektir. DDT, birçok uzman tarafından BKB ve ilişkili hastalıklar için mevcut en etkili tedavi olarak kabul edilmektedir.
30. Elizabeth F. Loftus | Bilişsel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1944, Los Angeles, California, ABD Lisans Derecesi : Matematik ve Psikoloji, California Üniversitesi, 1966 Y. Lisans Derecesi : Matematik ve Psikoloji, Stanford Üniversitesi, 1967 Doktora Derecesi : Matematik ve Psikoloji, Stanford Üniversitesi, 1970
Hâlen California Üniversitesinde Sosyal Ekoloji Profesörü, Bilişsel Bilimler Profesörü ve Hukuk Profesörü, Öğrenim ve Hafıza Nörobiyolojisi Merkezi üyesi, Psikoloji ve Hukuk Merkezi Kurucu Direktörüdür. Loftus, çalışmalarında belleğe odaklanmıştır. 1970’lerden itibaren, bireylere belirli bir olaydan sonra konuyla ilgili çelişkili bilgiler vererek belleğin kararlılığını ortaya çıkarmak için tasarladığı çeşitli deneyler gerçekleştirmiştir. Elde ettiği sonuçlara dayanarak yanlış bilgi etkisi (misinformation effect) olarak adlandırdığı fenomenle insanları, anılarının yanlış olduğuna ikna etmenin, hatta kesinlikle öyle olduğunu hatırladıklarını iddia ettikleri anılarını dahi değiştirmelerine neden olmanın, oldukça kolay olduğunu göstermiştir. Çalışmalarının sonuçları; anıların sürekli olarak yeniden yapılandırıldığını, dolayısıyla belleğin daha önce düşünülenden çok daha kolay değiştirilebilir ve telkine açık olduğunu ortaya koymuştur.
Görgü tanıklığı üzerine yaptığı araştırmasının sonuçları, çoğunlukla görgü tanıklarının ifadelerine dayanan ceza-adalet sistemimizin sorgulanmasını sağlamıştır. Sonrasında ise bastırılmış bellek (repressed memory) fenomeni olarak adlandırılan belleğin, travmatik olaylara ilişkin anıları bastırabileceği ve bu anıların sadece uzmanlar tarafından sorgulanarak -yıllar hatta on yıllar sonra- hatırlanabileceği fikrini öne sürmüştür. Bu konuda çocuk istismarı ve satanik ritüelleri de içeren bir dizi davada kendisinin uzman görüşüne başvurulmuştur. Loftus, otorite figürleri tarafından insanların özellikle çocukların zihinlerine sahte anıların kolayca yerleştirilebileceğine ilişkin bulgularını açıklayarak bu tür davalarda yanlışlıkla suçlananlar için adaleti sağlamada önemli bir rol oynamıştır.
31. Andrew N. Meltzoff | Gelişim Psikolojisi
Doğum Yılı ve Yeri : 1950, Los Angeles, California, ABD Lisans Derecesi : Harvard Üniversitesi, 1972 Doktora Derecesi : Oxford Üniversitesi, 1976
Hâlen Washington Üniversitesinde Psikoloji Profesörü ve Öğrenme ve Beyin Bilimleri Enstitüsü Eş Direktörüdür. Meltzoff, kariyerine -M. Keith Moore ile birlikte yazdığı- 1977’de yayımlanan bebeklerin yetişkin yüz ifadelerini ve jestlerini taklit etme becerilerini incelediği makalesiyle başladı. Bu, yeni doğan (2 haftalık) bebeklerin, bilinenin aksine yetişkinlerin ifadelerini ve jestlerini güvenilir bir şekilde taklit edebildiklerini ve çok daha karmaşık bilişsel becerilere sahip olduklarını gösteren ilk bulgulardan biridir. Sonraki çalışmalarıyla, bebeklerin doğumdan sonraki ilk saat içerisinde de benzer beceriler sergilediğini göstererek doğuştan gelen bir bilişsel sistemin varlığını ortaya koymuştur.
Anlayışımızdaki bu ilerleme gelişim psikolojisi alanının yanı sıra dil edinimi, öğrenme, bellek, sosyalleşme, doğa / yetiştirme (nature or nurture) ve diğer birçok alanda etkili olmuştur. Meltzoff; daha sonraki çalışmalarında otizm, empati, niyet, bebeğin zihin teorisi -diğer insanların niyetlerini anlama yeteneği-, bakışları takip etme ve taklit etmenin altında yatan nöral mekanizmalar gibi konuları incelemiştir. Bebekler üzerinde onlarca yıl süren araştırmalarının bir sonucu olarak, bebeklerin taklit becerilerinin normal gelişim için önemli bir temel teşkil ettiğini vurgulamaktadır: “Onların eli var, sizin de eliniz var ve bu benzerliği tanıyorlar. Bu, büyüdüklerinde başkalarına empati duymalarını ve başkalarına özen gösterebilmelerini sağlayan kendi benlikleriyle ötekisi arasında kurdukları ilk köprüdür.”
32. Geoffrey F. Miller | Evrimsel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1965, Cincinnati, Ohio, ABD Lisans Derecesi : Biyoloji, Psikoloji, Columbia Üniversitesi, 1987 Doktora Derecesi : Deneysel Psikoloji, Stanford Üniversitesi, 1993
Roger N. Shepard’ın danışmanlığında ‘Kaçak Cinsel Seçim yoluyla İnsan Beyninin Evrimi’ adlı doktora tezini yazdı. Hâlen New Mexico Üniversitesinde Psikoloji Doçentidir. Miller, öncelikle insan cinsel seçilimi ve evrimsel tüketici psikolojisi olmak üzere evrim psikolojisi ve psikolojinin diğer birçok alt alanında araştırmalar yapmıştır. Cinsel seçilim; çiftlerden birinin, diğerinin çiftleşme tercihlerine yönelik adaptasyonu yoluyla gelişebileceği ve bu adaptasyonun birbirlerinden bağımsız olduğu fikrine dayanmaktadır. Cinsel seçilim, ayrıca doğal seçilimin bir alt kümesi olup tavus kuşu kuyruğunun güzelliği gibi özelliklerin varlığını açıklamak için yararlı bir kavramdır.
Miller, özellikle ünlü istatistikçi Ronald A. Fisher’ın 1910’larda geliştirdiği cinsel seçilim modellerinin güncellenmesi konusundaki çalışmaları ile bilinmektedir. Böylelikle belirli bir üreme paternine sahip türlerde cinsel seçilimin, türün varlığını tehdit eden noktaya gelecek kadar nasıl kontrolden çıkabileceğini göstermiştir (runaway selection). Soyu tükenmiş İrlandalı elklerin abartılı boynuzları genellikle buna örnek bir vakadır.
Miller, insan beyninin boyutunun hızlı bir şekilde artışının yoğun cinsel seçilim baskısından kaynaklandığını ve bu nedenle zekânın hayatta kalmamız üzerindeki uzun vadeli etkileri konusunda çok dikkatli olmamız gerektiğini savunmaktadır. Ayrıca cinsel seçilim mantığından yola çıkarak erkeklerde yüksek sosyal statünün, üreme başarısının bir göstergesi olduğunu öne süren yeni evrimsel tüketici psikolojisi alanının gelişmesine öncülük etmiştir.
33. Walter Mischel | Kişilik Psikolojisi
Doğum Yılı ve Yeri : 1930, Viyana, Avusturya Lisans Derecesi : Psikoloji, New York Üniversitesi, 1951 Y. Lisans Derecesi : Klinik Psikoloji, New York Üniversitesi, 1953 Doktora Derecesi : Klinik Psikoloji, Ohio Eyalet Üniversitesi, 1956
Mischel, 12 Eylül 2018 tarihinde vefat etmiştir. Mischel, 1968 tarihli Kişilik ve Değerlendirme (Personality and Assessment) adlı kitabında, kişilik özelliklerinin yüksek oranda bağlama bağlı olduğu iddiasıyla, daha önce öne sürülen kişiliğin zaman içinde ve çeşitli sosyal bağlamlarda değişmez olduğu fikrine karşı çıkmıştır. Kişilik bütünlüğünü sağlayan temel-değişmez olan özellikleri inkâr etmemekle birlikte kişiliğin karmaşık bir yapıda olduğunu; kişiliği, bağlamsal ve koşullu (if then) davranış paternleriyle açıklayabileceğimizi öne sürmüştür. Mischel’in 1960’larda yürüttüğü bir diğer önemli çalışması da okul öncesi çocukların kendi kendini kontrol etme becerilerinin incelenmesine yöneliktir.
Mischel, Marschmallow Testi olarak da bilinen çocuğa nispeten kısa bir süre sonra bir veya iki şey arasında seçim yapmasının teklif edildiği basit bir deney düzeni tasarlamıştır. Bu deney, daha sonra boylamsal araştırmalarla birçok sayıda çocuk üzerinde gerçekleştirilmiş olup bu sayede test sonuçları zaman içerisinde çeşitli akademik ve yaşam sonuçlarıyla ilişkilendirilebilmiştir. Sonuçlar; hazzı erteleyebilen çocukların, yıllar sonra daha üstün bir akademik başarıya, daha yüksek düzeyde aile-iş hayatı istikrarına ve maddi kazançlara sahip olduğunu göstermektedir.
34. Lynn Nadel | Bilişsel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1942, Viyane, New York City, New York, ABD Lisans Derecesi : Biyoloji, McGill Üniversitesi, 1963 Y. Lisans Derecesi : Psikoloji, McGill Üniversitesi, 1965 Doktora Derecesi : Fizyolojik Psikoloji, McGill Üniversitesi, 1967
Hâlen Arizona Üniversitesinde Psikoloji ve Bilişsel Bilimler Emeritus Profesörüdür. Nadel, kariyeri boyunca belleğin nöral temelleri, Down Sendromunun nörobiyolojisi ve tedavisi gibi alanlarda çalışmalar gerçekleştirmiştir. Nörobilimci John O’Keefe ile birlikte bellek oluşumunda hipokampüsün rolü üzerine çalışmalar yürütmüştür. Serbest dolaşan kedilerin beyinlerindeki implantlardan alınan EEG sinyallerini kaydederek kedinin hipokampüsündeki aktivasyon paterninin, kedinin bulunduğu üç boyutlu alanla eş biçimli olduğunu göstermiştir. Diğer bir deyişle, hipokampüs, kedinin çevresinin şematik bir haritasını depolamaktadır. O’Keeffe ve Nadel, çığır açan çalışmalarını 1978’de Bilişsel Harita Olarak Hipokampüs adlı kitaplarında yayımlamışlardır -O’Keeffe, bu araştırmayla 2014 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülünü kazanmıştır-.
Nadel, belleğin çoklu izleme teorisiyle (multiple trace theory of memory) hipokampüsün, epizodik belleğin depolanması ve geri çağrılmasında birincil nöral yapı olduğunu göstermiştir. Ayrıca özellikle stres ve bellek, uyku ve bellek arasındaki ilişki ile belleğin yeniden sağlamlaştırılması ve Down Sendromu ile ilişkili bellek hasarları üzerine de çalışmalar yürütmüştür.
35. Kenneth I. Pargament | Kişilik Psikolojisi, Klinik Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1950, Viyane, Washington, DC, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Maryland Üniversitesi, 1972 Doktora Derecesi : Klinik Toplum Psikolojisi, Maryland Üniversitesi, 1977
Hâlen Bowling Green State Üniversitesinde Emeritus Psikoloji Profesörüdür. Pergament, çalışmalarında psikolojik sağlık ve stresle başa çıkmada dini inancın rolüne odaklanmıştır. Din ve psikoloji üzerine araştırmalar yaparak -bu konularda değerlendirme ve müdahale yöntemleri geliştirmek için- sistematik bir teorik çerçeve geliştirmeye çalışmıştır. Dini başa çıkma stratejilerini ölçmek için tasarladığı, 3 kategorili RCOPE anketini geliştirmiştir. Bu kategorilerden ilki, tanrının iradesine teslim olmaya vurgu yapan dini başa çıkma biçimleri; ikincisi, bireyin esasen tanrıyı kendi amaçlarına dâhil ettiği kendi kendini yönetme biçimleri; üçüncüsü ise tanrının bireyin yaşamına ortak hâle geldiği işbirliği biçimleridir.
Ardından Pargament, psikoterapistleri dine karşı tutumları bakımından 4 gruba ayırmıştır: dini küçümseyip dinde herhangi bir terapötik değer olduğunu kabul etmeyen reddediciler; herkes için terapiyi savunan dışlayıcılar; dini terapiye dâhil etmek isteyen; ancak aşkın gerçekliğin nesnel varlığını inkâr eden yapıcılar ve son olarak aşkın olanın gerçekliğini tanıyan; ancak bu gerçekliğe yönelik olan farklı yaklaşımların geçerliliğini de kabul eden çoğulcular. Pargament, reddedici grubun, psikoloji camiasında yoğun oluşunu sorgulayarak tercihen çoğulcu çizgideki bir din eğitiminin, psikoterapistlerin eğitiminin zorunlu bir bileşeni olması gerektiğini ileriye sürerek tartışmalara yol açmıştır.
36. Steven A. Pinker | Bilişsel Psikoloji, Psikodilbilim
Doğum Yılı ve Yeri : 1954, Montreal, Quebec, Kanada Lisans Derecesi : Psikoloji, McGill Üniversitesi, 1976 Doktora Derecesi : Deneysel Psikoloji, Harvard Üniversitesi, 1979
Stephen Kosslyn ile birlikte çalışan Pinker, hâlen Harvard Üniversitesinde Psikoloji Profesörüdür. Pinker, özellikle dil becerileri ile ilgilenmiş ve beynin bir bilgisayar olduğu fikrine dayanan hesapsal zihin teorisini savunmuştur. Noam Chomsky’nin çalışmaları doğrultusunda dil kapasitesinin, evrensel ve içgüdüsel olduğunu; bu içgüdüsel davranışı, deneyim ile sadece belirli bir dilin belirli biçimlerine dönüştürdüğümüzü ileri sürmüştür. Pinker, küçük çocukların anadilinin sözel biçim bilimi (morfoloji) üzerine çalışmalar yürütmüştür. Aynı zamanda 1980’lerde zihin ve konuşmanın bağlantısal modelleri hakkındaki tartışmalara dâhil olmuştur. -Bağlantısalcılık; zihnin işlemlerini yürütme biçiminin, sıradan bir bilgisayarda olan seri işlemenin aksine büyük ölçüde paralel ve farklı beyin bölgelerince işletildiği fikridir-.
1994’te yayımlanan The Language Instinct (Dil İçgüdüsü) adlı kitabında, doğuştan gelen dil becerilerinin insanlık için önemini vurgulamıştır. 2002’te yayımlanan In The Blank Slate (Boş Levha) adlı kitabında ise dil becerilerindeki doğuştan gelen biyolojik doğamızı detaylandırarak doğa / yetiştirme (nature or nurture) alanındaki tartışmaları genişletmiştir. 2011’de yayımlanan The Better Angels of Our Nature (Doğamızın İyilik Melekleri) adlı kitabında, mevcut zamanda revaçta olan pesimistliğe karşı insanlık tarihinin nesnel bir analizini yaparak optimist olmamızın nedenlerini sunmaktadır.
37. Michael I. Posner | Bilişsel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1936, Cincinnati, Ohio, ABD Lisans Derecesi : Fizik, Washington Üniversitesi, 1957 Y. Lisans Derecesi : Psikoloji, Washington Üniversitesi, 1959 Doktora Derecesi : Psikoloji, Michigan Üniversitesi, 1962
Hâlen Oregon Üniversitesinde Psikoloji Emeritus Profesörü ve Nörobilim Enstitüsü üyesidir. Posner’ın çalışmaları esas olarak dikkatin psikolojisi ve nörobiyolojisine odaklanır. Araştırmaları sırasında birçok önemli deneysel teknik kullanarak yeni bir paradigma geliştirmiştir. Posner paradigması olarak da bilinen Posner İpucu Görevi (Posner Cueing Task), dikkatin incelenmesinde kullanılan nöropsikolojik bir testtir. Bu görevde, bireyin dikkatini yönlendirmek üzere mekânsal (merkezi ya da çevresel) bir ipucunun (geçerli, geçersiz ya da nötr) verilmesinin ardından ortaya çıkan çevresel bir hedefe verdiği tepkinin süresi ölçülmektedir. Özetle, bireyin uzamsal dikkatini kaydırma (attentional shift) yeteneğini değerlendiren görev, dikkatin altında yatan mekanizmaların araştırılmasında ve beyin hasarı sonucu oluşan dikkat bozukluklarının tespit edilmesinde kullanılmaktadır.
Posner’in bilişsel psikoloji alanına kattığı başka bir protokol de karmaşık bir bilişsel görevin daha basit bir işlem dizisine ayrıştırılması olan çıkarma yöntemidir (subtraction method). 1978 yılında yaptığı harf eşleme çalışmasında çıkarma yöntemini kullanarak bireylere, ilk aşamada verdiği harflerin fiziksel olarak aynı; sonraki aşamada ise bu harflerin ikisinin de ünlü ya da ünsüz harf olup olmadığını tespit etmelerini istemiş ve tepki sürelerini ölçmüştür. Diğer bir ifadeyle bireylerden, ilk aşamada, basit olan ‘uyaran tanıma’; ikinci aşamada ise daha karmaşık olan ‘kategori tanıma’ görevini yerine getirmelerini istemiştir. Bizler artık bu yöntemle, görevler basitten karmaşığa doğru gittikçe, bu görevlerle ilişkili olan bilişsel süreçlerin her birinin işlenmesi için gerekli olan yaklaşık süreyi belirleyebiliyoruz.
Doğum Yılı ve Yeri : 1938, New York City, New York, ABD Lisans Derecesi : Felsefe, Reed College, Doktora Derecesi : Bilişsel Psikoloji, Harvard Üniversitesi
Hâlen Berkeley, California Üniversitesinde Psikoloji Profesörüdür. Bilişsel bilim alanında çalışan Rosch, beynin, dünya hakkındaki bilgileri nasıl düzenleyip yapılandırarak kategorize ettiğini araştırmaktadır. İnsanlarda zihinsel kategorizasyon becerisi doğuştan (biyolojik) ve edinilmiş (öğrenilmiş) boyutlara sahiptir. Sorun, hem bu boyutların kategorizasyon sürecine olan katkılarını birbirinden ayırmak hem de bu boyutların her birine özgü daha spesifik özelliklerini belirlemektir. Bu noktada Rosch, bilginin kategorizasyonunda prototiplerin önemini vurgulayan deneysel çalışmalar yürütmüştür. Geliştirdiği prototip teorisi ile prototiplerin, kategorizasyon sürecinde bilişsel referans noktaları olduğunu; nesneleri ve şeyleri prototipe benzerliklerine göre sınıflandırdığımızı dile getirmektedir. Örneğin; serçe ‘kuş’ prototipine penguenden daha çok benzediği için serçenin kuş olduğunu penguenin kuş olduğundan daha kısa sürede söyleriz.
Deneysel çalışmalarından elde ettiği bir başka sonuç da hiyerarşik taksonomik yapıların (örn. sandalye / mobilya) rastgele değil kategoriye ait en temel özellikten başlayarak bunun üzerine inşa edildiği fikridir. Rosch, kategorizasyonun işlevleri üzerine de teorik çalışmalar yapmış ve kategorizasyonun iki temel ilkesini öne sürmüştür: birincisi, kategori sistemlerinin görevi, en az bilişsel çaba ile maksimum bilgi sağlamaktır; ikincisi ise dünyaya ilişkin bilgiyi gelişigüzel veya öngörülemeyen niteliklerine göre algılamak yerine yapılandırılmış olarak algılamaktayız.
39. Michael L. Rutter | Gelişim Psikolojisi, Çocuk Psikiyatrisi
Doğum Yılı ve Yeri : 1933, Lübnan Lisans Derecesi : Birmingham Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1950 Doktora Derecesi : Birmingham Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1955
Hâlen Londra Üniversitesinde Gelişim Psikopatolojisi Profesörüdür. Rutter’ın çalışmaları, erken çocukluktan ergenliğe kadar kişilik gelişimi bozukluklarına odaklanmıştır. Otizm üzerine yaptığı çalışmaların yanı sıra Wight Adası’ndaki yoksul nüfusun sosyal yoksunluk durumunu epidemiyolojik açıdan incelemiştir. Bu popülasyonlardaki, özellikle otizm teşhisi konan çocuklarda bilişsel ve duygusal eksiklikleri inceleyen Rutter, anket gibi geleneksel veri toplama araçlarını DNA analizi ve nörogörüntüleme gibi yeni teknolojilerle birleştirmiştir. Yıllar boyunca üzerinde çalıştığı diğer konular; ailelerin ve okulların çocuk gelişimi üzerindeki etkileri, okuma bozuklukları, genetik ve çevresel faktörlerin normal ve patolojik gelişim üzerindeki etkileri olmuştur.
Rutter, 1969 yılında yayımlanan Attachment and Loss (Bağlanma ve Kayıp) ve 1972 yılında yayımlanan Maternal Deprivation Reassessed (Anne Yoksunluğunun Yeniden Değerlendirilmesi) adlı kitaplarında, psikiyatrist John Bowlby’nin; çocuğun anne ile sıcak, samimi ve istikrarlı ilişki kurmasının, çocuğun psikolojik ve duygusal olarak sağlıklı gelişimi için önemli olduğunu ileri sürdüğü, anne yoksunluğu teorisini yeniden değerlendirmiştir. Bowbly’nin, çoğu gelişimsel patolojinin ve kişilik bozukluklarının temelinde anne yoksunluğu olduğuna dair teorisinin, durumu açıklamakta yetersiz olduğunu ileriye sürmüştür. Rutter, annelik kalitesinin yanı sıra genetik miras, geniş aile, okul ve diğer çeşitli sosyal, kurumsal ve ekolojik ortam gibi faktörlerin de bireylerin sağlıklı psikolojik gelişimlerinde etkili olduğuna dikkat çekmiştir.
40. Marianne Schmid Mast | Sosyal Psikoloji, Organizasyonel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1965, Olten, İsviçre
Lisans Derecesi : Psikoloji, Zurih Üniversitesi, 1996
Doktora Derecesi : Psikoloji, Zurih Üniversitesi, 2000
Hâlen Lausanne Üniversitesinde Örgütsel Davranış Profesörüdür. Schmid Mast’ın araştırmaları; dominantlık hiyerarşisinde bireylerin birbirleriyle nasıl etkileşimde bulundukları, bireylerin kendilerinden alt, üst veya eş düzeylere sahip diğer bireylerle hem sosyal etkileşimlerini nasıl algıladıkları hem de sözlü-sözsüz olarak nasıl iletişim kurdukları üzerinde yoğunlaşmıştır. Schmid Mast’ın bulgularının birçok alana genellenebilir ve her türlü hiyerarşik organizasyon için geçerli olduğu söylenebilir. Örneğin; bir çalışmasında hekim-hasta iletişiminin klinik sonuçları etkileyebildiğini göstermiştir.
Schmid Mast, ayrıca kişiler arası davranış ve iletişimi araştırmanın yanı sıra sosyal etkileşimlerde sözsüz davranışları analiz etmek için 3 boyutlu sanal ortam teknolojisi ve bilgisayar tabanlı otomatik algılama gibi teknolojilerden yararlanmıştır. Örneğin; bireylerin, iş görüşmesi gibi durumları hem sanal gerçeklik hem de gerçek yaşam ortamında deneyimlemesini sağlayarak kendilerini algılama, fizyolojik uyarılma, algılanan yetkinlik ve ikna gücünü geliştirmelerini sağlamaktadır.
41. Erich Schröger | Biyolojik Psikoloji, Deneysel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1958, Münih, Almanya Lisans Derecesi : Felsefe, Münih Felsefe Üniversitesi, 1982 Psikoloji, Ludwig-Maximilians Üniversitesi, 1986 Doktora Derecesi : Psikoloji, Ludwig-Maximilians Üniversitesi, 1991
Hâlen Leipzig Üniversitesinde Bilişsel Psikoloji Profesörüdür ve burada Uluslararası Max Planck Araştırma Okuluna bağlı İletişim Sinirbilimi: Yapı, İşlev ve Plastisite (IMPRS NeuroCom) BioCog Grubunda yöneticidir. Schröger, psikolojinin felsefe ve teolojik bilimlerden ayrılarak farklı bir disiplin olmasında etkili olan psikofizik alanında çalışmalar yürütmektedir. Deneysel psikolojinin alt alanı olarak düşünebileceğimiz psikofizik alanına; Gustav Fechner (1801-1887), Hermann von Helmholtz (1821-1894) ve Wilhelm Wundt (1832-1920) gibi Alman bilim insanları çalışmalarıyla öncülük etmiştir. Schröger; dikkat, algı, bellek ve multimodal duyu işleme ile ilgili çalışmalarıyla Wilhelm Wundt’un 1879 yılında Leipzig Üniversitesinde kurduğu ilk psikoloji laboratuvarının araştırma geleneğini devam ettirmektedir.
Schröger, dikkati otomatik olarak dağıtan mekanizmaları incelemek için görevle ilgili olmayan uyaran bilgisini değişimlediği deneysel bir paradigma geliştirmiş ve düzenli uyaran dizilerindeki ihlallerin tespit edilmesinde etkili olan önemli süreçleri tanımlamıştır. Uyaran dizisindeki otomatik değişikliklerin tespitinde hem duyusal adaptasyonun hem de duyusal belleğin karşılaştırma süreçlerinin etkili olduğunu göstermiştir. İşitmeye bağlı tahminlerin modellenmesine yönelik çalışmasında ise konuşma gibi son derece hızlı ve karmaşık işitsel bilgileri yorumlama becerisinin duyusal ve sinirsel temellerinin, çevresel uyaran bilgilerinin -bu uyaranlarla olan geçmiş deneyimlerimize göre- düzenli olmasına dayanarak oluşturulan tahmin modellerine bağlı olduğunu belirtmiştir. Buna göre beyin, mekanik olarak bir uyaran dizisindeki hataları, tahmin edilen sinyal ile gerçekte alınan sinyal arasındaki her adımdaki farkı hesaplayarak bir tür optimal tahmin modeli oluşturmakta bizler de çevresel işitsel uyaranları bu modele göre algılayıp yorumlamaktayız.
42. Martin E. P. Marty Seligman | Kişilik Psikolojisi
Doğum Yılı ve Yeri : 1942, Albany, New York, ABD Lisans Derecesi : Felsefe, Princeton Üniversitesi, 1964 Doktora Derecesi : Psikoloji, Pennsylvania Üniversitesi, 1967
Hâlen Pennsylvania Üniversitesinde Psikoloji Profesörü ve Penn Pozitif Psikoloji Merkezi Direktörüdür. İnsanların erdemlerine, olumlu ve güçlü özelliklerine odaklanan bir yaklaşım olan Pozitif Psikoloji akımının öncülerinden olan Seligman, ilk olarak Maier ile birlikte 1967 yılında köpeklerle yaptığı deneyle sunduğu öğrenilmiş çaresizlik teorisi ile tanınmıştır. Öğrenilmiş çaresizlik; bir durumda, kontrol edilemeyen, rahatsızlık verici veya kısıtlayıcı bir uyarana sürekli biçimde maruz kalmanın sonucunda gelişen tepkilerin, bu uyaran ortadan kaldırıldığında da devam etmesidir. Klinik depresyonun ve ilgili akıl hastalıklarının kökeninin, öğrenilmiş çaresizlik olgusuna dayandığı düşünülmektedir.
Seligman’ın diğer bir ses getiren çalışması da otantik mutluluk olarak adlandırdığı, karakterimizdeki öz dayanıklılık kaynaklarımız üzerinedir. 2004 yılında, Christopher Peterson ile birlikte yayımladığı Character Strengths and Virtues (Karakter Gücü ve Erdemi) adlı kitapta, öz-kaynaklarımızı şöyle sıralamıştır: bilgelik, cesaret, insaniyet, adalet, ölçülülük ve aşkınlık olmak üzere 6 erdem ve bu 6 erdemin altında yer alan toplam 24 karakter gücü (yaratıcılık, merak, öğrenme sevgisi, açık fikirlilik, bakış açısı, cesur olma, sebatkârlık, dürüstlük, yaşam coşkusu, sosyal zekâ, sevgi, iyilikseverlik, liderlik, vatandaşlık, hakkaniyet, affedicilik, alçakgönüllülük, öz-denetim, ihtiyatlılık, estetik ve mükemmelliğin takdiri, şükran duyma, umut, mizah ve maneviyat).
2011 yılında yayımlanan Flourish (gelişme, büyüme) adlı kitabında ise öz dayanıklılık için gerekli olan ve PERMA olarak adlandırılan 5 karakter özelliği tanımlamıştır:
Olumlu duygu (mutluluk, zevk, sevinç, vb. deneyimleme kapasitesi)
Vecd (akışı deneyimleme kapasitesi-zaman ve mekândan bağımsızlaşan meşguliyet-)
İlişki (dostluk, yakınlık ve bağ kurma kapasitesi)
Anlam (kendisinden daha büyük bir şeye ait olma duygusunu deneyimleme kapasitesi)
Başarı (görevleri yerine getirme kapasitesi)
43. Roger N. Shepard | Cognitive Psychology
Doğum Yılı ve Yeri : 1929, Palo Alto, California, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Stanford Üniversitesi, 1951 Doktora Derecesi : Psikoloji, Yale Üniversitesi, 1955
Mezun olduktan sonra, Harvard Üniversitesindeki görevini kabul etmeden önce, bir süre Bell Labs’ta çalıştı. Hâlen Stanford Üniversitesi Sosyal Bilimler Emeritus Profesörüdür. Shepard’ın çalışmaları öncelikle görsel mekânsal algıya odaklanmıştır. 1971 yılında, Jacqueline Metzler ile zihinsel rotasyon fenomenini araştırmak için üç boyutlu nesnelerin zihinde döndürülmesini test eden bir deney düzenlemiştir. Katılımcılara, üç boyutlu, asimetrik ya da aynı olup da farklı açılara sahip olan nesneleri çiftler halinde sunmuş ve ardından katılımcıların, o nesne çiftinin gerçekten aynı nesne mi yoksa iki farklı nesne mi olduğuna karar vermelerinin ne kadar sürdüğünü ölçmüştür.
Sonuçlar; bir nesne, orijinalinden ne kadar fazla döndürülürse, bireylerin, iki görüntünün aynı nesne mi yoksa orijinal nesnenin ayna görüntüsü mü (enantiomorph) olduğuna karar vermelerinin daha uzun sürdüğünü göstermiştir. Zihinsel rotasyon görevleri özellikle bireylerin bilişsel süreçlerinin (örn. zekâ testleri) değerlendirilmesinde kullanılmaktadır. Shepard aynı zamanda, işitme sistemi üzerinde deneyler yapmış ve adı “Shepard tonu” olarak bilinen işitsel illüzyona verilmiştir.
Dunkirk adlı filmde Shepard tonu kullanılmıştır.
44. Elizabeth S. Spelke | Gelişim Psikolojisi, Sosyal Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1949, New York City, New York, ABD Lisans Derecesi : Sosyal İlişkiler, Radcliffe College, 1971 Doktora Derecesi : Psikoloji, Cornell Üniversitesi, 1978
Hâlen Harvard Üniversitesinde Psikoloji Profesörü, Harvard Eğitim Enstitüsü üyesi ve Gelişimsel Araştırmalar Laboratuvarı Direktörüdür. Spelke’nin çalışmaları; matematik becerisi, bilişsel haritalar gibi sembolik temsiller oluşturma, taksonomik kategoriler geliştirme, içinde yaşanılan sosyal grupların duyguları hakkında akıl yürütme becerisin odaklanmıştır. İnsan bebek ve çocuklarının bilişsel özellikleri ile primatların bilişsel özelliklerini karşılaştırmış ayrıca bunlar arasındaki ilişkili yönlerin, çeşitli kültürel ortamlardaki tezahürlerini incelemiştir. Bebeklerle yaptığı çalışmalarda, ilk olarak Robert Fantz tarafından geliştirilen, tercihli bakış (preferential looking) tekniğini kullanarak bebeklere farklı görüntüler sunmuş ve bebeklerin görüntülere bakma sürelerini ölçmüştür.
Spelke, ayrıca modern toplumlarda matematiksel yetenek ve kazanımdaki cinsiyet farklılıklarına, biyoloji ve kültürün katkısını karşılaştırmalı olarak incelediği çalışmaları ile bilinmektedir. Araştırma bulguları, bilişsel yeteneklerimizin çoğunun doğuştan / biyolojik bir temele sahip olduğu fikrini desteklemektedir. Uzun süreli araştırmalarının sonucunda, erkekler ve kadınlar arasında genel matematiksel yeteneğin altında yatan bilişsel kapasiteler (sayısal akıl yürütme, mekânsal akıl yürütme, mantıksal akıl yürütme, vb.) açısından anlamlı bir fark olmadığını tespit etmiş ve matematiksel yetenek ve kazanım açısından gözlenen cinsiyetler arası farkı açıklamak için sosyal ve kültürel faktörlere bakılmasını önermiştir.
45. Robert J. Sternberg | Gelişim Psikolojisi, Bilişsel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1949, Newark, New Jersey, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Yale Üniversitesi, 1972 Doktora Derecesi : Psikoloji, Stanford Üniversitesi, 1975
Hâlen Cornell Üniversitesinde Psikoloji Profesörüdür. Sternberg, insan zekâsını spesifik ölçüm araçlarıyla ölçmenin, zekânın sadece tek bir yönünü açıklayabileceğini ve bu yaklaşımla sadece okulda veya kitap okumada başarılı olan insanların performanslarının ölçülebileceğini ileri sürmüştür. Geliştirdiği üçlü zeka teorisi ile zekânın; gelişimsel, bilişsel, sosyal ve biyolojik açıdan ele alınması gerektiğini savunmuştur. 2003 yılında, düşünme sistemleri üzerinden geliştirdiği üçlü zekâ teorisiyle, zekâ biçimlerini aşağıdaki şekilde kategorilendirmiştir:
Analitik zekâ: Önceden ayarlanmış, iyi tanımlanmış matematiksel ve sözlü görevleri tek bir doğru çözümle (standart IQ testleri ile ölçülen geleneksel olarak tanınan zekâ biçimi) çözme yeteneğidir.
Yaratıcı zekâ: Birçok çözümün mümkün olduğu, beklenmedik durumlarda yeni görevleri doğru sonuçla çözme yeteneğidir.
Pratik zekâ: Günlük yaşam ortamlarında görevleri başarılı bir şekilde kavrayabilme ve yürütebilme yeteneğidir.
Doğum Yılı ve Yeri : 1956, Budapeşte, Macaristan Lisans Derecesi : İngiliz Edebiyatı, Tarih, Pedagoji, Eötvös Loránd Üniversitesi Doktora Derecesi : Deneysel Psikoloji, Connecticut Üniversitesi, 1993
Hâlen Macaristan’daki Szeged Üniversitesinde Bilişsel ve Nöropsikoloji Bölüm Başkanı olarak görev yapmaktadır. Szokolszky, çocukların bilişsel gelişimi, özellikle de Gibson’un sağlarlık (affordance) teorisi ile ilgilenmiştir. Sağlarlık teorisi, dünyanın sadece nesne şekilleri ve mekânsal ilişkiler açısından değil aynı zamanda nesnelerin eylem için sunduğu olanaklar (uygunluklar) açısından da algılandığını belirtir -algı eylemi harekete geçirir-. Szokolszky; buradan hareketle, çocukların, oyunlarında öyle olduğuna inandıkları nesneleri zihinsel olarak nasıl manipüle ettiğini, bu benzersiz bilişsel kapasitelerinin nasıl geliştiğini ve bunun yetişkinlikteki bilişsel performanslarında nasıl rol oynadığı üzerine çalışmalar yürütmüştür. Bunun yanı sıra aynı olguyu otizm gibi nörogelişimsel bozukluklara sahip çocuklarda da incelemiştir.
47. Carol A. Tavris | Sosyal Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1944, Los Angeles, California, ABD Lisans Derecesi : Sosyoloji, Karşılaştırmalı Edebiyat, Brandeis Üniversitesi Doktora Derecesi : Sosyal Psikoloji, Michigan Üniversitesi, 1975
Mezun olduktan sonra UCLA ve Yeni Sosyal Araştırmalar Okulunda psikoloji dersleri verdi. Hâlen bağımsız bir yazar ve öğretim görevlisidir. Tavris’in ana araştırma konularından biri, sosyal psikoloji alanındaki cinsiyet kimliği ve eşitliği olmuştur. Carole Wade ile birlikte yazdığı ve ilk olarak 1980’lerde yayımlanan Psikoloji adlı ders kitabında, cinsiyet ve kültür üzerine yapılan araştırmaların bulgularını sunmuştur. Çalıştığı diğer konular arasında popüler psikoloji mitleri ve zihinsel ekonomimizde bilişsel uyumsuzluğun oynadığı rol yer almaktadır.
48. Michael Tomasello | Biyolojik Psikoloji, Karşılaştırmalı Psikoloji, Bilişsel Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1950, Bartow, Florida, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Duke Üniversitesi, 1972 Doktora Derecesi : Deneysel Psikoloji, Georgia Üniversitesi, 1980
Hâlen Duke Üniversitesinde Psikoloji Profesörü ve Leipzig, Almanya’daki Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü Eş Direktörü olarak görev yapmaktadır. Tomasello’nun araştırmaları, insanları diğer hayvanlardan neyin farklı kıldığı sorusuna odaklanmıştır. Benzer bilişsel görevler vererek çeşitli yaştaki küçük şempanzeler ile küçük çocukların yeteneklerini karşılaştırmayı amaçlayan dikkatli laboratuvar deneyleriyle, zihinsel gelişimde türler arası benzerlik ve farklılıkları ortaya koymuştur.
Tomasello; çalışmalarının ana sonucunun, insanları insan olmayan primatlardan ayıran en önemli yeteneğin, bizim, türümüzün diğer üyelerinin kendimize benzer zihinsel özelliklere sahip olduklarını, aynı zamanda kendi bakış açıları, niyetleri ve bilgilerinin olduğunu anlama kapasitemiz olduğunu belirtmiştir. Ayrıca karakteristik olarak insan yaşamının; grup üyelerinin dikkatini, birlikte ve tek bir kolektif amaç üzerine yönlendirebilme yeteneğiyle mümkün olduğuna inanmaktadır. Özetle, insanlar ve diğer hayvanlar arasındaki bilişsel ve duygusal uçurumun kökeninde, benzersiz bir sosyal zekâ biçiminin olduğuna inanmaktadır.
49. Endel Tulving | Bilişsel Psikoloji, Biyolojik Psikoloji
Doğum Yılı ve Yeri : 1927, Petseri, Estonya Lisans Derecesi : Psikoloji, Toronto Üniversitesi Y. Lisans Derecesi : Psikoloji, Toronto Üniversitesi Doktora Derecesi : Deneysel Psikoloji, Harvard Üniversitesi, 1957
Hâlen Toronto Üniversitesi Psikoloji Emeritus Profesörü, Toronto’daki Baycrest Sağlık Bilimleri Merkezi Rotman Araştırma Enstitüsünde Bilişsel Nörobilim’de Tanenbaum Başkanı ve St. Louis Üniversitesi Bilişsel Nörobilim Profesörüdür. Tulving’in araştırmalarının odak noktası, insan bellek sistemi olmuştur. Özellikle uzun süreli belleğin (açık bellek kısmının) semantik (bilgi belleği) ve epizodik (anı belleği) olmak üzere iki farklı biçimini tanımlamasıyla bilinmektedir. Daha sonraki deneysel araştırmalar, bu iki belleğin, beynin farklı bölgeleri tarafından desteklendiğini doğrulamıştır. Tulving, epizodik bellekteki bilgilerin bellekten geri getirilmesinde kodlamanın önemini vurgulamış ve önerdiği kodlama özgüllük ilkesi doğrultusunda, geri getirilmesi istenen bilgi ile bellekteki bilginin kısmen de olsa örtüşmesi gerektiğini belirtmiştir.
50. Philip G. Zimbardo | Sosyal Psikoloji, Kişilik Psikolojisi
Doğum Yılı ve Yeri : 1933, New York City, New York, ABD Lisans Derecesi : Psikoloji, Sosyoloji, Antropoloji, Brooklyn College, 1954 Y. Lisans Derecesi : Psikoloji, Yale Üniversitesi, 1955 Doktora Derecesi : Psikoloji, Yale Üniversitesi, 1959
Hâlen Stanford Üniversitesinde Psikoloji Emeritus Profesörüdür. Zimbardo’nun en bilinen araştırması, bireysel davranışların yapılandırılmış sosyal faktörler tarafından nasıl koşullandırıldığına odaklanmıştır. 24 gönüllü öğrencinin, rastgele bir şekilde gardiyan ve mahkûm rollüne atanmasıyla başlayan ve 6. günde sonlanan, ünlü Stanford Hapishane deneyini, Stanford Üniversitesi Psikoloji Bölümü binasının bodrum katında inşa edilen sahte bir hapishanede gerçekleştirmiştir. Deney sonuçları; etik tartışmaların yanı sıra üstlenilen toplumsal rollerin bireylerin davranışlarını nasıl etkilediğini, bireylerin kendilerine verilen rolü (farkında olmadan) kolayca sahiplendiğini ve rolün gerekliliklerini kontrolsüz bir şekilde yerine getirebildiklerini ortaya koyması açısından çarpıcıdır. Filozof Hannah Arendt’in kötülüğün sıradanlığı (banality of evil) ve psikolog Stanley Milgram’ın otoriteye itaat üzerine deneylerinin, Zimbardo’nun deney sonuçları ile benzerlik gösterdiğini de belirtmek gerekir.
2007 yılında yayımlanan Lucifer Etkisi: İyi insanların şeytana nasıl dönüştüğünü anlamak (The Lucifer Effect: Understanding How Good People Turn Evil) adlı kitabında, Irak’taki Abu Ghraib hapishanesinde uygulanan işkenceye yönelik eleştirileri şöyle yanıtlamıştır: “Şeytani kurumsal normlara uyan insanlar açıklanamazlar mı yoksa onları anlayamıyor muyuz?” Zimbardo, bu tür durumlarda, özellikle anonimlik ve kişisel sorumluluğun yayılması da dâhil olmak üzere yedi önemli faktör listelemiştir.
Diğer çalışmalarında ise utangaçlık ve travma sonrası stres bozukluğu gibi alanlarda bireysel patolojinin sosyal kökenlerine ilişkin konuları incelemiştir. Ayrıca akran baskısına direnmek için ideallerin ve rol modellerinin -özellikle de günlük yaşamda kahramanlığın ideali- önemi üzerine çalışmalar yayımlamıştır. Son olarak, zaman perspektifi teorisiyle; kişinin kendi biyografisinin zamansal yönlerinin pozitif-negatif, geçmiş-şimdiki-gelecek açısından analiz edilmesini ve bireylerin inanç ve duygularının buna göre yapılandırılmasını önermiştir. *İlgilenenler The Stanford Prison Experiment (2015) adlı filmi izleyebilir.
** Bu listeyi sonuna kadar okuduysanız ‘Psikolojiyi Değiştiren 40 Çalışma’ adlı kitap da ilginizi çekecektir, okumanızı tavsiye ederim.
Kaynaklar:
Schultz, D. P., & Schultz, S. E. (2001). Modern Psikoloji Tarihi çev: Yasemin Aslay. İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Y kuşağı konut piyasasına girmeye başladıkça sürdürülebilir, çevre dostu olan evlere talep de katlanarak artıyor. Ulusal Emlak Komisyoncuları Birliği tarafından hazırlanan son bir raporda, ev almak isteyen insanların giderek daha fazla enerji tasarruflu ve yeşil sertifikalı evler satın almak istedikleri ortaya çıktı. Enerji verimliliği, fotovoltaik enerji ve ev otomasyon sistemlerinin kullanımının ötesinde, istenmeyen ısı kazanımını ve kaybını önlemek için doğru pencereleri seçmeye kadar gider. Basit bir dille ifade etmek gerekirse, verimsiz pencerelerin neden olduğu ısı ve serinlik kaybı, ev ısıtma ve soğutma sisteminin maliyetlerinin %30’una karşılık gelir.
Pencere verimliliğinin kontrolü
Eğer pencereli bir evde yaşıyorsanız, hava sızıntısının gerekli olup olmadığını göstereceği için potansiyel hava kaçaklarını kontrol etmek önemlidir. Denenmiş ve test edilmiş bir yöntem tütsü testidir. Bir tütsü çubuğunu kapınızın oradan yakınız ve eğer dumanın dümdüz yukarı doğru gitmediğini fark ederseniz (yani tütsü dumanı rüzgarı takip edip ona göre hareket ediyorsa) bir sızıntı var demektir. Bu durum hava koşullarına dayanıklılık ile düzeltilebilir ve doğru malzemeyi seçmeye bağlıdır. Özellikle keçe ve güçlendirilmiş iki iyi seçenektir.
Pencere değişimi
Mevcut pencerelerinizi enerji tasarruflu pencereler ile değiştirmek istiyorsanız, Energy Star akreditasyonuna uygun pencereleri seçerek başlayabilirsiniz. Bu pencereler Çevre Koruma Komisyonu tarafından test edilmiştir, bu nedenle gerekli kalite kontrol standartlarına sahip olduğu konusunda güvenebilirsiniz. Bununla birlikte dikkat edilmesi gereken iki faktör daha vardır. Bu faktörlerden birisi pencerelerin U-Faktörüdür (Yalıtım özelliklerine bağlı olarak pencereleri sıfırdan bire kadar puanlar). İdeal olan seçim, yaşadığınız bölgede hava koşulları ne kadar sert olursa, tercih etmeniz gereken U-Faktörü de o kadar düşük olur. İkinci faktör ise, pencerenizin evinizdeki ısı kazancını ne ölçüde azaltabileceğini belirleyen SHGC’dir (Solar Heat Gain Coefficient – Güneş Isı Kazanç Katsayısı). SHGC değeri ne kadar düşükse, sıcak iklimler için o kadar iyidir, çünkü bu tür bir pencere sistemi sıcak enerjiyi güneş ışınlarından saptırır.
Peki ne kadar tasarruf edebilirsiniz?
İçinde bulunduğunuz iklimin belirlediği şekilde soğuk/sıcak havayı dışarda tutan verimli pencereler de ekonomik olarak tasarruf etmenizi sağlar. Enerji Bakanlığı sertifikalı çift açılımlı şeffaf cam enerji tasarruflu pencerelerin bir evi yaklaşık olarak 126 ile 465 dolar arasında bir tasarruf sağlayabileceğini tahmin ediyor. Elbette tasarrufları en üst düzeye çıkarmak için göz önünde bulundurulması gereken çeşitli etkenler var. Bu etkenler, eviniz için iyi camları ve çerçeve tiplerini seçmeyi içerir. Pencere yapısı da anahtar bir etkendir; menteşeli pencerelerin sürgülü veya çift açılımlı çeşitlerden daha fazla hava geçirmez olduğu bilinmektedir. Camdan çerçeveye ve çerçeveden çerçeveye bağlantıların tamamen hava geçirmez olması gerekmektedir.
Yeni bir ev satın alıyorsanız, alacağınız evin çevre dostu olması birincil önceliğiniz olabilir. Evin zemininde ve mobilyalarında sürdürülebilir malzemeler seçmenin yanı sıra enerji tasarruflu pencereler seçmek de çok önemli bir tercihtir. Sertifikalı enerji tasarruflu pencere sistemini tercih edin, bunun yanı sıra da U-Faktörü, SHGC ve pencere malzemesi gibi diğer faktörlere de öncelik vermelisiniz.
Kaynakça
Garnham, A. (2020, April 9). Why Energy-Efficient Windows Are a Wise Choice for Eco-Minded Homeowners. The Environmental Magazine. https://emagazine.com/energy-efficient-windows.
Bağımsız yaşam hakkımız-I’de bahsettiğim üzere bu sadece sözleşme maddesi değil, aynı zamanda bir mücadelenin neticesinde tanınması sağlanan bir başarı. Bağımsız yaşam hakkı mücadelesinin örgütsel bir hal alması 1960’lara tarihlense de elbette önceki yılların bireysel adımları da etkili oldu. Zira Ortaçağ Avrupası’nda cadı diye yakılırken 20. yüzyılın başlarında İngiltere’deki kadın hareketinde boy gösteren hem engelli hem kadın olduğu için çağlarca dışlananlar arasında yer alan Rosa May Billinghurst’un etkisi yadsınamaz.
Rosa ve daha nice ismin
bireysel mücadelesi, 1960’larda daha farklı bir hal aldı. Engelli
haklarının/bağımsız yaşam hakkının doğum yeri olarak anılan Berkeley Kaliforniya’da
bir grup engelli üniversite öğrencisi fiziksel bariyerleri, zorlukları ve
toplum içinde kuşatılmış, dışlanmışlık hissi yaratan tavrı ve uygulamaları
aşmak için harekete geçti.
1960’ların sonunda büyüyen bağımsız yaşam ve engellilik hakları hareketi iki kritik noktada yoğunlaşıyordu. Birincisi, engelli insanlar kendi savunuculuk örgütlerinden sorumluydu. Engelliler, mevcut birçok engelli örgütünün hâkim olduğu yardım temelli modelden uzaklaştı. İkincisi, çeşitli engel türüne sahip insanlar savunuculuk çabalarına katılmaya başladılar. Tüm bunlar eski tip örgütlerin engellileri birbirinden ayırdığını gösterdi. Bizim hakkımızda biz olmadan asla sözü de gerekliliğini gösterdi. Engelli bireylerin olmadığı bir engelli hakları savunusu hem başarıyı getirmeyecek hem de dayanışmayı önleyecektir.
Erişilebilir bir mimari, kişisel asistanlık ve daha bağımsız bir hayat için çalışmalar yapılıp araştırmalar sürerken 1972’de ilk bağımsız yaşam merkezi açıldı. Merkezler hakkında WildTurkey Bağımsız Yaşam Hakkımız eğitimi notları şu şekilde; bu merkezler, tamamen engelliler tarafından yönetilir. Kişisel asistanlık, akran desteği, teknik ve hukuki yardım sağlar. Herkes için erişilebilir, fırsat eşitliğine ve bilgilendirilmiş onama dayalı, ücretsiz hizmet verir. Cinsiyet, yaş ve destek ihtiyaçlarının seviyesinden bağımsız olarak, tüm engelli kişilere yöneliktir.
Mücadele konusuna
dönülecek olursa bu, epey hararetli bir tarihi gözler önüne seriyor. Daha
erişilebilir bir hayat için açlık grevleri, emekleyerek çıkılan merdivenler ve
daha neler neler. Bunun için Crip Camp belgeselini öneriyorum. Benim yazdığım
her şeyden güzel anlatıyor belgesel bağımsız yaşam hakkı ve eşit bir dünya
talebi için verilen mücadeleyi.
Sözünü ettiğim hareket Amerika’da başlıyor ama elde ettiği sonuçlar tüm dünyayı sarıyor. Zaten sözleşme de bu mücadeleler, dünyanın her noktasından yükselen talepler sayesinde oluşuyor. Fakat daha gidilecek ve değiştirilmesi gereken uzun bir yol var. Bu noktada ihtiyaç duyulan şey, sosyal hakların lütuf gibi sunulmaması, istenilen yere ulaşımın sağlanması, daha erişilebilir ve eşit bir yaşam. Ütopik durabilir ama zor değil. Tabii umarım, daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna inandığını söyleyenler, türcülük ve şekilcilik yapıp görmezden gelinenler ile sömürülenleri bir kez daha dışarıda bırakmazlar. Zira unutulmamalı “herhangi bir yerdeki adaletsizlik, her yerdeki adalet için tehdittir.”